Arthur Schopenhauer, 1851'de yayınladığı "Parerga ve Paralipomena: Kısa Felsefi Denemeler" adlı eserinin 396. bölümünün bir kısmında, kirpilerin soğukta kaldığı anlarda karşılaştıkları ikilemi şöyle anlatmıştı: Soğuk bir kış sabahı çok sayıda oklu kirpi, donmamak için birbirine bir hayli yaklaştı. Az sonra, oklarının farkına vardılar ve ayrıldılar. Üşüyünce, birbirlerine tekrar yaklaştılar. Oklar rahatsız edince yine uzaklaştılar. Soğuktan donmakla, batan okların acısı arasında gidip gelerek yaşadıkları ikilemi, aralarındaki uzaklık, her iki acıya da tahammül edebilecekleri bir noktaya ulaşıncaya kadar sürdü. İnsanları bir araya getiren, iç dünyalarının boşluk ve tekdüzeliğidir. Ters gelen özellikler ve tahammül edemedikleri hatalar onları birbirinden uzaklaştırır. Sonunda, bir arada var olabilecekleri, nezaket ve görgünün belirlediği ortak noktada buluşurlar. 


Sertap ve ben, Schopenhauer'un kirpileriydik. 


"Soğuk bir kış sabahı, donmamak için birbirine yaklaşan oklu kirpiler gibiyiz*, sevgilim,'' dedim. 


''Neden?" 


''Beni var ediyorsun; yok oluyorum. İyileştiriyorsun; zehirleniyorum. Birleştiriyorsun; parçalanıyorum. Diken diken batıyorsun canıma, için için kanıyorum.''  


Suskunluk soğukluğuyla dolaştı.  


''Aşkım canını mı yakıyor?'' 


Sakin güldüm. 


''Duyma acı sözlerimi. Benim sevgiye, sevilmeye yabancılığımdan tüm sızılarım,'' dedim. 


''Üşüdüm, camı kapatır mısın?'' 


Yarım sigarasını söndürdü,  camı kapatıp perdeleri gecenin üstüne örttü ve ışığı açtı. 


''Işığı kapat, perdeleri aç, gece çok güzel.'' 


''Sen karanlıktan korkmaz mıydın?'' 


''Bu gece değil, sevgilim, sen varsın, benimlesin, hem benim korkum karanlık değil ki. Dikkat et! Orada kırık camlar var, basma.'' 


Durdu, kırık camlara basmadı, özenle kenara topladı parçaları. 


''Nasıl oldu?'' 


''Bu sabah Jack geldi.'' 


Sinirlendi ve infial dolu bir sesle, ''O şerefsizin evinde ne işi var, hangi yüzle?'' diye sordu. 


''Anahtarı değiştirmem gerek artık.'' 


''Ne için gelmiş?'' 


''Son kez konuşmak istedi, sustum. Bir şeyler kırdı çünkü artık kalbimi kıramıyor, sonra da çıktı gitti.'' 


Yanıma uzandı, nazik dokunuşları çıplak vücudumda yavaşça gezinirken, ''O da Schopenhauer'un kirpilerinden miydi?'' diye sordu, meraklı. 


''Hayır, o yüreği buzdan, ruhu taştan bir adamdı, bu yüzden o hiçbir şeydi.'' 


''Peki benim yüreğim?'' 


''Sen kaçak bir ruhsun. Söylediklerime çoğu zaman cevap vermiyorsun ama biliyorum, beni en iyi anlayan kişi sensin, sadece korkuyorsun, konuşursan kendinle mücadele etmen gerekecek, huzursuzluktan kaçıyorsun. Sen herkes gibi değilsin, senin yüreğin var; yaralı bir kuş yüreğin.'' 


''Sana aşık olduğum anı hatırladım. Okuma grubu içindeydik. ''Kırık kalbindeki derdi herkesten saklayan yaralı kuş,'' diye yazmıştı Nurettin Topçu Reha'da. Bize okuyordun. Tam karşında oturmuş seni, içimde yankı yankı akan sesini, dinliyordum. ''Senin gibi bir kuş için yaşamak o kadar mı güç Reha? Niçin kendini isteyerek ümitsizliğe, ölüme bırakıyorsun? Senin yaran demek o kadar derin... Demek bütün dünya sana ıstırap, bütün bakışlar sana ıstırap veriyor!"  Susunca bir an bana bakmıştın, ince bir bakıştı, kalbimi titretmişti, aşık oluvermiştim bir bakışınla sana.'' 


