Amerika’dan yeni dönmüştüm. Yerlilere ait hatıratları kovalamıştım Amerika’da. Kıtanın keşfi söz konusu olduğunda birçoğunun yüreği gururdan kabarırken; kıta sakinleri tarafından okumak istemiştim bu coğrafi keşfi. Gelenler çabuk sahiplenmişti o toprakları. Yerliler yabancı kalmıştı bir anda topraklarına. İspanyol ruhbanları geldiğinde yaşananlar pek anlatılmıyordu. Tarihin ilk misyon görevi bu yeni karaya yapılmıştı. Misyon ise yerlilerin içindeki şeytanı, yani gaspa razı olmayanları, yani topraklarından ayrılmak istemeyenleri, yani alışkanlıklarını ve inançlarını demir parçalarına değişmek istemeyenleri yakma işine verilen o addı. Misyon! Bu kelime bizim karşımıza çıktığında masum bir kelime olabilir. Fakat yeni kıtadaki bir yerlinin karşısında kurduğunuz cümlenin içinde geçirirseniz bu kelimeyi o anda yanmış et kokuları saçılır etrafa. Siz belki sonra öğrenir ve bilirsiniz yaşananları. Belki utanmadan onları anladığınızı söyleyebilirsiniz. Yanmadan onların ne çektiğini nasıl bileceksiniz? Bulduğum hatıratta detaylarıyla anlatılmıştı şeytan çıkarma misyonları! O kadar net ifadeler ve gerçeğin yalınlığıyla yapılmıştı ki bu anlatım, okurken burnuma yanık et kokusu geldiğini itiraf etmeliyim. Uzun bir süre yemek yiyemedim. Hem midem hem başım uzun süre ateşin üzerinde unutulmuş bir kazan gibi kaynadı.

Yolum üçüncü kez Fransa’ya düşmüştü. Yeni kıtada mideme oturan yangınlardan kurtulmak için uzun süredir kovaladığım bir uğraşın tekrar peşine düşmem gerekti. İmzasız yayınlanan “Savaşın şaşkın hali; Yüzler” ismiyle okuduğum günlüklerin izini sürüyordum. Böylesine bir iç yolculuk öyküsünün kelimelerle ifade edilebileceğine inanmak benim için çok zordu. Yüz hatlarının bir grameri olduğunu ve konuşulan tüm dillerden daha etkili olabileceğini tecrübe etmiştim. Elimde seksen beş tane günce vardı. İlk on günce eksik. Yüz güncede tamamlanacağı söyleniyordu. Hepsine birden sahip olan tek kişi olabilme ihtimali iştahımı kabartmıştı. Eksiklerimi tamamlamalıydım. Hem onları bulmak istiyordum, hem de yenileri yayımlandığı için yazarını merak ediyordum.

Tahminim yetmişlerinde bir hanımefendinin kaleme almış olmasıydı. Tüm bu anlattıklarını zihninde aynı güçle tutabilmesi için savaş zamanı çok küçük olmadığını, bir genç kız olduğunu düşündüm. Saçları iki yandan örülmüş, ergenliğinin başlarında... Avamdan olmadığı belliydi. Yazdıklarından anlaşılan; saygın bir ailede, para sıkıntısı çekmeden yaşamıştı. İyi eğitimliydi. Yoksa bu günceleri neden yazmaya karar versindi... Yazılmadığı zaman, bir acının yaşanmasının ne hükmü kalırdı...

Yazılmayınca, anılmayınca, hatırlanmayınca yaşananlar... yaşanmış sayılır mıydı?

Manş denizinde cereyan eden ve “Schlieffen Planı” olarak bilinen Alman çıkarması esnasında savaşa yüzünü dönüp, savaşa sırtını dönen insanların yüzüne bakmış olmalı. Her bir olayda bir yüzün hatlarından okuyordu savaşı ve yazıyordu. Fotoğrafik hafızası olmalıydı. Onca yüzün hiçbirini unutmamıştı. Gerginliklerinden mimiklerine, kirpiklere takılıp düşemeyen yaşlara, şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmış gözlere kadar muazzam detaylar içeriyordu. Ölüm korkusunun ve bir bilinmeze yürürken ardına bakmadan yol almanın psikolojisini öyle güçlü yansıtıyordu ki. Sanki bir resim sergisindeymişsiniz gibi hissederdiniz kendinizi okurken. Çok etkileyiciydi. Almanların kendilerini başkalarından üstün görmelerine sebep olan neydi ve öldürme hakkını neye göre kullanıyorlardı? Savaşlara ve savaşta öleceklere, evi yıkılacaklara kim karar veriyordu? Bu soruları sıkça sorar, çok zaman sorarken verirdi cevapları.

