Ertesi gün uyandığımda başka birisiydim. Öyle ki, hayatımın en büyük acısını -sadece bir gün sonra- zerre kadar hissetmiyordum.


Halının sarmal desenlerine bakıp hipnotize olmuşçasına yatağımda oturuyordum. Bunun dışında bir şey yapmak gelmiyordu elimden. Bunun dışında bir şey yapmak istemiyordum.


Başka birisi olarak hayatım böyle başlamıştı.


***


O güne kadar yaşamaya çalışmak dışında bir çabam yoktu. Zorunlu yaşıyordum. Her doğan güne büyük bir yükle uyanıyordum. Giderek ağırlaşan ve soluğumu yakıp kavuran bu yükün altında eziliyordum. Oraya buraya savruluyor, sağa sola çarpıyor, yalpalıyor, düşüp kalkıyor, eğilip bükülüyor, zar zor doğruluyor, her doğruluşta acı çekiyor, kusacakmış gibi öğürüyor, ağzımı sertçe kapatıyor, kasılıyordum. İşkence çekiyordum. Bu işkencenin adı, yaşamaktı.


Yaşamak… Yaşıyordum… Yaşayan bir insan taklidi yapıyordum. Kırık dökük temsilim pek de inandırıcı değildi kuşkusuz.


Zaman geçiyordu ve bu, büyük bir avuntuydu. Kaçar gibi çıkarak iş yerinden, kendimi sokağa atıyordum. Bir zamanlar yaşam enerjimin tavan yaptığı, kahkahalarımın yankılandığı, taşkın eğlencelerimizin oluk oluk aktığı, var olmayı tepeden tırnağa övüp olumladığım o sokaklarda artık hastalıklı bir yabancı gibi yapayalnız yürüyerek eve dönüyordum. Bir zamanlar kaçar gibi çıktığım yer evdi oysa. Artık kaçıp sığınılacak bir mağara…


Gün çabucak bitsin istiyordum. Duvara bir çentik daha atmak için sabırsızlanıyordum. Yalvarıyordum. Uyku, açıkta bir hayalet gemiydi. Bense limanda dört gözle onu bekleyen yolcu. Elimde ağır bir halat, halatın ucu gemiye bağlı. Tüm gücümle asılıyordum. Gel artık uyku, ne olursun gel! Zar zor gelen uyku en büyük kurtuluştu, en büyük ödül. Yükten tamamen kurtulma arzumu sessizliğe boğan uyku… O yük, yaşamın ta kendisiydi.


Oysa her yeni günü bir mucize olarak görmüştüm bir zamanlar, üstelik bu şehirde. Her doğan günle birlikte ben de yeniden doğuyordum. İnsanlara koşuyordum, onları tüm içtenliğimle kucaklıyordum. Yaşamı doya doya emiyordum, kana kana içiyordum. Neşe hava gibiydi, ekmek gibi, su gibi. Bir zamanlar her yeni gün, değeri her seferinde artan bir armağandı kutsanan.


En büyük hayalimi kurup çatmakla, olgunlaştırıp mükemmelleştirmekle geçmişti ömrüm. Bunu eşsiz güzellikte bir sulu boya resmi çizmek olarak görüyordum, bense dâhi bir ressamdım. Ben, bazılarının o kargacık burgacık ve fazlasıyla acemice bir çizimden ibaret olan bayağı yaşamlarını tekrarlamayacak olandım. Ben, yeni bir sayfa olacaktım. Ben, şeytanın bacağını kıran. Ben, yeni nesil!


Olmuştum da. Hayalimi yaşıyordum. Aynı klandan arkadaşlarımla paylaşıyordum her şeyi. Evler, parklar, sokaklar; ağaçlar, kırlar, denizler eşlik ediyordu coşkumuza. Yaşamın kalbi bizde atıyordu. Hayalimin can damarını tutuyordum elimde. Var olmak bir mucizeydi. Onun yanımda olması, bana inanması, beni sevmesi en büyük ödüldü. Hazinenin en değerli mücevheri…


Kuş gibi hafiftim. Kuşlar kadar özgür bir uçuşta… Yeri göğü selamlıyordum. Şükrediyordum. Bir zamanlar, yeni bir güne uyanmak şükranların en büyüğüydü. Çünkü ben ona inanmıştım; bize inanmıştım, sevgimize, geleceğimize…


Yüksekte uçan kuşun düşüşü sert olur. En yüksekteyken vuruldum, düştüm. Beni en güvendiğim, en sevdiğim, en inandığım vurdu, o vurdu, gitti. Sonra herkes gitti. Hayalim bitti.


