İki kişi, el ele değen tenler, sessiz konuşmalar ve fısıldaşmalar, onlarda bunu gördüm. Gözlerde bir şey var, kapıdan içeri girer girmez orada olduklarını haykıran sessiz bir ölü yıldız ya da sadece bir parıltı. Bunu gördüm onlarda.

Oturdular. Kız olan etrafına baktı. Saçları kısa, makyaj yapmamış, ince dudak, uzan boyun ve renkli hırkası ile pencereden dışarı baktı ve sonra erkeğine. Erkek biraz daha sessiz bir hava veriyordu. Kocaman bir yangının içinde üstüne sinen dumanlarla çıka gelen o sessiz havayı. Menüye bakıp karar kalmışlardı. San sebastian istediler, yanına latte.

Kafe uğultuyla dolmuştu. Her bir köşeye tıkırtı ve ses sinmişti. Konuşmalar, anılar ve geleceğe dair küçük dipnotlar filme alınmış yazılar gibi şu anda yaşanıyordu. Kimse fark etmeden. Öylece unutmak için.

Ama oradaki o iki kişi farklıydı. Konuşmalarını duyamadım. Uzaktaydılar bana. Başka müşteriler ve isteklerine kocuşturdum. Onlardan da kopamadım. Erkek sürekli konuşandı. Kadının elinden tutup bir şey söylüyor, kadın ceketinin içine kayboluyordu sanki. Gözlerinde parlayan ışığın daha bir yandığını fark ediyordum ve sonra alevlenip bir şeyler söylüyordu. Keklerinden bir dilim alınmıştı. Erkek mi, yoksa kadın mı bu dilim suçlusu, bilemiyordum. Çatallar temiz.

Mutfağa yollanmıştım. Buzluktan çıkan kekleri dizmek için yardımım istenmişti. Arkadaşım yoktu. Yeniydim burada. Maaşı harçlığıma yetiyordu. Büyük bir yerde kaybolan küçük bir balıktım.

Tekrar içeri girdiğimde, uğultuya karıştığımda yaşamla dolu insanların sesleri arasında gözlerim o çifti aradı. Çam kenarında oturmuş parlak gözlü çifti.

Oradaydılar. Erkek olan komik bir şey anlatmış olmalıydı. Kadın gülüyordu. Elleri bazen ağzına gidip dişlerini gizlese de dişleri çok güzeldi. Ben de istemsizce gülümsemiştim.

Neydi onlarda beni çeken bilmiyordum. Keklerinde bir çatal alımlık iz, üst üste içilen sigara ve kahve... Neydi? Bilmiyordum. Konuşmaları uzaktı, kahkahaları sessizliğe gömülmüş bir hüzün yayıyordu. Belki buydu. Bilemiyordum.

Ama gözler. Ninem gözlerde çok şey saklanabileceğini söylemişti bana. Ama asla içine yalanı sokuşturamazsın, ölü yıldızların yaydığı bir şeyler söylemişti. Hatırlamıyorum. Ama gözler kızım demişti bana. Sana ne olmadığını söyler. Dikkatlice bakarsan ne bulacağını da.

Onların gözlerindeki derinlik sanırım kıskandırmıştı beni. Tuhaf bir üşüme tutmuştu. Oysa içerisi sıcaktı. Üşüyen bendim.

Sipariş al. Kahve ve üstü çikolata kaplı kekin çatalını düşürme. Çatalların şımarık huyları, düşmeyi seviyorlar.

Onlarda öyle miydi yoksa? Gözlerde hissettiğim şey bu muydu? Düşmek. Dipsiz kuyudan yankılanan bir kahkaha. Karanlık ve korkutucu olsa dahi birbirini ısıtan mum ışığı gibi... Şiir yazmaya ara vermem gerektiğini salık veriyordu bu düşünceler.

Sipariş al.

Gülümse. Kocaman, sahte olduğunu biliyorsun. Şeytanla anlaştım. O bana para veriyor, ben ona zamanımı satıyorum. Burada eli kanlı kötü yok. Buna iş diyorlar yetişkinler.

Gülümse ve afiyet olsun de. Yine bekleriz.

İşte erkek olan tuvalete gidiyordu. Sigarasını kesmediği kirli tırnaklarını bastıra bastıra söndürdü. Kadın olan bir kağıt çıkarmış, karalıyordu. Suratında etrafından arınmış gölge geçti ansızın, bir yabancının paltosuna sarınırmışçasına. Ama gördüm.

İşte oradaydı. Anlıyordum. Erkekte de bu vardı. Onlar için kocaman hüzün hissetmem bundandı belki. Masalarından uzaklaşıp sadece meraklı gözlerle dikizlemem... Görmüştüm. Hüzünle kararmış gözlerin ardındaki neşeyi. Bu mümkün müydü? Kışın üşürken titremeyi sevmek, acıyla uzaklara bakıp dalgın, karışmış saçlarında okşanmayan bir elin yokluğunu özlemek ve aynı zamanda da her şeyden daha çok sevmek, bir diğerini. Ona yabancı iken, kendini bıçağın altında feda edecek kadar saf aynı zamanda kurbanın kanını akıtacak olmanın şuurunda bir peygamber... Onlardaki şey mu muydu?

Peki her şeyi kaplayan ve tamamlayan şeye ne demeli. İç içe girmiş bir mükemmel ahenge.

Erkek tuvaletten çıkmıştı. Masasına oturup kızın uzattığı kağıda baktı. Heyecanla bir şey söyleyip elinden öpmüştü. Kız da gülümsedi. Kalemini çantasına sokup ceketini düzelterek ayaklandı. Ve kasaya doğru beraber yabancıların arasında çocuk gibi, çarpa çarpa, telaş ve nazikçe ilerlediler.

Onlar giderken bende masalarına yürüdüm. Sanki iz bırakmış gibiydiler, masalarına geldiğim de kekten sadece bir çatal alındığını gördüm. Kahveler bitmişti. Küllük ağzına kadar tütün izmaritleriyle doluydu ve bir kağıt.

Kız kağıda yazılanı masaya bırakmıştı. Kağıdı aldım.

Katlanmış ve katlanmıştı. Bir kadın ve öylece dikiliyordu. İki yana açılmış saçları boynundan sarkıyordu. Bu bendim.

Kağıdın arkasını çevirdim.

Bir şiir. Şöyle yazıyordu:


Sığamadığın beşiğinde ağlaman kifayetsiz, annen satılmış, sütlere zam geliyor ey bebek!

Orada dikilmişsin! İzliyorsun, yabancıların içinde yabancı olan kendini. Aradığın yine ben, yabancılara benzerken.


Seni gördüm büyük bebek, beşiğini ben satın almadım, anneni ahıra zincirleyen tanrın, ellerim masum.


Sen görüyorum yabancı, sen de beni. Boşluklar da anlam araman anlamsızdı, son nefesini verirken aralanacak dudakların bunlardan ibaretti.


Kitabın arasına sıkıştırılmış kuru yapraktan selamlarla uğurluyorum seni koca bebek. Görmüş seni kendisi gibi sararırken bilirmişsin sen, öyle dedi, anlarmışsın orada öylece dikilirken...


Selamlar koca bebek.