Günlükler kadar ilgimi cezbeden bir şey daha vardı Fransa’da…

Eyfel kulesini yine görmezden gelip varoşlarında takılmayı tercih ettiğim bir gezide tanışmıştım onunla. Kızıl saçlı, sol gözünün kenarında bir ben olan, delici bakışlı güzel bir kadındı. Dalgalı saçlarına rüzgar değdiğinde yavaşlardı zaman. 16. yüzyıldan kalma bir tabloya baktığınızı zannederdiniz. Yeri incitmemek için nazikçe atardı adımlarını. Bez çantasını taktığı sol kolunu kalbine kadar çekerdi hep. Aynı pansiyonda bulurdum onu. Aynı kafede içerdi kahvesini. Sesini hatırlamaya çalıştım. Sesini hiç duymamıştım. Kahvesini içerken –eğer kitap okumuyorsa- uzaklara dalardı hep. Bakışlarını gönderdiği adresin geri dönüşü zordu herhalde. Bu yüzden çok göz göze gelmezdi sizinle.

Göz göze gelmemekte fayda vardı. İnsanı delip geçecek bakışları vardı çünkü.

Bu pansiyonu tercih etmemin sebebi biraz bu. Karşısındaki odada kalıyorum. Gündüz pek görünmez, gece lambası hiç sönmezdi. Kapı önünde karşılaşmak için uzun zaman üzerimde paltom, elimde şemsiyem kapıda beklediğim doğru. Buna rağmen arada pansiyonun önündeki dar sokakta yola serpilmiş masalarda kahve içerken karşılaşırdık. Onun odasından direk dışarı açılan bir kapı olup olmadığı ile alakalı merakıma sebepsiz diyemezsiniz. Bu gizemli hali beni fena etkilemişti.

Aradığım günlüklerin hepsini çok sevdiğim bir dostum hediye etmişti bana. Ona da başkasından ulaşmış. Yaptığımız araştırmalar getirmişti beni buraya. Pansiyon ve kafe seçimimin sadece bir kadın yüzünden olduğunu söylemedim zaten. Sebeplerin birden çok iki ile olan irtibatını sevmemin sebeplerinden biri daha. Bu civarda bir sahaf olmalıydı günlüklerin kaynağı. Her gün belli aralıklarla geziniyordum etrafta. Kitapçılara girip çıkıyordum. Yazar kasası olan, yahut barkod okuyanları direkt es geçiyordum.

Kıymetli olanı kategorize edemezsin çünkü.

Elimdeki günlüklerin bir özelliği de şu: Bir okuyucu silsilesi var. Her seferinde sadece on nüshası oluyor. Her nüsha aynı kalem ve aynı el tarafından yazılıyor. Yazar kolay ulaşılsın istemiyor. Her okuyan köşesine notunu düşüp bir başkasına veriyor –yahut satıyor, iyi para ediyor çünkü- elindekileri. “Kim okur canım” dediğinizi duyar gibiyim. Bu özel ilişkinin tarafı çok olamaz zaten.

Ayağa düşemez böylesi bir ilgi!

Böyle bir aidiyet globalleşen dünyanın kodlarına ihanet sayılır çünkü. Çünkü özeli kalmayan hayatımızda “özel” bir an için ömrünü feda etmeye razı insanlar var. Bunlar az olmak zorunda. Bir ordu çok kalabalık olabilir. Ama gemileri yakma görevi sadece bir askerin harcıdır! –bu arada o askerin günlüğü de bende. Kıskanmak yok. Onu da başka zaman anlatırım-

Kafede her zamanki masama kuruldum. Hem pansiyonun girişini hem de yolu görebileceğim bir masa seçmiştim kendime. Kahvemi söylemek zorunda kalmadım. Müdavimliğin nimetinden faydalanıyorum burada.

