“Beni de yaz, dayanamıyorum artık, çürüdüm.” dedi.

Yanımda beliriverdi birden. Ne diyeceğimi, ona nasıl davranacağımı bilemedim. Yazmak için, bol bol kiraz ağaçlarının olduğu yanlarında da üzüm bağının olduğu, rüzgar sesinden yaprakların “hışşş hışş” yaptığı bir tarladaydım. Benim asıl amacım, yere düşen kirazları inceleyip onların toprakta çürümüş kokusunu içime çekmekti. Kirazların neden çürüdüğü alenen belliydi. Dalından düşmüşlerdi. İnsanlar da tutunacak dalları kalmadığı zaman böyle çürürlerdi. İnsanları meyvelere benzetirdim. Tatlı bir meyve ile iş adamı “Hulusi” diye bir öykü kurmuştum kafamda. Öykünün sonunda Hulusi iflas ediyordu. Yalan söylememek lazım gelirse kafamda kurduğum öykü hiç hoşuma gitmemişti. Ancak yazmam, kafamı boşaltmam gerekiyordu. Bir ara babasının bağ verdiği, oğlunun da bir salkım üzüm vermediği öyküyü bile yazmak gelmişti aklıma. Yazamadım. Boş boş defterime bakıyordum. Bir anda gelen rüzgar defterimi uçurmuştu. Defterimi tam tutacak oldum, sadece bir sayfayı koparabildim. Elimde bir sayfa, bıçakla kazıdığım kalemim, başımda tanımadığım bir adam vardı.

    

“Ne diyorsun? Neyi yazayım?” dedim. “Salağa yatma! Hem senin benim tarlamda ne işin var bakayım?” dedi. “Ne bileyim, oturdum işte öyle. Hem sen nereden biliyorsun benim yazdığımı?” dedim. “Elinde kalem kağıt var işte, besbelli yazıyorsun. Başka hangi adam elinde kağıt kalemle tarlada oturur? Hem ben seni kasabada da gördüm. Elinde sürekli kalem kağıt, kahvede bütün gün oturuyorsun; insanları dinleyip not alıyorsun. Yaz işte beni de.” dedi. Doğruydu, bütün gün kahvede oturup insanları dinliyordum. Kahvedekilerin çay höpürdetmeleri, çay karıştırmaları, ıstaka sesleri arasından sahi bir öykü arıyordum. Bulamamıştım. “Neye dayanamıyorsun?” diye sordum. Sağ eli ile şapkasını çıkarttı, beş parmağı ile saçını kaşıdı. “Yazacaksan anlatacağım, yazmayacaksan hiç konuşturma beni!” dedi. “Tamam, sen anlat, yazacağım.” dedim. Yetmişli yaşlarında boyu neredeyse kiraz ağaçları kadar olan bir adamdı.

     

“Bizim köyümüzde herkes akrabadır, herkes herkesi tanır anlayacağın.” dedi. “Bütün köylerde herkes akrabadır amca, bunu mu yazacağım?” dedim. Gerçekten de bir öyküye böyle başlanmazdı. “Yahu çocuk! Ben anlatayım, sen eklersin işte, bak sözümü kesmeyeceksin!” dedi. “Tamam, sözünü kesmeyeceğim ama beğenmezsem söylerim, darılmaca gücenmece yok amca.” dedim. “Her neyse işte, herkes herkesi tanır. Ahmet vardı bizim köyde, çok iyi top oynardı. Top dediysem de öyle senin bildiğin toplardan değil, analarımızın yazmalarını toplar, içine taş koyar, onları bir güzel sarar, öyle oynardık. Ahmet de hem iyi top oynuyordu hem de köyün en yakışıklısıydı. Köyün kızları hayrandı Ahmet’e. Ben ise tek bir kıza hayrandım, evlenecektim onunla. Kafama koymuştum. Benim kız da Ahmet’e hayranmış. Ben de bunu anlamıyordum. Kardeşim dünyaya bir kere geliyoruz. Eğer ben sevdiğim kızı alamayacaksam, ben bu dünyaya neden geldim? Herkes sevdiği ile evlensin işte. Gerçi öyle olursa siz öykücüler ne yazacaksınız öyle değil mi? Milletin aşk acısından yararlanıyorsunuz. Neyse! Babamın yanına gittim, böyle böyle dedim. Bana bu kızı al baba, yoksa ben berduş olacağım dedim. Babam da dur bakalım, hasat bitsin, bakarız, bir hal çaresini buluruz dedi. Hasat zamanına daha bir yıl var, Ahmet puştu da gittikçe yakışıklı oluyor. Ben hasadı beklemek istemiyordum. Biliyordum ki Ahmet de benim evlenmek istediğim kıza yanıkmış. Deliriyordum. Sakince düşündüm. Herkesi topladım, maç yapalım dedim. Maç başladı, Ahmet yine döktürüyor. Ben planı kurmuştum ama, iki top vardı, birisine çok ağır taş koymuştum. Herkesin dikkatini dağıtarak topları değiştirdim. Top ayağıma geldi. Ahmet’in malum bölgesine bir vurdum topla, yere kapaklandı.

