Kişisel bir intihar bu. Hayattaki hazımsızlığımın bütün bir evrene nüksetmiş hali. Kendimi her şey gibi hissediyorum, halbuki hiçbiri değilim. Her yerdeyim ama hiçbir yerde de değilim. Küçük bedenime sığmayan bu aciz ruhumda gitgide büyüyen bir aidiyetsizlik taşıyorum. O aidiyetsizlik nereye gidersem gideyim peşimden geliyor, kafama alacakaranlık gibi çöküyor, bütün zihnimi kendine mesken ediyor. Bazen fazlaca yağmur altında kalmış bir çorap gibi, bazen ise kadehte küçük bir kısmı kalmış şarap gibi hissediyorum. Hepsi ya bir amaç uğruna kullanılıyor ya da köşede öylece bırakılıyor. Asla hak ettiği değeri görmüyor, hak ettiği bir değer olmasa dahi...

Bir insan gibi hissetmeyeli uzun zaman oldu, ben nedense kendimi hep çıkıntı nesnesi gibi hissediyorum. Başkaları da öyle hissediyor mudur acaba? Bence beni en çok hayattaki yalnızlığından dolayı her gece karnına ağrılar giren yaşlılar isterdi. Çünkü onlar, bu hayatın en yalnızlarıdır. "Yalnız doğsak da yalnız ölmeyiz." sözünün en büyük yalancıları, bu yalanın kirli kefaretilerdir. Ölen bir eş, çil yavrusu gibi dağılan çocuklar, kaybedilmiş bir gençlik... Geriye sadece acılarla ve anılarla bezeli bir ruhun dışında, ölmeye yüz tutmuş bir beden kalır. Yalnızlık büyür ve büyür, içlerine sığamayacak hale gelene kadar sessiz sedasız ilerleyen fakat buzdağına çarpacak bir gemiye benzer. O insanlar öyle yaşlı ve öyle yalnız ki karşılarında bir put misali durup, anlattıkları şeyleri çehremde hiçbir mimik oynatmaksızın dinlediğimde bile bana bir şeyler anlatma şevkleri kırılmayacaktır. Beni gitgide objeleştirecekler, hatta ve hatta yağmurda ıslanmış o çoraptan veyahut yarım kalmış şaraptan daha değersiz hale geleceğim. Nefes almam ve diğer hayati fonksiyonları karşılayan bir canlı olmam onlar için pekala yeterli olacak. Bitkinin üst sürümü. Bu seferkinin yaprakları değil, yanlardan uzayan iki kolu ve aşağıdan sarkan iki bacağı var. Fakat niyeyse hep somurtuyor, hayata dair hiçbir amacı da yok. Her geçen saniye onun için ölüme yaklaşmak değil, korkudan son veremediği hayatının bitişine değin geçen süre. Evet evet, ölüm değil, korkudan son veremediği hayatının bitişi… Çünkü o bu hayatı yaşamaya değer görmüyor. O, anasının rahminden çıktığından beri bir nihilist. Turgenyev görse gurur duyardı, sadece tek bir eksik noktası var. O, diğer nihilistlerin aksine düşünmeyi de sevmiyor. Hiçbir değeri, etik ahlakı veya olguyu kafasında tartmıyor. Tek yapmak istediği yüzüne hafiften ilkbahar meltemi eserken bembeyaz ve hoş bir çiçek kokulu yorganın arasında kış uykusuna dalmak.

Söylenilene göre saatlerce yataktan da çıkmıyor. Dişini fırçalamak, banyo yapmak, su içmek bile ona artık zaman olarak geliyor. Arada sırada gözü, komodinin üstündeki kız çocuğuna takılıyor. Küçük, küçücük kız çocuğu… Gözlerinde yaşamın berrak pırıltısını taşıyan kız çocuğu... Forması yırtık, iki ön dişi düşmüş, saçları örülü, kız çocuğu... Babasının kızı, babasının onu her ebeveynin yaptığı gibi ileride çok iyi yerlere geleceksin dediği kız çocuğu… Babasından başka hiçbir varlığı olmayan kız çocuğu… Peri masallarının olmadığını ve asla var olmayacağını, anası onu doğurduğu gibi öksüz kalınca anlayan kız çocuğu... Sadece on altısında, babasını kaybedecek olan o kız çocuğu...


Sonra ne mi oluyor? Ne olacak, depresyona giriyor. Güçsüz bir kişiliği olduğu için aşamıyor depresyonu, parası da yok psikiyatriste gidecek. Hem psikiyatriste verilen parayı da boşa çarçur edilen para olarak görüyormuş. Ona göre, onca parayı verip deli zihninin düzeltilip düzeltilemeyeceği ile alakalı meçhul bir yanılgıya düşmektense yağlı saçların arkasındaki kırık kafayla yaşamak daha mantıklı.


Onu yargılamayın. Ona acımasız laflar etmeyin. Ona, bir böcek muamelesi yapmayın. Ölürse üzülürsünüz. Öldüğünde üzüleceksiniz.


Sonra da unutacaksınız. Tıpkı ıslanmış çorap ya da yarım kalmış şarap gibi…