O sıralarda sadece tek bir nüshası olan, tabii ki el yazması, İspanya’da bir sahafta bulduğum “Tüm renkler siyah kalemle yazılır” isimli günceyi okuyordum. Televizyonun hayatımıza ilk girdiği zamanlarda yazılmış olsa gerek. Okuduğum bölümde “Siyah beyaz akıyor herşey televizyonda. Kafasını toprağa gömercesine insanların etraflarında dönen onca renge bu kadar kayıtsız kalıp bu aletin içine düşmelerini anlamıyorum!” diye başlayan serzenişlere hak vermekle meşguldüm.

Kitabın hikayesi daha enteresandı…

Aslında yazılması planlanmış bir günce değildi. Anlatılmıştı sadece. Dinleyenin notlarından oluşuyordu. Okumaya başladığımda anlamıştım. Yazılmış olamazdı zaten. Kapak niyetine iliştirilmiş sayfayı ne zaman açsam, sözcüklerin sahibi sanki yanıma oturuyor ve anlatıyordu bana. Bazen masaya iki kahve söyleyesim geliyordu. Sanırım bu yüzden. Evet bu kitap, kelimelerin sahibine ait değil. Kelimeleri duyanın yazdıkları! Duyduklarını anlatamazdı başkasına. Bu yüzden yazmak zorundaydı. Kağıda döken kişinin dilsiz bir kız olduğunu yayımcı notunda görünce şaşırmak makul bir seçenekti benim için. Onunla sohbet eden arkadaşı ise kalabalıklardan rahatsız, bu rahatsızlığı yüzünden iyice asosyalleşmiş dinleyenin yaşıtı bir kız olmalıydı. Karşılık vermediği -veremediği demeliyim belki- için dilsiz arkadaşıyla uzun uzun sohbet edermiş. Hem yalnız kalmıyor, hem de sesli düşünürken onu rahatsız edebilecek sesleri engellemiş oluyordu.

Konuşamayan o kıza yazamayacağını söylememiş kimse!

Tüm bu yaşananlar sadece keyfimi artırıyor. İyi ki o kız kalabalıktan kaçmış, iyi ki dilsiz başka bir kıza anlatmış, iyi ki o kızda bunları başkasına anlatamadığı için yazmış! Anladınız mı beni? Elimde tuttuğum kitabın hikayesini kavrayabildiniz mi? Asla elinize alamayacağınız bir kitap olduğu için üzgünüm. Bazıları -benim gibi- doğuştan şanslı oluyor işte. Neyse konu dağılmasın. Dilsiz kız yazdıklarını bahçedeki menekşelerin dibine, bir poşete sararak saklarmış. Bu eyleminden, yaptıklarının bilinmemesi gerektiğini çıkarıyorum. Sebebini içimde aradım ama bulamadım. Onu izleyen komşusu, ikilinin sohbetlerinden haberdar olan bir matematik öğretmeni geceleri alıp sabah yerine bırakırmış kağıtları. Bize o öğretmenden ulaşmış oldu. Kendi hikayesini de ekleyerek sadece tek bir kopya hazırlamış. Bir matematikçiye nazaran el yazısına hayran kaldığımı söylemeliyim. Tebrik etmek isterdim nefes aldığını bilseydim. Nefes aldığını bilseydim tanışmak isterdim mutlaka. Uzun zaman izini aradım. İçim, bir miktar endişeyi hep taşırdı. Yazının gücünün sözde pek bulunmadığına şahit olmuştum. Yazarıyla tanışıp hayal kırıklığına uğradığım metinler ve hatıratlar da vardı. Bir anda hayran olduğum hikayeden soğuyuvermiştim. İyi fiyat verene satmıştım hemen. - kolay kolay elimdekileri çıkarmadığım için satmak kolay oluyordu. İyi bir referanstım sonuçta. Hem gezilerimi bir şekilde finanse etmek zorundayım.- Fakat bu öğretmeni içtenliği ve kayıtsız kalmayışı için en azından tebrik etmeliydim. Eğer geride bıraktığı birileri varsa onlara bu öğretmenin önemli biri olduğunu söylemeli, gurur duyulmasını sağlayacak bir sebep vermeliydim geride bıraktıklarına. Hiç evlenmediği için bir mirasçısı da kalmamıştı. Görev yaptığı okulu, panoya asılmış siyah beyaz bir resmini gördüm. Hakkında malumat sahibi olan birkaç kişi ile görüştüm. İçine kapanık, görevine aşık biri olarak tanımladılar. Öğrencilerini çok önemsediğini söylediler. Onlara böyle aktarılmıştı. Sevilen biri olduğu belli. Kitabın üzerinde tarih olmadığı için tüm bu olanların ne zaman yaşandığını satır aralarından çözmeye çalışıyordum. Bir mezarlığa kadar sürdüm izini. Bir numara bulmuştum sadece. Ne isim ne tarih vardı üzerinde. Kamburlaşmış bir toprak parçası sadece. Bir demet menekşe bıraktım mezarına. Şimdi kitap yazmak için saçmalayan onca insanı ve yazdıklarını görünce zahmetli de olsa uğraşımı seviyorum. Bende yazarları tarafından basılmamış, bir başkası tarafından ciltle buluşan kitapları arıyorum. Hem arayış güzel, hem de elime geçecek olan hazinenin keyfi garanti. Daha kitabı okumadan hikayesiyle tanışmak çok keyifli. Bu keyfi anlatmamı beklemeyin çünkü anlatamam.

