Günler sonunda nihayet aldığım randevuya gidip muayene olduktan sonra doktor ekranındaki tahlil sonuçlarına bakıp bana döndü. “Bir şeyler söylemek için erken -erkense neden söyler ki bir doktor bunu- birkaç tahlil daha yapmalıyız.’’ derken vakit kazanmak için kendini yere bırakan futbolcu izlenimi bıraktı bende. Kazanmak istediği zaman ne içindi sanırım hepiniz anladınız. Bu, yani doktorla olan görüşme, seninle ayrıldığımızdan bir hafta önceydi. Ayrılık kararını ben aldım, yani ben, Emre. Barış saygı duydu, Poyraz’ın haberi yoktu. Poyraz da seninle aynı anda öğrendi bu kararımı. Tabii ki hoşuna gitmedi. Birlikte olduğumuz o son gece, yani yazdığım şiiri yastığındaki başının izine bıraktığım gece, o evden çıkarken -yani hayatından- Barış tüm bunlara kendini hazırlamış, yarını düşünüyordu. (Senden sonra bir yarın nasıl olur bilmese de) Poyraz itiraz etti, “Sizin yapacağınız işe sıçayım, ezikler!” dedikten sonra kontrolü eline aldığında her şey için çok geçti.

Bu geri zekalı her gece bu kadar içmeseydi, sonuç böyle olmazdı. Şimdi hep birlikte oturup buna ağlayabiliriz ama ben yapmayacağım. Bu salağın ölümü -her ne kadar bunu istesem de- benim yaşamamı engelleyemez. Bu yüzden kabul etmiyorum. O lanet olasıca doktorun söyledikleri de umurumda değil. Bundan sonra benim istediğim gibi yaşayıp göreceğiz.

 

Beş yıl kadar önceydi. Yakın arkadaşlarımdan birinin, -yani Barış’ın yakın arkadaşlarından birinin- nikahına gitmiştim. Tuhaf prosedürlerin yerine getirilmesi gibiydi olan biten her şey. Bir masanın etrafına oturmuş insanlar -bir nikah memuru, evlecek çift ve şahitleri- önceden kurgulanmış bir oyunu oynuyor gibi onlara ezberletilmiş replikleri söyleyip çok mutluymuş gibi yapıyorlardı. *Kim bilir belki de mutluydular. Sonunda nikah memuru “Eşinizi öpebilirsiniz.’’ demedi. Çünkü bunu kilisede nikah kıyan rahipler söylerdi. Yine de arkadaşım öpmüştü yeni karısını alnından. (Eski karısı mı vardı?) Ben, yani Emre, en arkada durmuş olan biteni -ya da olan ama hala devam eden ritüeli- izliyordum. Her ne kadar tüm bunları saçma bulsam da Barış, normal olanın bu olduğuna inandırmıştı bemi ve itiraz etmedim. (Demek ki insanlar böyle evleniyormuş.) Sesimi çıkarmadan, itiraz etmeden takı merasiminin sonuna kadar bekledim orada. Takısını ya da parasını gelinin ve damadın yakasına takan herkes hızla uzaklaştı salondan. Belki de bu yeni bir araya gelen çiftin mutluluklarına şahit olmak değil de borçlandırmak için oradaydılar. Sonunda sadece aile büyükleri ve ben kalmıştım. Aile büyükleri toplanan hasılatı kendi aralarında pay ederken ben arkadaşımla göz göze geldim. Arkadaşım… Yani Barış’ın arkadaşı, Barış’ı görmeyi beklerken benimle göz göze gelmişti. (Ama Barış’a söyledim bu en başından beri kötü bir fikirdi ama beni dinlemedi!)

 

“Sorun ne?’’ diye sordu. “Sorun yok.’’ dedim. “Bu en mutlu günümde neden yüzünü asıyorsun?’’ diye sordu. ‘’Mutlu değilsin, çünkü bu az önce evlendiğin kadını sevmiyorsun!’’ diyemedim. Çünkü Barış’a söz vermiştim çenemi tutacağıma dair. “Bu aralar zor günler geçiriyorum ama üstesinden geleceğim…’’ dedim. “İş bulamadın mı hala?’’ diye sordu. (İş aramıyorum ki diyemedim.) “Haber bekliyorum…’’ dedim. “Sevgilin neden gelmedi?’’ dedi. (İşte bu soruyu beklemiyordum. Barış bahsetmiş olmalı senden.) Biraz rahatsız.’’ diyerek geçiştirdim sorusunu. Barış’a bunun hesabını soracaktım. Çünkü sen sadece benimdin ve kimseye bahsetmemek kararı almıştık. Törenine başından beri avucumun içinde sıkı sıkı tuttuğum çeyrek altını arkadaşımın -Barış’ın arkadaşının- yakasına iğneledim ve ben de diğerleri gibi mevtaya karşı son görevini yerine getirmiş diğerleri gibi uzaklaşıp çıktım merasim salonundan…

 

“Ahmet Bey! Ahmet Bey iyi misiniz? İsterseniz ara verebiliriz…’’

“Neredeyim ben? Siz, siz kimsiniz?’’

“Ben doktor Suna, şu an hastanedesiniz. Lütfen anlatmaya devam edin Ahmet Bey. O gece ne oldu?’’

“Benim burada ne işim var? (Ve neden bu kadın bana Ahmet diyor?) Ellerim neden bağlı?

“Ahmet! Onu neden öldürdün?’’