İnanmazdım. Her şeyin bitebileceğini, herkesin gidebileceğini öğrettiler bana acıtarak. İnandırdılar. Uğruna yıllarımı harcadığım; çocukluğumu, gençliğimi verdiğim hayalim, onun ellerine sunduğum o eşsiz eserim, tüm özgünlüğünü ve değerini kaybetti. Can damarım kesildi. Yıllarca ilmek ilmek işlediğim hayalim, tüm güzelliklerinden soyularak bir ucubeye dönüştürüldü sonunda. Rüya, karabasana…


Mucizenin illete dönüştüğünü gördüm. Görkemli bir ormanı besleyen coşkun yer altı suyunun kesilmesi gibi... Ağaçlar dimdik ayaktaydı ama kuruyordu içten içe, ölüyordu. Uzun yürüyüşler ve düşünüşler sonucunda binbir emekle kurup çattığım hayatım da tıpkı bu talihsiz orman gibiydi; içten içe kuruyor, kurtlanıyordu. Dışarıdan bakıldığında anlaşılmayan ama tüm organları içten içe çürüten ölümcül bir hastalık. Devasız.


Çocuk parkı yıkılan bir çocuktum; daha kötüsü, büyümüştüm.


***


Çürüyüp giden hayatımın kişiliksiz günlerinden biriydi yine. Bitirilmesi gereken herhangi bir gün… Uyanıp yükümü sırtlanmıştım. Hafta sonuydu. Sadece hafta sonları dışarı çıkar olmuştum.


Yaşamak, her şeye karşın yaşamak… Ne ilginç! İnsan soluk aldıkça -ne kadar cılız olursa olsun- umut tükenmiyordu. İnanmasa da insan, bir şeyler inat ediyordu içimizde. Yaşam içgüdüm bir şeylere tutunmamı, ayağa kalkmamı ve iyileşmek için çaba göstermemi emrediyordu. İstemsizce uyguluyordum bu emri, farkında bile olmadan. Az çok, ucundan kıyısından. İnanmayarak çoğu zaman. Zorunlu.


Giyinip dışarı çıktım. Deniz kenarında yürüyecektim. Bir zamanlar, damarlarımda yaşam sevinci köpük köpük akarken izlemeye doyamadığım köpük köpük dalgaların kıyısında.


Yazık! Aynı şeylere baktığın halde çok farklı şeyler görmek… Şeylerin aynılığına karşın, algılardaki o derin ayrım… İnsan bunu yaşamamalıydı, bunun için yaşamamalı.


Bir zamanlar, denize baktığımda en güzel anlarıma tanıklık eden, sevgisi uçsuz bucaksız bir dost görürdüm. Kalabalık neşemize kulak kabartan, gürültülü kahkahalarımıza coşkun dalga sesleriyle eşlik eden deniz...


Deniz… Bir ayna gibi bizi bize yansıtırdı. Enginliği, önümüzde sonsuzca uzanışı; bana onunla yaşadığım o güzel hayatın, dostlarla paylaştığımız o görkemli hayatın hiç değişmeden hep böyle gideceğini hissettirirdi.


Artık o günlerin köpüğü bile yoktu. Kafamın içi, dağlardan kopup gelen devasa kayaların çıkarttığı korkunç gümbürtü gibi yankılanan bir ağıtla doluydu. Kalbim ağlıyor, ruhum ağrıyordu. Kulaklarımda hep aynı şarkı yankılanıyordu: Cem Adrian, “Herkes gider mi?”


Yürüyordum, denize bakıyordum yine ama aynı şeyleri göremiyordum, aynı şeyleri hissedemiyor… Deniz ise unutmuş gibiydi beni. Engin bir yabancılık vardı dalgalanışında, derin bir kuşku.


Yıllarca dolaştığım yerleri tanımakta güçlük çekiyordum şimdi. Hani uzun zamandır tanıdığın birisinin sana yabancı gelmesi gibi. Dışı bir kabuk gibidir; bilirsin, tanırsın. İçiyse değişmiştir; hissedersin, şaşarsın.


Dalga sesleri korku salıyordu içime. Bembeyaz köpükler çılgınca fikirlere gebe oluyordu. Yüz binlerce köpük, kulak zarlarıma çarpıp hışırtılı hışırtılı patlıyordu. Göğün karanlık bulaştırdığı deniz, yüreğimde kabarıyordu. Denizin yıkıcılığına özeniyordu karanlık bulaşık zihnim.Ben, tüm deliliklerin hapsedildiği bir akıl hastanesiydim.


Denizin lacivert karanlığı, enginliği, sonsuzca uzanışı içimi titretiyordu. Bu uçsuzluk, bu genişlik, bu çevrelenemeyiş adeta soluğumu kesiyordu. Çok değerli kristal bir vazonun yere düşüşündeki o gösterişli parçalanma gibi tuz buz olan hayatım da böyle uzayıp gidecek miydi? Böyle sonsuzca, böyle bitimsiz… Böyle karanlık, böyle yabancı…


Deniz, içimi okuyordu. Deniz, ben neysem oydu. Şimdi gülsem mavi mavi parlayacaktı sanki. Öfkelensem siyah siyah kuduracaktı. Ne güldüm ne de öfkelendim.