Çünkü bu hazzı anlatabilecek bir gramer yok daha…

Kızıl saçlı, delici bakışlı ve gizemli kadın yine aynı masaya oturdu. Deri bir çantası vardı bu sefer yanında. Eski bez çantasına bir şey mi oldu acaba diye geçti içimden yalan yok. Üzerinde krem rengi bir kaban vardı, saçlarının rengini iyice ortaya çıkaran…Ona bakmamdan rahatsız olduğunu hissettim.

Kitaba döndüm yine.

Muhtemelen bu iki arkadaş Sicilya kıyılarında yaşıyorlardı. Gelen gemileri izledikleri anlardan çıkarım yapıyorum. Tunus’tan gelen gemilerden herkes sınıfına göre iniyormuş. Bizim uçarı kızın kendi dilinden aktarayım size; “İyi giyimliler geminin ön tarafından iskeleye süzülüyor. Yan taraftan bir kapak açıldı. Gördün mü? Direkt suya atlıyorlar. Eyvah! Kadın az kalsın çocuğunu suya düşürecekti. İyi giyimlilerle, derisi daha kavruk olanlar aynı sahile de çıkmıyor. Kaçak yolcu olsalar diyeceğim ama saklandıkları yok. Onları arayan da…Görüyorsun değil mi? Dünya hep güzel. İnsan bozuyor herşeyi. Ona bu hakkı kim veriyor acaba? Beyaz adamın iyi elbise giyeceği, kavrukların geminin yanından suya atlayarak sahile çıkması gerektiğine kim karar veriyor? Kaldırsa kafasını ikisi de, baksalar göğe bir defa, gök mavi! İkisi için de gök mavi, deniz mavi iken, ağaçlar hep yeşil, yüzler hep farklı iken kim kimden üstün oluyor. Kim koyuyor bu kuralı?”

Burada durmalıyım biraz. Kafamı karıştırdı bu kız. Irkçılığı okumaya çalışıyordu. Adı ve tanımı var diye kabullendiğimiz bir durum gibi geldi bana. Tanımlamak yerine tanımazdan gelseydik, en başında hayatımıza bu kadar nüfuz eder miydi bu kavram? Ayağa kalksaydık ilk duyduğumuzda? Paranın, gücün, çoğunluğun hak sebebi olamayacağına inanıversek, bunu yüksek sesle söyleyebilecek cesaretimiz olsa dünya böyle mi olurdu?

