En başa dönmeliyiz. Tüm bu saçmalıkların başladığı yere. O günlerde, yine, yani her zaman olduğu gibi kapatmıştım kendimi. Telefonum sessizde, arayanları gördükçe, geri dönüşlerim azalmış. Evden çıkmayı bırak, odamdan hatta yataktan çıkmayı en aza indirmiştim. Alkol ve sigara bitmediyse yataktan çıkmak gereksizdi. Ve telefon… Senden gelen bir arama ya da mesaj yoksa, o da gereksizdi. Kısacası, gereksiz bir hayatı yaşıyordum ve bunu ben seçmiştim.

 

Yaşadığım –yaşamak deniyorsa buna- eve bir kilometre uzaklıktaki tekel bayine gidiyordum, üç günde bir… Üç günlük alkol ve sigara alıyordum özellikle. Çünkü üç günden fazla evden çıkmazsam tüm bedenim tutuluyor, kaslarımdaki ağrılar çekilmez oluyordu. Bu yüzden daha yakında bir çok tekel bayi olsa da en uzaktakine gidiyordum. İki gün boyunca ayılmıyor, ikinci günün gecesinde daha az içiyor, sabahında kendime geldiğimde evi temizliyor, duşumu alıp tıraş olup sokağa çıkıyordum. Bir rutin haline gelmişti bu halim ve hiçbir sürprize yer yoktu hayatımda. Bu daha ne kadar devam ederdi o günlerde çok düşünmüyordum. Muhtemel bir damar tıkanıklığı, kalp krizi, ya da beyin kanamasıyla sonuçlanacaktı. Onca zaman sonra şimdi oturmuş bunları yazıyorsam demek ki hiçbiri olmamış, şimdilik…

 

İkinci günün gecesiydi. Yani daha az içmem ve ertesi gün yoğun bir baş ağrısı ya da halsizlikle uyanmamam gerekiyordu. Telefonumu yatağımın yanında, yere bırakıp, üçüncü sınıf saçma sapan, bir sürü mantık hatasıyla dolu, Amerikan korku filmi açıp gözlerimi kapattım. Arka planda tuhaf çığlık sesleri gelirken ben kafamın içindeki düşüncelerden kaçmak için bu çığlıklara anlam vermeye çalışıyordum. Tam uykuya dalmak üzereyken –yan uzanırken eğer uykuya dalamadıysam bir yerden sonra diğer tarafıma dönmem gerekiyordu ve bu lanet olasıca bir şeydi, çünkü uykum kaçıyordu yaptığımda- diğer tarafıma döndüğümde telefonumun bildirim ışığının yandığını fark ettim. Biliyordum, zaten uykum kaçacaktı, kalkıp bir sigara yakıp telefonu elime alıp bildirimin ne olduğuna baktım. Kullandığım sosyal medya platformuna yazdığım öyküye yorumlar yapılmıştı, aynı kişi tarafından. Yazılan iltifatları okumak gururumu okşasa da, çok üzerinde durmadım. Sigaramın yarısına geldiğimde ağzımın içindeki o kötü tadı hissedince yarısında olmasına rağmen söndürüp uzandım yatağıma. O an bir bildirim daha geldi. Bu defa bir yorum değil mesajdı.

 

Tam iki ay dört gün sekiz saat altı dakika sonra yan yana gelmiştik. O süre boyunca, ne adını, ne yaşını ne de kadın olup olmadığını bilmiyordum. Sadece konuşuyorduk. Bazen saatlerce, bazen birkaç dakika, bazen günlerce konuşmuyorduk. O da bana hiç sormamıştı. Bazen antik yunan medeniyetinden bahsediyorduk, bazen ikinci dünya savaşından. Yaşadığımız ülkenin toplum yapısından ve katı geleneklerinden bahsederken geriliyorduk bazen. Ben ne kadar kendi başıma büyümüş, tabulardan uzakta bir hayat sürmüşsem, o, o kadar dışa kapalı, kadının ikinci sınıf insan olarak kabul edildiği, asla söz hakkı verilmediği ve bir gün erkeğine hizmet etmesi gerektiği bir yapıda yetişmişti. Bunu kabullenmişti ve bu kabullenişi aklım almadıkça saldırıyordum ona en iyi kelimelerimle. Bu saldırılarıma maruz kaldıkça uzaklaşıyor benden, ‘’Anlamıyorsun!’’ diyordu. ‘’Asla benim yaşadığım hayatın nasıl bir şey olduğunu anlayamayacaksın!’’

 

 Ama anladım. Yel değirmenleriyle savaşır gibi onun içindeki bu tabularla savaştım ve kazandım. Nihayet bana güvenip benimle görüşmeyi kabul ettiğinde –bu benim ilk yenilgimdi- buluşacağımız günün önceki gecesinde içmedim. –dolayısıyla sabaha kadar uyuyamadım- Uzun zamandır ilk defa sabah çok erken uyandım. -Dokuz civarı… - Uzun zamandır ilk defa, sokağa çıkmadan önce üzerime ne giyeceğime karar veremedim. Sonunda karar verip bir şekilde sokağa çıktığımda onun yanına gidene kadar ne yapacağımı, onu nereye götüreceğimi ve belki de ilk defa -benden etkilenmezse korkusuyla- kaygıya kapıldım. Kaygıların insanın omuzlarında nasıl bir yük haline geldiğini ilk defa o gün anladım.

 

Üzerinde kırmızı paltosu vardı. Gözlerimin içine bakamıyordu, göz göze geldiğimiz anda yanakları kızarıyordu ve bu kızarıklık esmer tenine öyle yakışıyordu ki… Bunu o an ona söylemedim ve bunu söylememek, en büyük pişmanlıklarım listesinde hızla yükselip bir numaraya yerleşmişti. Sarıldım ona. - O sarılmadı, kolları iki yanında kaskatı kesilmiş gibiydi.- Elinden tuttum, eli öyle sıcaktı ki, sıcak bir kor parasını tutmak gibiydi. - O tutmadı elimi-

 

Demiştim ya, yağmur yağıyor, asfalt ıslak, cadde işlekti. Yeşil ışığın yanmasını beklerken yan yana ilk defa o an yan yana duruyorduk- ıslanmasın diye aklımdan geçirdiğimi hatırlıyorum. Islanıp üşümesin… Ben bunu aklımdan geçirirken sanki aklımı okuyormuş gibi ‘’Üşümüyorum…’’ demişti. ‘’Elimi bırakabilirsin, kaybolmam…’’ Duyduğumu anlamamış gibi yapmakta iyiydim, öyle yaptım, elini bırakmadım. Abartıyorsun diyebilirsiniz ama, o sabah, bir çağ kapanıp yeni bir çağ açılıyordu hayatımda. Miladi takvimin İsa’nın doğumundan başlamasına inanıyorsunuz da, benim takvimimin burada başladığına neden inanmıyorsunuz? Benim için de milattı o gün. Yaşadığıma, bundan sonra da yaşayacağıma dair bir kanıttı onun varlığı…