Dalgalar… Deniz, kıyıdaki taşları alıyordu önce, atıyordu sonra geriye. Alıyordu, atıyordu. Hayat ne çok şey vermişti bana, hayal ettiğim her şeyi. Şimdi hepsini geri alıyordu, alıyordu, alıyordu…


Almıştı. Geriye bir et ve kemik yığını bırakmıştı. Beni öylece kenara atmıştı. Ah, şu dalgalar! Beni son kez alsaydı.


Titredim.Hayvanların içgüdülerine eş, insanların da iç sesleri olduğuna inanırdım. Bu seslerin apansız, bağımsız ve doğal olması onlara güvenimin dayanak noktasıydı. Her zaman ciddiye alır ve dinlerdim. Deniz kenarında sefilce yürüdüğüm o an, kafamda bir ses yankılandı:“Dön, geri dön, köprüye git ve gör. Bitsin.”


Bir çağrıydı bu. Daha çok, bir emir.Emre uydum, geri döndüm, köprüye yöneldim. Yol boyunca bir şeylere hazırlanıyor gibiydim. Benliğime dolan deniz geri çekilmişti. Büyük bir şeye yer açar gibi.


Üzerime abanan yükün ağırlığı azalıyor gibiydi dönerken. Yürüyüş rotam eskisi gibi kendiliğindendi. Şaşırmıştım. Her şeye karşın kendimi kaptırmaktan korkuyordum bu akışa. Bir videokaseti geri sararmış gibi anılarımı geri sarıyordu zihnim, anılarımı tersten hatırlatıyordu. Kötüden iyiye doğru gidiyordu. İyiye doğru? Uzun zamandır içinde “iyi” sözcüğü geçen bir cümle kurmamıştım.


İyiye mi gidiyordu? İyiye mi gidiyordum? İyileşiyor muydum? Dönüm noktası mıydı burası? Karanlığın en koyusunu görmüştüm de artık tan ağarıyor muydu? Dibe vurduktan sonra yukarı mı çıkıyordum ağır ağır?


İnanamıyordum. İnanmak istiyordum. Güvenmek istiyordum. Kuşkulanıyordum. Korkuyordum. Temkinliydim. Salıvermek istiyordum. Yine korkuyordum. Cesaret bulup başımı çıkarıyordum. Sonra yine siniyordum. İnip çıkıyordum. Zikzak çiziyordum. Uçurumdan düşüyor, tam yere çakılacakken yukarı fırlıyordum.


Hah! Hepsi palavra, hepsi yalan dolan! İnsana en çok oyun oynayan, kendisiymiş. Görmem gereken şeyin ne olduğunu çok iyi sezdiğim halde, kendimi kandırmaya çalışmaktan da geri durmuyordum. Zıt düşüncelerin bağırmasına izin veriyordum. Yol boyunca oyalıyordu bunlar beni. Oyalanmaya çok ihtiyacım vardı.


Gözlerim, sağımdan solumdan gelip geçenlerin kıyafetlerine takıldı bir süre. Hedefime yaklaştıkça kalabalık artıyordu. Yüzlerine baktım insanların. Hiçbir dertleri yok gibiydi. Herkes mutlu ve huzurluydu da bir tek ben eriyip gidiyordum sanki. Kaldırım taşlarına düştü bakışlarım.


Köprüye yaklaşmıştım. Şehrin içinden süzülüp gelen sakin derenin denizle buluştuğu noktaya yakın bir köprüydü bu. Eskiden her seferinde burada durur, etrafa bakınır, konuşur gülüşür, fotoğraf çekilirdik. Buranın özel bir yeri vardı bizde.


Köprüye çok yaklaşmıştım. Gözümün önünde onlarca sahne canlanıyordu. Zihnim, hafızaya aldığı ne varsa yağdırıyordu. Bunca zaman sonra bu kadar yoğun çalışabilmesine şaşıyordum. Köprüdeki tüm geçmişim tek bir görüntüde toplanmıştı. Köprünün üstü en güzel anılarımın mahşer günüydü. Bir sürü ben, bir sürü o, bir sürü eş dost… Bir sürü gülüş cümbüş, bir sürü aydınlık yüz, bir sürü parıldayan göz… İlkbahar, yaz, sonbahar, kış…


Muhteşem bir görsel şölen… Usta bir yönetmenin başyapıtı olabilecek bir film izletiliyordu bana. Yönetmeni, başrol oyuncusu, senaristi, yapımcısı, hepsi, hepsi “ben” olan bir film…


Köprünün başındaydım. Köprünün ortasına yakındım. Köprünün ortasındaydım. Hayatımın ortasındaydım.