Cevabı yok bu sorunun, biliyorum…

Kapattım kitabı. Garson kız yanıma geldi. Her zaman tebessüm etmeyi nasıl başardığını sormak istedim. Ukalalık yapmış olmaktan endişe ettiğim için sormadım tabi. Kahvemi yine soğuttuğumu, yenisini isteyip istemediğimi sordu. Ne yalan söyleyeyim kahve içmeye ihtiyacım var. Tebessümle cevapladım sorusunu. Garson kız içeri girerken gözüm yine kızıl saçlıya takıldı. –tamam itiraf ediyorum, aklımdan hiç çıkmıyor- Büyük fincanını iki avucunun arasında sıkıyor, küçük yudumlar alıyordu arada. Ona bakarken diğer duyu organlarım görevini yapmak istemiyordu. Görüntünün böyle bir gücü vardı işte. Ellerini ilk defa bu kadar net görmüştüm. Yüzük yoktu parmaklarında. İz de yoktu!

Ümit etmeli miydim? Ne güzel olurdu…

Kitap okurken nadir gördüm onu ama kitaplarımın hikayelerini anlatsam; belki benimle seyahat etmek hoşuna bile giderdi. Hem ben makus yalnızlığımla vedalaşmanın yolunu bulurdum. Yoksa bana ayak bağı mı olurdu? Ya birgün seyahatlerimle kendisi arasında bir tercih yapmamı isterse... ya onu seçemezsem...önceliklerimi hiç bu kadar net düşünmemiştim. Bunları düşünürken gözlerimi kızdan hiç ayırmadığımı farkedemedim. İşte ne olduysa o anda oldu. Kızıl saçlı delici bakışlarıyla bana baktı. Ne yapacağımı şaşırdım. Utandım. Kalkmak istedim. Ani hareket yapmış olmalıyım ki yeni kahvemi getiren garson kızı göremedim. O kahveyi bugün içemeyeceğim belliydi. Sonra tekrar kızıl saçlıya baktım. Tebessüm ediyordu. Rahatlamıştım. Garson kızdan defalarca özür diledim. Hala gülümsüyordu üzerine dökülen kahveyi temizlemeye çalışırken. Tekrar döndüğümde kızıl saçlının masası boştu. Yola baktım. Deri çantasını omuzuna asmış hızlı adımlarla yürüyordu. Kısa bir hesaptan sonra peşine düşmeye karar verdim.

Parmağını boş gördüğüm o anın içine öylesine görüntüler sığdırmıştım ki... Beraber çözdüğümüz şifreleri, gezdiğimiz ülkeleri, bulduğumuz eserleri okumak için birbirimizle yarışıp ilk kim okuyacak diye yeni oyunlar üretişimizi o kadar canlı hissetmiştim ki... Hatta uzun zamandır peşinde olduğum Selahaddin Eyyubi'nin günlüğünü aramak için beraber Kudüs’e gittiğimizi, bir sürü macera yaşadığımızı, sonunda günlüğü bulduğumuzu fakat heyecandan neredeyse bir ay boyunca bir sayfasını bile açamadığımızı...O kızıl saçlarını Kudüs fonunda öylesine net görmüştüm ki. Zeytin Dağı’ndan Mescid-i Aksa'yı izlerken Cehennem Vadisini gölgeyen saçlarının tarihin ötesinden kokular getirdiğini duyumsamıştım. Geceleri şömineyi yakıp, çaylarımızla elimizi, battaniye ile sırtımızı ısıtıp günlüğe saatlerce bakışımızı, yüzük parmağını, nikah akdimizi, mehir olarak benden en sevdiğim gizemi isteyişini...

O an ayağım takılmasaydı içinden çıkmayı hiç istemeyeceğim bir düştü bu. Bir an ama öyle uzundu ki...

Arnavut kaldırımlı sokaklarda bir yolculuğa başlamıştık. Nefes alışverişlerim sıklaştı. Sosyopat bir tarafım olduğunu kendime itiraf ettiğim zamanlarım vardı. Ama bir kadını böyle takip etmek…Doğru gelmiyordu ama yürümek zorunda hissediyordum kendimi. Ya dönüp bakarsa ve görürse beni. Ne söyleyebilirim diye senaryolar gezdirdim kafamda.

Bulduğum hiçbir yalanın muteber bir tarafı yoktu. Ya gerçeği söylesem…

Nedenlerim tanımlanmamıştı daha…daha çok bence ve bencilceydi!

