Gün ışımadan önce uyanıp, sessizliği dinlemeyi seviyordu. Ancak bu yekpare sessizlikte kendini duyabiliyordu. Haberler, diziler ve bitmek bilmeyen distopik olaylarla örülü programlar olanca ağırlığıyla ruhunu sıkıştırıyordu. Yorgun bir ruhla pencerenin kenarına oturdu. “Ne çok acı var birbirine teğet geçen ama diğerini de kanatan” dedi. Yorgunluğunun hükümsüz olduğunu biliyordu çünkü uzun bir süredir sıkışan kalbi toplumun tüm üyelerinin sessizliğiyle birleşmiş haldeydi. Birleşmekle bütünleşmek arasındaki farkı düşündü. Kuşkusuz birleşmek destekleyici ve hemhal olmakla ilgiliydi. Oysa bütünleşmek aynılaşmak ve bir tarafın anlamını ister istemez kaybetmesiydi.


Güneş belli belirsiz ışık saçmaya başlarken masanın üstündeki okunmamış kitaplar, yarım kalan kitap denemeleri, toplum ve birey üzerine düşüncelerin yer aldığı notlar ona bakıyordu. Bir anlamı var mı bunlarla uğraşmanın? Değer miydi? Bilmiyordu... Balkon kapısını araladı, içeriye giren serinlik uzun süredir düşünmediği şeyler düşündürdü. Mavi bir gökyüzü, yıldızlar, demokrasi, yoksulluk.... Olmuyordu, her olumlu kavram olumsuz bir olgu ile sonlanıyordu. Hayal kurmak ve düşünmek anlamsızdı çünkü tüm anlamlar kristalleşmişti.


Kuşlar cıvıldamaya başlamıştı, güneşin ilk ışıkları gözleriyle buluşmuştu. Dinledi ve duydu kendi sessizliğini... Bitmiyordu tırmanmaya çalıştığı yokuşlar. Aklına ansızın küçükken kaçarak zor kurtulduğu kangal köpeği geldi. O ilk kaçışıydı ancak son olmayacaktı. Nefes aldığı her an bu kaçış anına sıkışmış, bir tekrardan ibaretti. Bir daha kaçıştan öncesine dönemedi ruh hali çünkü yaşamın dayanılmaz ağırlığının gölgesinde kaçışın verdiği özgürlükten başka bir şey bulamamıştı.


Martı sesleri geliyordu, hak etmedikleri bir hayatı omuzlarına yüklenerek işe giden hayalsiz insanları izliyordu. Tüm koşullar; çocukluğundaki heyecanı, büyük bir insan olma hayalini ve şiir yazma yeteneğini yerle yeksan ederken var olmanın dayanılmaz sanrısı onu bir “tutunamayana” dönüştürmüştü. Sevgiye, selama, denize, şimdiye, cips yemeye, çay demlemeye ve kahve eşliğinde bakılan fallara tutunamıyor, bütün anlamlardan azade bir düşüş sürekliliği yaşıyordu.


“Savrulmanın sürekliliği ve zamanın bütüncül bir biçimde insanları içine hapsetmesi düşüşün fark edilmemesine neden oluyor” diye mırıldandı. Yine sesler çoğalmış, düşüşünü fark ettiği siyahlık aydınlanmıştı. Bu sabah da bir çare bulamamıştı kırılan hevesleriyle yorulan hayallerine. Zaten çare aradığı da söylenemezdi. Ceketini giydi, elleri buz kesilmiş haldeydi zar zor düğmelerini ilikledi. “Bu cekette ne dayanıklı çıktı, oysa insan bu kadar dayanıklı değil” diye söylendi. Yanından hiç ayırmadığı cep saatine baktı, zamanı gelmişti. Yalnızlığıyla birlikte yürümeyi seviyordu, kalabalık arasında kalbini baskılayan travmatik sesler kısılıyordu. O an düşündü, “kısılan sadece sesler değil, ömrüm..” 


Uzun zaman olmuştu “akciğerinizde bir lezyon saptandı” denildiği... Ruhunu boğan şeylerden nefes alamaz hale gelişinin somut sonucunu öğrendiğinden bu yana huzursuzlukları az da olsa azalmıştı. “Gitmek, nefes almaktır” diye düşünüyor, arza yürüyecek olmanın muazzam ferahlığı onu özgürleştiriyordu.


Caddenin ortasına geldiğinde durdu, etrafına baktı. “Bunu defalarca yaşadım, kurtuldum bir şekilde. Ancak bütün bir coğrafyanın ait olmadığın bir yer haline gelmesi... İşte buna yok bir çözüm” dedi. Bir daha bu denli anlamlı bir yürüyüş, bakış ve serzenişte bulunamayacaktı. Cep saati ahşap bir kutuya hiç olmayan evladına verilmek üzere saklanırken o yekpare sessizlik kırılmıştı.