“Gel! Anla dikenimden, güllerim uyansın, bahçelerimden!” diye bağırıyordu Mabel Matiz arabanın radyosundan şarkısını söylerken.

Böyledir. Kimileri şarkı söyler, kimileri bağırır. Biz şarkı söyleyemeyenler, kendi başımızayken ya da kendimizi güvende hissettiğimiz ortamlardayken ekseriyetle şarkı sözlerini bağırırız. Ama bu kez ben, sadece susarak arabayı sürüyordum. Çünkü bugün, onun bağırma günüydü.

Birkaç hafta önce ayrıldığı sevgilisini özlediği için teselli edilmeye ihtiyaç duyuyordu ve bu ihtiyacı gidermenin yollarını ararken tahammül etmem gereken şeyler arasında bu bağrışlar da vardı. Onu teselli etmenin yanında, daha rahat bağırabileceği yerlerin yollarını da arıyordum gece yarısından sonra şehrin karanlık caddelerinde arabayı sürerken. Tahmin edebileceğiniz gibi haddinden ve gereğinden fazla içmişti ve bu yüzden insan içine girmeden teselli edilmesi gerekiyordu. Bu gece kendimi insandan saymıyordum. Zira kendisine saygısı olan hiç kimse, aşk acısı çeken otuzuna yaklaşmış bir adamın hezeyanlarını dinlemez. Bu gece kendime saygı duymuyordum. Eğer duyarsam yan koltuğumda oturarak radyodan duyulan Sezen Aksu’yla birlikte “Me dur ne olursun!” diye bağıran adamın haline saygı duyamazdım ve aksi gibi zannettiğinin aksine şu anda en çok ihtiyacı olan şey özlediği kadın değil, kendisine duyulması gereken saygıydı. Tüm bunları ona henüz söylemiyordum. Böyledir. Her doğru, her yerde söylenmez.


Şansımız yaver gitmişti ve şehrin bir kısmının manzarasının görüldüğü o tepede bizden başka araç yoktu bu gece. Çünkü ana yolun kenarındaki cebe yalnızca bir araç sığabiliyordu. Aracı cebe sığdırdıktan sonra kontağı kapatarak el frenini çektim. Sezen Aksu’yla birlikte o da susmuştu. Bu susuştan pek memnun kalmamış olacak ki “Yarım kontak yapsana” dedi hoşnutsuz bir tavırla. “Akü sıkıntılı” diyerek net bir cevap verdim. Bu gece ona sadece kısa ve net cevaplar verecek ve onu hayatın gerçekleriyle yüzleştirecektim Gece boyunca duyacağı muhtemel tüm cevaplar gibi bu cevap da hoşuna gitmemiş olacak ki arka koltuktaki siyah poşete uzanarak eline geçen ilk şişeyi çekerken bir biriyle bağlantısız bir sürü şeye küfretti. Bu eylemi yaparken ettiği küfürlerden arabamın aküsü de nasibini almıştı, bütün gece özlediğini iddia ettiği kadın da. Sağlıklı düşünebilecek durumda değildi. Bu yüzden onu sağlıklı düşündürebilmenin yollarını da bulmam gerekiyordu bu gece. İddialarının aksine, özlediği şey o kadın değildi. O kadınlayken olduğu adamdı ve istedikleri gibi birisi olmayı başka insanların varlığına bağlayan herkes gibi o da mutsuzluğu hak ediyordu. Böyledir. Mutluluk, mutsuzluğun aksine öyle kolay hak edilmez. İçerisinde bulunduğu durum müstahaktan ibaretti. Çünkü onunlayken de mutlu değildi. İki yıldır bahsi her açıldığında şikâyetlerini sıraladığı bir ilişki, tam da bahsi geçen onlarca şikâyet sebebiyle bitmişti. Şüphesiz bu şikâyetler karşılıksız değildi. Zira bir tarafın bu kadar şikâyetçi olduğu bir ilişkide karşı tarafın şikâyetsiz olması mümkün değildi. Birbirleri için yaratılmadıkları aşikârdı çünkü birbirleriyle çatışan fikir ya da görüşlerine tahammülleri dahi kalmamıştı birbirlerini yıprattıkları takribi iki yıldır. Şüphesiz bu dünyadaki hiç kimse, hiç kimse için yaratılmamıştı. Ne için yaratıldığımız, bu dünyada