Ara sokaklarda dolandık bir süre. Hiç kalabalığa karışmadık. Notre Dame katedraline çıkan sokağa girdiğimizde rahatlamıştım biraz. Tanıdık görüntülerden cesaret topladım biraz. Kızıl saçlı katedrali es geçip dar bir çıkmaz sokağa girdi. Arada bir omzunun üzerinden bakıyordu. Beni görmüş müydü acaba? Çıkmaz sokakta ne işi olabilirdi ki? İçimde bir süre tarttıktan sonra durumu aynı sokağa attım kendimi. Kadın yoktu. Sokağın çıkmayan noktasına kadar yürüdüm. Adımlarım iş göremeyince sağımda yeşile çalan bir kapı gördüm. Titreyen ellerimle uzandım. Normalde bana böyle bir hareketi yapıp yapamayacağımı sorsanız tereddütsüz “hayır” cevabını verirdim. Allah’tan kapı açılmadı. Sevinmiş, birazda rahatlamıştım. Açılsa ne yapacaktım? Biri çıksa karşıma…ne diyecektim?

Uzun bir süre bekledim. Kapı açılmadı. Belki anlamıştı takip ettiğimi. Buraları iyi bildiğini hesap edersek kurtuldu benden işte. Pansiyonda bir daha karşılaşamayacakmışız, kafede ayrı masalarda da olsa bir daha oturamayacakmışız hissi kapladı beni. Sanırım kalbim bir anlığına sıkıştı.

Sokağın cadde tarafına doğru ilerledim ağır hareketlerle. Girişi biraz içeride kalmış bir kapı olduğunu farkettim. Birkaç basamak çıkmanız gerekiyordu kapıya ulaşmak için. İçeriden yaşlıca bir kadın çıktı. Elinde bir tutam menekşe; kapının hemen yanında bulunan, duvara monteli bardağın içine bıraktı. Bütün hareketleri yavaştı. Neden ilgimi çektiğini soruyorum hala kendime. Cevabı hatırlayamıyorum. İşini bitirip içeri girdi. Kapı kapanınca bir anlığına kapıya baktım. Fiziksel olarak etmediysem de zihinsel olarak bu anın bana nereden tanıdık geldiğini hatırlamaya çalıştım. “Savaşın şaşkın hali; Yüzler” serisinden 25. güncenin kenarındaki bir not geldi buldu beni;

“Beni yasemen kokulu sokakta ara. Kapı numarası 1942. Menekşeleri gördüğünde çal kapıyı. İçerdeyim. Seni bekliyorum...”

Başımı kaldırdım. Evin pencerelerindeki yasemenlere takıldı gözüm ilk. Kapı numarasına baktım sonra. Kapıdaki menekşeler...yok canım...yoksa...olabilir miydi? Yoksa o yaşlı kadın…yok artık…böyle tesadüf olamazdı herhalde. Kameralar nerede? Güzel organizasyon. Çıkın hadi ortaya!

Ben ki imkansız hikayeleri kovalayan biri olarak gerçek olması zor bu hali tercüme etmeye çalışıyordum. Derin bir nefes çektim. Hayranlığına yer bulamadığım bu güncelerin yazarıyla tanışabilir miydim? Bu anıların sesini duyabilir miydim? Elimde olmayan günceleri tamamlayabilir miydim?

Neyi nasıl düşüneceğimi şaşırmıştım. Bu sefer ilk notu ben düşecektim bu günlüğe. Ama başkasına veremezdim. Olmazdı. Bazı şeyleri paylaşmamak konusunda ne kadar inatçı olduğumu hatırladım. O zaman durmamalıydım burada. Basamakları yavaşça çıktım. Elimi kapıya uzattım. Açıldı. İşte tam o anki heyecan, kalbimi atmamaya ikna edebilirdi. Kapıyı biraz itince üzerindeki zile çarptı. Sesi duyunca irkilmiştim. Yaşlı kadın da sese dönmüştü.