Ve gördüm. Sonunda gördüm. İç sesimin söylediği gibi gördüm. Onu gördüm. Yanında da onu gördüm. Onları gördüm. Kenetlenmiş ellerini gördüm.Gördüm, öldüm, dirildim. Yine gördüm, yine öldüm, yine dirildim.


Bana ışıksız, bana yabancı, bana yabansı bakan gözlerini gördüm. Gözlerinde, tanımadığım insanlar gördüm. Tanımadığım yerler, bilmediğim şeyler... Ayak basmadığım coğrafyalar...


Gözlerinde, sert ve tavizsiz bir yargıç gördüm. Mahkemeye çıkarıldım, suçlu bulundum, sürüldüm.Gözlerinde, kaybettiğim bir savaşın düşmanlarca paylaşılan ganimetlerini gördüm. Yıkılan tahtımı, ezilen tacımı, inen bayraklarımı, düşen ülkemi…


Biletini kestim, seni tek kişilik bir korku filminin içine hapsettim, diyen o gözleri; o en derin kuyulardan daha soğuk, dipsiz gözlerini gördüm.


Dörtnala koşan bir doru atın üstünde, saçları ateş saçan bir Amazon’du yanımdan geçerken. Delici ve keskin bakışlarıyla hayatımı milat gibi ortadan ikiye yarıp geçti.


Ve film koptu.


***


Görmüştü. İç sesinin emrine uymuş, yürüyüş yolundan dönmüş, köprüye gitmiş ve görmüştü. Sezgileri onu yanıltmamıştı.


Gördüğü, yepyeni bir filmdi. Yeni yazılmış, yeni çekilmeye başlanmış, yeni bir yönetmeni, senaristi, yapımcısı ve başrol oyuncusu olan, buna karşın tek bir oyuncusu eski ama artık o da tanınmayacak kadar yeni.


Bitmişti. Eski filmin eski oyuncusunun rolü burada bitmişti. Bir süredir kırıntılarla ve aptalca bir umutla beslenen uzatmalı hayali kesin olarak bitmişti. O yaşa kadar binbir emek ve zorlukla getirdiği her şey bitmişti. Hayatı bitmiş…


Ve kıpkızıl bir ateş…


Okuduğu tüm kitaplar yandı. Sadece “Fahrenheit 451”de görülebilecek dehşette bir yangın… Görkemli hayalini beslemek için, büyütmek için, zenginleştirmek için, zirveye taşımak için okuduğu tüm kitaplar yandı. Yanıp kararan tüm sayfalar bir bir uçuştu gözlerinin önünde, dağıldı, ufalandı, toz oldu. Okuduklarından geriye hiçbir şey kalmadı zihninde.


İzlediği tüm filmler yandı. Hayalinin yansımalarını arayıp bulduğu tüm o güzel filmler sahne sahne kül oldu. Artık film diye bir şey yoktu.


İnandığı, savunduğu, bayraklaştırdığı tüm değerleri ve ilkeleri yandı. Yıllarca düşünüp yazdığı, altına imzasını attığı tüm “Yaşama Övgü” manifestoları, tüm “Her Şeye İlgi ve Herkese Sevgi” bildirgeleri yandı.


Çocukluğu, ilk gençliği, gençliği… Okul başarıları, birincilikleri, övünçleri, kıvançları… Öğrenme hevesi, öğretme arzusu, yeni yerler görme merakı, yeni şeyler tatma coşkusu, dere tepe gezme iştahı, yepyeni deneyimler yaşama / yaşatma tutkusu… Ruhunun kılcal damarlarında akan o görkemli yaşama sevinci…


Ve fotoğrafları…

Ve gururu…

Ve onuru…

Yandı. Her şey yandı.


Korkuluklarına sıkıcı tutunduğu köprünün altından sakin sakin akan dere, derenin ulaştığı engin deniz söndürmezdi bu yangını.


O gün o köprüde insanlarla, insanlıkla arasındaki tüm köprüleri attı.

O gün o köprüde sevmekle, sevilmekle arasındaki tüm köprüleri yaktı.


Her şey yandı. Çünkü her şey yalandı.


***


Ertesi gün uyandığında başka birisiydi. Öyle ki, hayatının en büyük acısını -sadece bir gün sonra- zerre kadar hissetmiyordu.


Halının sarmal desenlerine bakıp hipnotize olmuşçasına yatağında oturuyordu. Bunun dışında bir şey yapmak gelmiyordu elinden. Bunun dışında bir şey yapmak istemiyordu.


Başka birisi olarak hayatı böyle başlamıştı.


Onun hikayesini yazmak da başka birisine, bana düştü.