neden var olduğumuz, hatta var olup olmadığımız bile binlerce yıldır insanlığın üzerine düşünüp de mutabık kalabildiği meseleler değildi. Bu konu hakkında ortaya atılan binlerce fikir ya da inanç sistemi içerisinde hiçbirisinin ne kadar gerçeğe yaklaştığından henüz emin olamamakla birlikte, en azından ne için yaratılmamış olduğumuzdan emin olmamız gerekirdi ve birisi, bu konuda emin olmamız gereken yaratılış sebeplerinin başında geliyordu. Ben, tüm bunları ve buna benzer şeyleri lisan-ı münasiple ona anlatabileceğim fırsatları kolluyordum o, çoktan yarıladığı şişesini arabanın ön konsoluna bırakıp sigarasını yakmaya yeltenirken. Sigarasını dudaklarının arasına koyup çakmağını doğrulturken “Öyle değil mi kardeşim?” diye muhtemelen az önce de sorduğu sorusunu pekiştirdiğinde fark ettim, bana bir soru sorduğunu. Evet, onu dinlemiyor, lisan-ı münasiple konuya nereden girebileceğimi düşünüyordum ve bu esnada bana yöneltilen sorunun içeriğini ve belki de aradığım fırsatın girizgâh imkânını kaçırıyordum. Sorunun içeriğini bilmediğim için kaçak dövüşmek zorunda kalarak onu kaçamak bir şekilde tasdikledim. Ancak o, “Sen de haklısın kardeşim de işte…” gibi bir cevap yerine, hayatının en büyülü hikâyesini geride bırakma ertesinde olduğuna inandırarak kendisini bu büyünün peşini bırakmamaya ikna etmemi temenni ediyordu. Fakat bu dünya, her temennimizin yerine getirilmesi gereken bir yer değildi ve kendisini birçok gerçeğin yanında bu gerçekle de yüzleştirme konusunda kararlıydım. Ben bunları düşünürken yine katılmamayı peşinen kabul ettiğim başka cümleler sıralamıştı ve ben yine düşüncelerimin esiri olarak söylediklerini dinlememiştim. Neyse ki duygularımın esiri olmak yerine, düşüncelerimin esiri olmayı yeğlediğim bir akşam yaşıyordum da bu durumun da çok üzerinde durmuyordum. Birası bitip de sigarası bitmeyince bir şişe daha almak üzere arka koltuktaki siyah poşete uzandı. Bu seferki küfürlerinin muhatabı, hedefindeki şişeyi alırken yere düşen siyah poşet oldu önce. Daha sonra da özlediğini iddia ettiği kadın. Bütün gece onu dinlemiştim ve son küfründen sonra artık dinlenen pozisyonuna geçmemin vaktinin geldiğini düşündüm. Bu düşüncelerin esareti altında konuşmaya başlamıştım ki elini kaldırarak beni susturdu. “Baksana bi’, bi’ şey paylaşmış mı?” diye sordu. İşte tam da o anda bir hata ederek yanımdaki adamın eski sevgilisini hala sosyal medya hesaplarımdan çıkarmadığımı fark ettim. Bunun bir hata olduğundansa biraz sonra emin olacaktım. Şu an sadece potansiyel bir hatanın tedirginliğini yaşamaktaydım. Bu durumun kendisini hiç ilgilendirmediğini, artık ayrıldıklarını ve bunları düşünmemesi gerektiğini söylediğimde çok sinirlendi. Aşk acısı çektiği ve sarhoş olduğu yetmezmiş gibi bir de sinirlenince iyice çekilmez bir adama dönüşmüştü ve daha fazla sinirlendirirsem tahammül eşiğimin taşacağını hissederek telefonumu çıkardım. Ne göreceğimi bilmiyordum, ihtiyatlı davranmalıydım. Zira eğer hesabında onun da mevcut durumla ilgili bir üzüntü imasına rast gelirsek gecenin bu saatinde kendisiyle iletişim kurmak gibi bir gaflete düşebilirdi. Bu gece kötü polis olarak kendisini gafletlerden korumakla yükümlü kişi bendim. Bu yüzden mesaj geldiğini söyleyerek telefonumu meraklı bakışlarından kaçırdım. Söz konusu kadının