“Buyurun”

Dedi. Konuşamadığımı, elimle kapıdaki menekşeleri gösterdiğimi sonradan anladım. Telaşımı anlamış olacak ki;

“Oturun isterseniz”

dedi. Kendimi toparlamaya çalıştım. Gösterdiği yere oturdum. Bir bardak su ikram etti. İçtim. Günlükler için mi geldiğimi sordu. Elbette. Elbette onlar için geldim. Bu arada etrafa bakmaya fırsat bulmuştum. Burası bir kitapçı değildi. Antika eşyalar vardı. Daha çok bir evi anımsatıyordu. İyice rahatladığım bir anda pat diye sordum.

“O insanların yüzünü okuyan siz misiniz?”

Güldü yaşlı kadın.

“Keşke”

dedi. Moralim bozulmuştu. Onca heyecanın büyüsü uçtu gitti. Bir ümit yazanı tanıyordur dedim ve sordum.

“Tanıyorum”

dedi. Ohh! Nerede bulabileceğimi sormaya yeltenecektim tam, anlamış gibi soruyu kendi cevapladı. Adını bilmediğini, nerede olabileceği ile alakalı da bir fikri olmadığını anlattı. Belli zamanlarda uğrayıp yazdıklarını bıraktığını, parasını alıp kaybolduğunu, çok konuşkan biri olmadığını anlattı. Az önce burada olduğunu, daha erken gelsem karşılaşma ihtimalimin olduğunu söyledi.

“Yazdıklarına kendi gözleri mi şahit olmuş?”

diye sorduğumda yaşlı kadın bir kez daha güldü. Genç bir kızın yazdığını söyledi. Büyükannesinden bazı hikayeler dinlediğini, ilgi olunca hikayeleri devam ettirdiğini anlattı.

Moralim bozulmuştu…

Olsun. Bir gizemi de ben çözmüştüm en azından. Eksik güncelerimi bulup bulamayacağımı sordum. Yaşlı kadın genç kız tekrar geldiğinde benim için yazıp yazamayacağını soracağını söyledi. Bana özel. Bu da güzeldi. Çok paralar kazanabilecekken böyle butik kalmasını anlamadım. Yeni günceyi alıp alamayacağımı sordum.

“Yanlış anlamazsan”

diyerek nerede kaldığımı sordu. Ajan mısın kadın sen?! Bir an tereddüt ettim. Nedenini anlamadım ama cevapladım. Pansiyonun adını söyledim. Mevzuyu yeniden konuya çekmek bana düşmüştü. Yaşlı kadının aklı gelip gidiyordu herhalde.

“Günlük diyorum. Alabilir miyim?”

“Sana hediye edeceğim”

dedi. Yerinden kalktı. Mutfak kapısına yakın bir yerden bir çanta çıkardı. İlk başta dikkatimi çekmemişti. İçinden bir günce çıkardı.

“Sanırım bu senin”

Elinden hızlıca kaptım. İlk sayfayı çevirdim.

“Pansiyondaki kapı komşuma”

yazıyordu. Dönüp çantaya baktım tekrar. Bu deri çantanın nereden tanıdık geldiğini anladım. Arka kapıları olup olmadığını sordum. Başını salladı.

 “Geleceğini söylemişti. Bu kadar erken beklemiyordum”

dedi. Günlüğü aldığım gibi fırladım. Yönümü belirlemek için biraz durup etrafıma bakmam gerekti. Yönümü tayin etmeye muvaffak olduktan sonra koşmaya başladım. Gelirken geçtiğim sokakları tersine koştum. Pansiyonun önüne geldiğimde nefes almakta zorlanıyordum. Resepsiyondaki orta yaşlı adama tarif vermeye çalışıyordum ama nefes alış verişlerimin sıklığından anlamıyordu adam. Kızmıştım biraz. Derin bir nefes aldım.

“Kızıl saçlı, delici bakışlı, gizemli hani…karşı odamda kalan. Burada mı?”

Ağır adımlarla sokaktaki kafeye geçtim. O kahveyi içmeliydim artık.

Zihnimdeki resme detaylar ekledim. Geriye sadece onlar kalmıştı. Günlüğü çıkardım, okumaya başladım. Sanki yanıma oturmuş bana anlatıyordu.

Yağmur yağdığında meleklerle konuşan menekşelere benziyordu sesi…


(Tuhaf Bir Gezgin'in Gizemli Öyküsü adlı kitabımdan...)