Gökyüzü kızıla çalıyordu.
Ahmet, kafasında daha fazla şeyler, betimlemeler, hayatı anlayan o yazarlar gibi kelimeler dolsun istemişti ama sadece basit bir cümle dökülmüştü aklından. İçi boşalmış kabuk taşıyorum.
Adımları sahil boyunca dalgaları takip etti. Babasının aldığı dandik botlardan değil. Su geçirmezdi. İz bıraktığı kumlara dönüp bakmadı. Hansel ve Gretel gibi eve dönüş için iz bırakması gerekmiyordu. Aslında olağanca evden uzaklaşmak istiyordu.
Sahil boştu. Şubat ayının sert rüzgarları romantik çiftleri kovmuş tutkun balıkçıları sarmalamıştı. Hava buz kesiyordu. Ahmet montuna sarılsa da faydasını pek görmedi. Çenesine kadar yükselen atkısı boğazını sıcak tutuyordu yalnızca. Annesinin doğum günü hediyesiydi.
“Oralar soğuk olur,” demişti. Gözlerinin içine baktığında hafif bir sulanmışlık ve şimdiden bir özlem görmüştü. “Büyük bir adam oldun. Üniversiteye gideceğini hiç düşünmezdim.”
Bu sözler babasına aitmiş gibi gelmişti Ahmet’e. Hatta babasının kelimelere bile ihtiyacı yoktu. Gözleri ne büyük bir hayal kırıklığı olduğunu fısıldıyordu.
Annesinin atkısını kırmamak için boynuna dolamıştı. Annesi el sallarken babası yoktu orada. Bir kahve de kumar oynayıp terli bıyıklarını nemlendirmek için çayını içiyor olmalıydı. Yaşlanmıştı ve oğluna selam uğurlamak yorucu bir şeydi.
“Cehennemin dibine git.” Bunlar babasının son sözleriydi. “Okumuş bir ukala olacaksın. Anladık. Gözümüze sokmana gerek yok evlat.” Onu son gördüğünde bu kelimelere gülmüştü ama şimdi aklında çıkamayan bir uğultu gibi kulağında çınlıyordu.
Sahilde attığı adımlarını sayarken buldu kendisini Ahmet. Ve babasının sözlerini.
Neden buradaydı. Neden adımları daha ileriye, bilmediği ve üşümesine rağmen daha ileriye atması gerektiğini bilmiyordu. İçinden yükselen ses sadece yürümesini söylüyordu.
Ama dur biliyordu. Sevgilisi ile kavga etmişlerdi. Sesler duvardan sekip kulaklarına gelmeden sönmüştü… Âşık olduğu kadına. Bağırırken benim de ağzımdan tükürükler sıçramış mıydı diye merak etti Ahmet.
“Hep böyle yapıyorsun,” demişti Elif. Saçları kızıldı. Bir hafta önce boyamıştı. Üstünde yeşil bir etek vardı. Konuşurken tek gözü seğiriyordu. “Ne zaman bir sorun yaşasak gömüp unutulmaya bırakıyorsun. Ama unutulmuyor işte ve ben bundan bıktım.”
Bu kızın derdi ne diye düşünüyordu o sırada Ahmet. Aynı sınıftaydılar. Coğrafya dersinde öğretmen Ahmet’in bir aydır çalıştığı sunumu hakkında iğneleyici bir laf söylemişti ve onu savunan ise Elif’ti. Ama abartmıştı. Ahmet’in umursadığı falan yoktu. Elif’in eteğini tutup oturmasını istemiş ve olayı büyütmesinden korkmuştu.
Eve geldiklerinde ise Elif fıttırmıştı. “Sana nasıl böyle davranmalarına izin veriyorsun.”
Ahmet bunu düşünmüştü. Hiçbir şey için izin verdiği yoktu. Sadece umursamıyordu işte. Ödevim o kadar da iyi değildi. Yaparken bunu kabul etmişti. Hocanın sözleri dokunmamıştı yani. Anlamadığı Elif’in neden bu kadar büyüttüğü. Ve bunu da dile getirmişti.
“Anlamadığın şey de bu işte,” demişti Elif. “Aynı evi paylaştığım çocuk kuyruğunu götüne sokuşturup yumruk yemekten mutlu. Ve bu beni çıldırtıyor.”
Elif güçlü biriydi. Baskıcı bir aileden gelmişti. 4 kardeşlerdi ve annesi erkenden göçüp gittiğinden evi çevirip düzenlemek kendisine kalmıştı. Zor kararlar almak onun için bebek oyuncağı olabilirdi. Şu anki inşa ettiği kişiliğini hep tırnaklarıyla kazıdığını söylerdi. Her seferinde bu bir şekilde kendisini ortaya çıkartırdı.
“Herkesin senin gibi güçlü olmasını bekleyemezsin Elif.”
Bir anlık sessizlik olmuştu.
“Hayır ama en azından çabalayabilirsin di mi?”
“Evet, asla ulaşamayacağım o mükemmel sen olabilmek için biraz daha çabalamalıyım öyle değil mi… Biliyor musun bazen kendinden başka kimseyi sevemeyeceğini düşünüyorum.”