''Benim sana aşık olduğum gün bu anıdan iki hafta sonrasıydı. Jack'i kırık yüreğimde bitirdiğim o kavgadan günler sonraydı, her an ağlamamak için içimden şarkı söylüyordum:  ''Benim ismim olmadan, sadece sen tanırsın. Kırık camlara basma.**  Bir sokak köşesini dönerken yüz yüze karşılaşmıştık, elinde okunmaktan yıpranmış bir Atilla İlhan kitabı vardı: Yağmur Kaçağı. ''Bana şiir okur musun?'' demiştim. Biraz susmuş ama sonra okumaya başlamıştın: Üçüncü Şahsın Şiiri'ydi. ''Beni sevmiyordun bilirdim, bir sevdiğin vardı duyardım, çöp gibi bir oğlan ipince, hayırsızın biriydi fikrimce, ne vakit karşımda görsem öldüreceğimden korkardım, felâketim olurdu ağlardım,'' İkimiz oracıkta göz göze ağlamıştık, aşık oluvermiştim gözyaşları içinde sana.'' 


''Sonra bir Aralık gecesi karşılaşmıştık. İkimiz de avare dolaşıyorduk sokaklarda, uzun zaman yan yana yürümüşüz, haberimiz yok. Dolunay ışığı dallarında, yapraklarında oynaşan bir söğüt ağacının altına gelince durmuştuk ikimiz, birbirimize bakmıştık. “Sertap,'' demiştin bana, şaşkın ve çocuk bir sesle. Sesinden adımı duymak ince ince titretmişti beni, görmüştün titreyişimi. ''Üşüyor musun?'' Üşüyordum. Aşk bir ürpermedir, diye düşünmüştüm o an. Suskunluğuma aldırmamıştın, boynuna sarılı mor şalı çıkarıp boynuma dolamıştın, bu sırada sıcak soluğun yüzüme çarpıyordu. ''Ya sen üşümeyecek misin?'' diye sormuştum. ''Yok, hayır, ben üşümem ki,'' demiştin alay bir sesle ve elin elime narin bir dokunuşla değmişti, sıcacıktın hakikaten. Biraz susmuştuk karşılıklı, rüzgar estikçe tenindeki toprak kokusu ve söğütün kokusu yekpare olmuş burnuma çarpıyordu, günlerce kokun içimde dolaştı durdu, unutamadım kokunu.'' 


''Bir Şubat akşamı kavuşmuştuk. Yüreğim karşılıksız sandığı bu aşkı sessizce yaşamaya dayanamıyordu daha fazla. Nasıl elimle koymuş gibi buldum seni bilmiyorum ama çıkmıştım karşına, gözlerim dolu, yüreğim ürkek, ''Ben seni seviyorum, Sertap,'' demiştim. ''Hem de sakin sakin değil sevgim, taşkın bir sevgiyle seviyorum seni.'' İfadeni okumak zordu, karmakarışık bakışlarla bakmıştın bana bir süre. Sonra ince dudaklarının kenarında iki çizgi oynadı, az sonra kımıldadılar: ''Aşığım sana,'' dedin, korkusuz ve cesur. Biraz daha bakıştık, sonra uzandın, tuttun elimden, ay ışığının dahi ulaşamadığı nihayetsiz bir karanlığa soktun, yalnızca tuttuğum elinden varlığını hissediyordum. bir adım sonraysa öptün beni soluğumdan soluksuz kalana kadar. Sonra, ''Şiir oku bana,'' demiştim, sanki önceleri her daim bana şiir okur gibi hemen Ümit Yaşar Oğuzcan'dan Kavuşma Günü şiirini okumuştun bana: Yeter ki mahşere dek beni özle beni sev, zamanların en ölümsüzünde yaşat beni, işte geldim yanına alev, alev dopdolu, al dilediğin gibi yeniden yarat beni.'' 


Sustuğumda Sertap uzandı ve yine o ilk geceki öpüşü gibi soluğumdan öptü soluksuz kalana dek. Sonra, ''Hadi, şimdi sen oku bana bir şiir,'' dedi, istekli. Güldüm. ''Ben şiir okumayı bilmem,'' dedim.  


''Şiir seven adam şiir okumayı bilir, oku bir tane, hadi, ısrar ediyorum.'' 


Öpüşünün sıcaklığı ağzımda akarken Şükrü Erbaş'tan Kocaman Bir Çocuğu Öpüyorsun şiirini okumaya başladım: 


''Sen bende neleri öpüyorsun bir bilsen, herkesin perde perde çekildiği bir akşam, siyah bir su gibi yollara akan yalnızlığı öpüyorsun, ağzında eriklerin aceleci tadı, elleri bulut, gözleri ot bürümüş ekin tarlası, bir çocuğun düşlerine inen tokadı öpüyorsun.'' 


Sustuğumda yeniden öptü beni. 


*Freud 


**Batuhan Polat-Kırık Camlar