Çok basit bir konuya sahip olan Körkütük filmi kanlarındaki alkol miktarını belirli bir oranın üzerinde tutarak hayatlarının kalitesini arttırmayı ve hayatlarında neyin değişeceğini gözlemlemeyi düşünen dört lise öğretmeninin öyküsünü anlatıyor. Hikâyenin görünen yüzü, Norveç’li düşünür Finn Skarderud’un “insanların doğduğu andan itibaren kanındaki alkol oranının olması gerekenden %0,05 düşük olduğu ve bunu düzenli bir şekilde dengelemek için az miktarda ve düzenli olarak alkol alınması gerektiği” tezinden besleniyor. 

Başrolünde yine Mads Mikkelsen gibi bir ustanın yer aldığı 2012 yapımı Jagten (Onur Savaşı) filminden aşina olduğumuz yönetmen Thomas Vinterberg yine çok iddialı bir yapımla karşımıza çıkıyor ve yönetmenin 2020 yapımı bu filmi beklentileri boşa düşürmeyerek akademi ödüllerinde “En iyi uluslararası film” ödülünü de aldı. Ve kuşkusuz bu ödülü sonuna kadar hak etti.

Geniş çerçeveden baktığımız zaman Körkütük filminin bir deney filmi olduğunu belirtebiliriz. Yönetmen başrolde oynayan Martin (Mads Mikkelsen) haricinde kalan hiçbir oyuncunun karakterine odaklanmamış. Başta bu durum rahatsız etse de film ilerledikçe bunun nedenleri daha anaşılır bir hale geliyor. Körkütük filminin çekimlerinde mekân olarak birçok yer kullanılmış fakat esas itibariyle film Martin’in karakterine oturtmuş ve mekân bolluğuna rağmen Martin’in dünyasının etrafında dönüyor. O yüzden aslında bu filmi Martin’in karakterinin sınırlarıyla çevrelenen bir tek mekân filmi olarak ele almakta bir sakınca yok. Çünkü yan karakterler dahi sanki yalnızca esas karakteri beslemek dışında bir işleve sahip değil ve itiraf etmek gerekirse daha önce bu kadar çok mekâna sahip olup bir karakter şahsında ‘tek mekân’ hissi veren bir filme denk gelmemiştim. Gelmişsem de anımsamıyorum.

Film, aslında filmin bir sahnesinde de geçen Kierkegaard’ın “Kaygı” kavramı üzerine yoğunlaşıyor. Filmin başından itibaren Martin’in kaygıları ile ara ara gülerek, ara ara kederlenerek hırpalanıp duruyoruz. Orta yaş sendromunun da kaynağını aldığı bu kaygı yönetmen tarafından filmin bütün karakterlerine yerleştirilmiş olsa da Martin’de tam anlamıyla dışa vuruyor çünkü Martin silik bir karakterdir ve Kierkegaard’ın özellikle vurguladığı “ben başka kişilerden ayrı olmam nedeniyle varım” belirlemesinden bir hayli uzak bir profil çizmektedir. Bunu kısaca özgünlük ve kendine güven ile ifade edebiliriz. Zaten 4 kafadar öğretmen bu alkol deneyini yapmaya karar verirken de öne çıkarmak istedikleri temel özellik özgüven ve kaygısızlık. Burada Kierkegaard ile bağdaşan durum daha anlaşılır hale geliyor. Çünkü Kierkegaard netlik sunan ve hatta netliği arayan bir filozof değildir. Kierkegaard sürekli olarak insan aklının güçsüzlüğünden dem vurur ve haliyle bu durum onu rasyonel olmaktan uzaklaştırır. Onda aklın netliğinden ziyade duyguların belirsizliği, umut yerine umutsuzluk daha belirgindir. Bu berirsizliğin kaosunu yaşayan insanda özgüven yükselmesi ve haliyle kaygısızlık ön plana çıkar. Yönetmenin alkolün getireceği belirsizlik, bulanıklık ile gelişecek olan özgüvensizlik ve kaygıların silinmesini Kierkegaard felsefesiyle bağdaştırmasına şapka çıkardım. Nitekim bu konularda daha rasyonel olan Hegel’e rağmen yaşamın akışı en azından kaygılar konusunda Kierkegaard’ı haklı çıkarıyor. Bu benim de kişisel görüşümdür ve bu yüzden yönetmene cani gönülden katılmadan edemedim. Nitekim bunca sorunsalın içinde gidip her şeyi keskin hatlarla belirginleştirmiş olan bir rasyonalitedense kaygıyı insan sorunlarının merkezine koyan Kierkegaard ile birlikte yürümeyi tercih ederim… O halde neden kaygıları silecek olan alkole sığınan bir zayıf karakterin gerekçelerini anlamayayım ki? 

Yönetmen bu filmle bunu istedi işte. Bize bakın “doğru olan budur” demedi… “Bakın durum budur, bu durumu anlayın” dedi. Ve hepiniz takdir edersiniz ki anlamak benimsemek değildir. Ve ben Martin’i anladım. 40’lı yaşlarında egosunu yasladığı çekiciliğini ve yaşamdaki akışkanlığını kaybeden, popülerliğe dair bir şeyi kalmayan, daha da acısı eşine bile eskisi gibi albenili görünemeyen bir adam Martin. Orta yaş kaosu bir yana onun bir şekilde varoluş sorunları var. Sorgulamalarını bırakmış mı, hevesi mi kalmamış belli değil. Yaşamın gidişatı da böyledir zaten. Hani filmin başında gençler suyun kenarında içki yarışı yapıp doyasıya içip eğlenirken sahne sanki yönetmen hatasıyla aniden kesiliyor gibi oluyor da filmin ismi çıkıyor ve daha sonra orta ve ileri yaş öğretmenlerin odasına dönüyor ya kamera... İşte orta yaş kaosu da böyle bir şey. Süreç gibi değil de an gibi bitiyor gençlik ve o ruhtan da eser kalmıyor birdenbire… İşte tam o anda bir sıçrama gerçekleşiyor, 10 yıl arada kaynıyor gibi. O ortadan kesilen sahne bize bunu anlatıyor işte.  Bu yüzden yaşama durup baktığı yeri benimsemesem de yönetmen öyle istediği için ben Martin’i gayet iyi anlıyorum. Bu anlamda bu film klasik bir komedi filmi değil, klasik anlamda bir drama da değil. Bu film sahici bir film ve sahici olanın bütün özelliklerini aynı anda taşımayı başarabilmiş. Birçok duyguyu Martin karakteri üzerinden hepimizin yaşamış olmasının başarısı da yönetmene ve Mads Mikkelsen’in oyunculuğuna yazar.

Filmin sahne sahne açılıp çözümlenecek çok yönü var fakat bu kez ana hatlarıyla kalmasını yeğliyorum. Çünkü yönetmen de bize aslında bir karakter analizinin ana hatlarını vermiş. O yüzden diyorum ki; iyi filmdir, izleyin!