Bıçak kesiği etkisi yaratan sözler sessizliği yaratmıştı. Odanın içinde ayakta tartışıyorlardı. Bir tane sinek geceden kalmış kahve kupasının kenarına kondu. Sıkılıp perdeye doğru yol aldı. Koltuklar halılar ve yere atılmış kıyafetler bile kendini belli etmemek için sessizce durmaya çabalıyor gibiydi.
Yutkunan Elif, “Biliyor musun? Belki de haklısın. Seni savunan bir sevgiliyi hak etmiyorsun. Annesinin sütünden vazgeçememiş bir bebeksin ve benden buraya kadar…”
Ve Ahmet kendini sahil kenarında yürürken bulmuştu. Tabaklar kırılmamıştı. Gözyaşları yoktu belki ama o gitmişti. Ev onsuz sessizliğini korurken Ahmet’te kendini dışarıya atmıştı.
Babasının sesi kulağında çınlıyordu. Gözlerinde söylemek istediği kelimeler zihninde dans ediyordu. Ben dememiş miydim.
Ahmet durdu. Artık bulutlar renklerini ardına bırakıp karanlığa teslim olmuşlar gibiydi. Gece çökmek üzereydi ve ufukta tek tük kırıntılarını bırakmışlardı. Mor renkler. Sessizce asılı kalmış, yok olmaları zaman meselesiydi. Denizden köpürerek sahile vuran dalgalar hüzünlü bir ezgi yaratıyordu.
Ahmet babasını hiç umursamamıştı. Kafasını gökyüzünden kaldırıp ayaklarına baktığında fark etti. Babasını hiç umursamadığını. Yaş aldıkça terli dudakları kıllanıp sakalını kestiğinde kulakları babasına kapanmıştı. Kendisine söyledikleri kelimeler sanki bir sonbahar rüzgârı gibiydi. Mevsimler geçmişti üstünden. Unutulmuştu. Oysa şimdi tek düşündüğü babasının kelimeleriydi.
Neden?
Elif cevabını vermişti. Gömüyordu içine. Bir kürek yaratmıştı çocukken. Babasının pis bakışlarını, yaptığı hatalarını yüzüne vuran işaret parmağını, görmezlikten gelen gözlerini o kürekle gömmüştü hep. Gömülen şey yok olmamıştı. Sadece artık gömecek yeri kalmamıştı Ahmet’in.
Kendinin dünyanın en yalnız adamı olduğunu düşündü. Abartıydı bu düşünce elbette. Ama öyle hissetmişti. Sevgilisi terk etmişti. Haklıydı. Hocası haklıydı. Babası haklıydı. Kulağında çınlayan başka bir ezgiydi şimdilik çalan. Herkesin haklı olduğu bir halk ezgisi gibi.
Ahmet kafasını kaldırıp ufuğa baktı tekrardan. Morluklar gökyüzünden silinmişti ve dalgalar rüzgarla beraber daha bir köpürerek sahili dövüyordu. Balıkçılar oltalarını sırtlayıp evin yolunu tutmaya başlamıştı bile.
Elif’i özlediğini fark etti. Kendi kuyusu ile o kadar çok ilgilenmişti ki. Gömdükleri ile o kadar meşguldü ki yanında boğulan Elif’i görmemişti. Her şeyde iyi olmak zorunda olan o, her şeyde kötü olmak zorunda kalan Ahmet. Bize biçilmiş zincirlerle dans ediyoruz.
Eli cebine gitti. İlk de sigara paketini alıp bir sigara yaktı kendisine. Sigara içmeyi oldu olası beceremezdi. Tadı da hoşuna gitmezdi. Ama evden sinirle çıktığında canı sigara çekmişti.
Bir duman çekti. Öksürdü. Tadı berbattı ama içmek istedi. Sonra eli tekrar cebine gitti. Telefonunu alıp Elif’i aradı.
“Özür dilerim,” dedi. “Beraber gömdüklerimizi çıkartalım istiyorum. Bakalım içinden ne hazineler ve ölü balıklar çıkacak.”
Telefonu kapatması baya zaman almıştı. Ama içinden bir şeyler ağırlığı bırakmıştı bile. Ölü balıklar işte buna gülümsemişti.
Komikti çünkü Elif’le üniversitenin ilk haftalarında ortak arkadaşlarla planladıkları bir gezide tanışmıştı. Göle gidip mangal yapmışlardı. Oltalarını getirip balık tutmaya koyulmuşlardı tüm erkekler. Kadınlar soğuk biralarını yudumlayıp kitaplarını okuyor, hamakları ağaçların arasına bağlamaya çalışıyorlardı. Kimse balık tutamamıştı ama Ahmet bir tane tutmuştu. Heyecanla misinayı çekerken yanına ilk Elif gelmişti. Oltayı çektiklerinde ucunda yarısı yenmiş bir balık asılıydı. Ne olduğunu anlayamadan ikisi de kahkaha atmıştı. Koca bir balık onlardan önce davranmıştı. Elif’in gülüşünü gören Ahmet ise ona aşık olduğunu anlamıştı.