Şimdi izin verirseniz daha geriye dönmek istiyorum. (İzin vermiyor olmanızın şu an benim için bir önem taşımadığını ilk defa fark edeceksiniz ve bunu sık sık hatırlatacağım size.)
Freudyen bir yaklaşımla çocukluğumdan bahsedeceğim size ve daha önemlisi sana. Biliyorum, sana birçok çocukluk anımı abartılı kelimelerle süsleyip anlatmıştım ama diğerleri, bu satırları ilk kez okuyacaklar için, bazı gerçeklerden bahsetmek istiyorum. Hayattaki ilk gerçek başarısızlığım çocuk olmayı becerememekti. (İnsan çocuk olmayı nasıl beceremez öyle değil mi?) Televizyon yeni yeni hayatımıza girerken -akıllı telefonları bırak, internetin bile var olmadığı, yüzyıllar öncesi gibi gelen zamanlarda- çocuk olarak vaktimizin çoğunu sokakta ve evin bahçesinde geçiriyorduk. (Evet, o yıllarda bahçesi olan evler vardı, üst üste yığılmış betondan kutular değil.) İlk defa tırmanmaya çalıştığım ağaçtan düşüp avuçlarımı ve dizimi kanattığımda kaç yaşındaydım hatırlamıyorum ama benimle dalga geçip eğlenen çocukları anımsıyorum. (İnsan zihni neden acı hatıraları mutlu olduğu anlara göre daha çok anımsar ki?) Belki de bu yüzden etrafımda bir sürü çocuk olmasına rağmen asla onlardan biri olamadım. Ben ağlarken gülen insanların arasına yavşakça bir yüzsüzlükle katılmak bana doğru gelmiyordu. (Bana doğru gelmeyen ne varsa başkaları için doğruymuş meğer…)
İlkokul öğretmenim içime kapanıklığımı fark ettiği anda benim için kabus dolu günlerin de başlangıcı oldu bu. Önce beni sınıf başkanı seçti ve ardından bütün sosyal aktivitelere -kitap okuma ve tartışma kulübü, tiyatro kolu, ülke çapında düzenlenen bilgi yarışmaları- dahil etti. Sanırım ilk defa o yıllarda kişilik bölünmesi yaşamaya başlamıştım. Herkesin arasında örnek bir öğrenci olma görevi vermiştim içimden birine, diğerine ise ne olursa olsun kimseye yaklaşma diyordum. Başlarda bunu beceriyor gibi görünsem de zamanla yoruldum ve üçüncü bir ben ortaya çıktı. Bu üçüncü ben ortaya çıktığı andan itibaren bütün kontrolü eline aldı. O yıllarda ailemizin maddi durumu iyi değildi (Maddi durumumuz aile olarak hiçbir zaman iyi olmamıştı zaten.). Babam sabahın köründe gittiği fabrikadan akşam çıkınca ek iş yapıyor, annem ise bir hastanede geç saatlere kadar çalışıyordu. İkisi de mutsuzdu. (Hayal ettikleri hayat bu değildi, çocukken bile bunu biliyor ve bazen merak ediyordum, bunun için beni ve kardeşimi suçluyorlar mıydı?) Bazı geceler uyumamak için direnirdim. Annem gelene kadar uyumak istemezdim, o gelince bana gün boyu neler yaptığımı sorsun, onunla biraz olsun konuşabileyim diye. Ama ben uykuya direndikçe uykum daha çok gelirdi. (Şimdi uyumak için her şeyi yapsam da uyuyamadığımın aksine…) Bazı geceler annem erken gelirdi ama ben uyuyor numarası yapardım. Beni uyandırmaya kıyamaz gibi usulca yanıma uzanıp üzerimi örterdi. Neden uyuyor numarası yaptığımı merak ediyor olabilirsiniz. O kadar uzun süre annesiz kalmaya alışınca insan, yeniden onu bulmak istemiyor. Çünkü kaybedeceğini biliyor ve siz bir anneyi defalarca kaybetmek ne demek bilmiyorsunuz. Ben çok erken öğrendim…
Neyse, lafı çok uzattım. Temmuzdu. Beni aralarına almayan ama yanlarında durmama izin veren çocuklar grubunun içindeki şişko çocuk -tamam, biliyorum, insanların fiziksel kusurlarını böyle açıkça ifade etmemeliyim ama şişkoydu işte- koşarak yanımıza geldi, koşarken sallanan göbeği ve bedenin göre büyük göğüsleri hala gözümde canlanıyor. “Çocuklar!’’ dedi, ellerini dizlerinin üzerine koyup öne eğilmişken. Başını kaldırıp “Ne gördüğüme inanmayacaksınız! Benimle gelin!’’ Şişko çocuk önde, biz onun arkasında, sallanan kıçını izlerken peşinden gittik. Okulun bahçesini çevreleyen duvarların bitip mezarlığın başladığı yerde -bir okul neden mezarlığın yanına yapılır ki?- yeni kazılmış ama doldurulmamış bir mezarın başında bulduk kendimizi. Şişko çocuk haricinde kimse çukurun yanına yaklaşmak istemiyormuş gibi uzakta duruyordu. Uzakta duranların arasından, neden bilmiyorum ama –belki de kendimi onlara ispat etmek istediğim için- ben bir adım attım çukura doğru. Diğerleri yaptığıma anlam veremiyor gibi gözlerini dikmişlerdi üzerime.
Çukurun kenarına gelince durup içine baktım. Benim yaşlarımda, giysileri kanla kaplanmış çocuğu görünce bir an bile düşünmeden (O an ne düşünülebilirdi?) çukura atladım. Kanın her renk tonunu görmüştüm o an. Kurumuş kan, hala akan kan, yaralardan yeni sızan kan… Küçük ellerimi hangi yaraya bastırsam diğer yaradan akıyordu kan. Delirmiş gibi orada uzanan çocuğun gözlerinin içine bakmadan “Dayan!’’ diyordum. Şişko çocuk ne yaptığımı anlamıyormuş gibi çukurun diğer tarafında ayakta duruyordu. Beni arasına almayan çocuklar çukurun etrafını sarmış beni izliyorlardı. Ben bir çocuk olarak kanayana başka bir çocuğun yaralarına ellerimi bastırıyordum. O gün, o çocuğu kurtaramadım; o gün, diğerlerinin yanında değildim artık, arasındaydım. Herkesin saygısını kazandım. O günden sonra hiçbiri bana önceki gibi davranmadı. O günden sonra ben, eskisi gibi kalamadım…
Not: Yorumlarınıza cevap veremediğim için özür dilerim. Ama değerli vaktinizi yazdıklarımı okumaya ayırdığınız için teşekkür ederim.