Ve sonra vakit ansızın geçti. Artık saat kaç oldu diye telefona bakmalar yoktu, saatin kaç olduğunu biliyorduk. Geç kalacağımız bir ev yoktu, dört duvar arasında dördüyle birlikte yalnız kalmıştık. Ben, sen, senin yokluğun, benim kaygılarım.

Son öpücüğümüz birkaç gün sonra silinecek bir fotoğrafa olmuştu ki ilk öpücüğümüzün aksine daha gerçekçiydi. 

Uzun bir yolu yürümüştük bir keresinde. Ayaklarım ağrımıştı. Şimdi ayaklarımı uzattığım yerden ağrının varlığını özlüyordum. İlk önce garip bir karıncalanma, ardından aslında yolun belirsizliğini bildiğimiz gerçeği. 

Sohbetimize eşlik eden turuncu kedi, biz dalmışken bizi es geçen insanlar. 


Anıları hatırlamanın dört duvarla ve yalnız kalmakla hiç alakası yok, büyüyünce fark ettim. Fark edince keşke erken büyüseydim, dedim. 

Önce

kalabalıkların arasında burnuma bir koku ilişti. Sonra o koku, anılara dönüştü. Anıların da kokusu oluyormuş, burundan sızıp kalbi sızlatan. Burnunu tıkasan nafile, sokağın başında hiç beklemediğin birinin silüeti beliriyormuş. Orada değilmiş aslında, kokusu getirmiş onu oraya. 


İnsan bazı kokuları aşamıyormuş.