   


Herkes başına üşüştü, çok değerli Ahmetleri zarar görmüştü. Zerre umursamadım. Aradan bir iki hafta geçti, Ahmet evden çıkmıyor. Planım kusursuz ilerliyordu. Sonrasında herkese Ahmet kısır olmuş yalanını söyledim.” dedi. Bu ne büyük bir kötülüktü, insanın istediğini almasındaki her yol sahiden bu kadar mübah mıydı? “Yahu amca, tamam bir eşeklik etmişsin.” dedim. Gözlerini bana dikti. “Hiç öyle dikme gözlerini. Bu yaptığın eşeklik değil de ne?” dedim. “Tamam, neyse ne. Gel zaman git zaman adı kısır Ahmet’e çıktı. Artık hiçbir baba kızını Ahmet’e vermezdi. Dürüst olmak gerekirse biraz üzülmüştüm. Annemi, hayran olduğum kızın annesinin yanına gönderdim. Anlaşmışlar, evlendik.” dedi. “Bu kadar mı? Ahmet’e ne oldu? dedim. “Ahmet insan içine çıkamaz oldu, sonralarında içimde bir boşluk oluştu. Benim hanım ikinciye hamileyken babam öldü. Aklıma bir fikir geldi. Kız kardeşim vardı. Sakattı. Artık evin reisi ben olduğuma göre bütün kararları da ben verebilirdim. Annemi ve hanımı Ahmet’in ailesinin evine yolladım. Annesi kabul etmiş. Babası da biz sakat kız alırsak bir tarla isteriz demiş. Tarla da verdim. Evlendiler. Sakat kardeşim ile kısır Ahmet’i everdim. Herkes mutlu gibiydi. Ya da ben öyle olsun istiyordum. Taa ki! “ dedi. “Amca taa ki ne?” dedim. “Ahmet eve bir gün sarhoş gelmiş, kız kardeşime ilişmiş, karısıdır sonuçta. Sonradan öğrendik ki kardeşim hamile kalmış. Kimseye söylemedik. Ahmet de bunca zaman sonra yorulmuştu, bakın ben kısır değilim diye ortalarda dolanamazdı. Takati kalmamıştı. Kız kardeşim erken doğum yaptı. Öldü. Ahmet de dayanamadı, intihar etti. Yeğenimi de çocuk esirgeme kurumuna verdik.” dedi. Bu olaya nasıl tepki verilir bilmiyordum. Amcanın yalan söylediğini bile düşünmüştüm. “Amca sen yazmışsın, oynamışsın, çizmişsin zaten, ben bunun üstüne ne yazayım?” dedim. “Ben bunu kimseye anlatamadım, birine anlatmam gerektiğinin farkına vardım. Sana anlattım. İster yaz, ister çiz, ister küfret.” dedi.

Amca uzaklaştı, ben ise elimde kalan son sayfaya şu satırları yazmıştım: İnsandır ki kötülüğü kuran, insandır ki kötülüğün içinde yüzen. Ki bilmez kötü olan nedir?

Birden kiraz ağaçları çürümeye başlamıştı. “Çürümüş bir şeyler vardı.” Bu hikaye çürük kokuyordu, yazmamaya karar verdim.