profiline girdim ve bir beyefendiyle geçirdiği keyifli bir akşamdan bir gönderiyle karşılaştım. Söz konusu akşamın gerçekten keyifli olup olmadığı önemli değildi, önemli olan öyleymişçesine bir paylaşım yapılmış olmasıydı. Önce kendisini takipten çıktım. Sonra telefonu arkadaşıma göstererek “Beni de çıkarmış kardeşim.” diye yalan söyledim. Aslında az önce gördüğüm şeyler, kendisini yüzleştirmek istediğim gerçekler konusunda kurabileceğim potansiyel tüm cümlelerden daha işlevsel olacaktı. Bir şey söylememe gerek kalmadan tekrar bir araya gelmeye dair içinde yaşayan tüm umutların katili olabileceklerdi. Ona bir sürü şey söylemek yerine sadece birkaç fotoğraf göstererek hiç zahmete girmeyebilirdim. Fakat bu gösterinin kuvvetle muhtemel birçok istenmeyen sonucu da olacağı için ona yalan söylemeyi seçtim. Zira buraya gelmeden önce kendisini aramaması için zor ikna ettiğim bu adam, az önce gördüğüm şeyleri görmüş olsaydı müteakip yıllarda kendisine ve az önce hakkında yalan söylediğim kadının eski sevgilisine duyacağı saygı oranında epey azalmalara sebep olacak şeyler yapabilirdi ve bunlara engel olmaya çalışmak, kuracağım tüm cümlelerden daha zahmetli olabilirdi. Bu akşamlık her gerçekle yüzleşmesine gerek yoktu. Hayatta her şey gibi gerçeğin de fazlası zarardı zira. Öyledir. Her doğru, her yerde söylenmez. Bu esnada, özlediğini beyan ettiği kadının kendisini tamamen gözden çıkardığından dem vurarak kapısını açtı ve haddinden ve gereğinden fazla içtiği için kusmaya başladı. Her öğürtüsünün arasında sayıklıyordu. Bu sayıklamalardan birisinde malum kadının isminin ardında özlem sıfatları belirirken diğerinde ağza alınmayacak küfürler beliriyordu. Ağza alınmaması gereken sıfatlar ve küfürleri fazla kaçırdığı alkolle birlikte kusarken onu izleyip doğru yaptığıma emin oldum. Zira eğer malum hanımefendinin beyfendiyle paylaştığı keyifli bir akşam fotoğrafını görseydi tıpkı benim gibi biraz daha aşağı inecek ve iki hafta önce aile arasında kıyılan nişan fotoğraflarını da görecekti. Eğer tüm bunları görseydi; muhtemelen kusmak için arabanın kapısını açacak vakti bile olmayacaktı. Sonrasında, kimsenin bir hafta önce tanımadığı birisiyle bir hafta içerisinde nişanlanması mümkün olamayacağı için muhtemelen aldatıldığını düşünecek ve bu düşünceler de istenmeyen bir sürü hadiseye mahal vereceklerdi. Bu yüzden doğru olanı yapmış, istenmeyen bir sürü şeyi önlemek için istemeyeceğim bir sürü cümle kurmayı göze almıştım. O, arabaya dönüp kapısını kapattığında yarım kontak çevirerek radyoyu açtım. “Hani akü sıkıntılıydı?” diye sordu. Radyoda Kibariye, İstanbul'un böyle bir keder görmediği yalanını söylerken onunla birlikte bu safsatayı bağırmaya başlamıştı bile. Onlarca medeniyete ev sahipliği yapmış; işgaller, savaşlar görmüş bir şehrin böyle bir keder görmemiş olma ihtimali yoktu. Böyle bir keder görmemiş olan kendisiydi ve gördüğünü zannettiği kederin bile çok daha beterini henüz görmemiş olmayı bana borçluydu. Er ya da geç görecekti, sadece şu an bunu görmek yerine Kanlıca'nın orta yerinde bir taşa uzanma arzusunu bağırması bu gecelik yeterliydi. Ama ona tüm bunları söylemek yerine sadece “Siktir et.” dedim. Ne de olsa bir şeyleri siktir etmeye alışması gerekiyordu ve ben bu gece ona sadece kısa ve net cevaplar verecektim.