Uzun uzun sustu... “Önce suskunluk vardı” sözüne taparcasına sustu. Üst katlarda, yan katlarda, dışarılarda yankılanan sesleri duyuyordu. Bazısı sevinçli, bazısı telaşlı, bazısı gürültülü. İnsanı inciten çirkin sesler duydu. Kof bedenlerden çıkan sesler bir yükselip bir alçaldı ve devam etti hep. Özellikle üst kattan gelen çağırtılar bütün dikkatini bozuyordu. Yetişmek istediği hayale bir türlü ulaşamıyordu. İçinde çok güzel şeyler olan bir kapıya ulaşmak için sessiz sakin yürürken kuru kalabalıkların beton duvarlarına çarpıyordu. Neyse ki adımları yerinde sayıp dururken biraz daha gece olmuştu. Gecenin bir adı da sessizlikti. Tütün sardı, tekel ile arası pek yoktu. Zaten tekele verilecek paranın da varlığından şüphe edilir ya! Ona da neyse. Tütüne iyice alışmıştı son zamanlarda. Uzun uzadıya ve doya doya içmeyi seviyordu sardığı sigaradan. Bu, onda farklı bir hissiyat yaratıyordu. O çok korktuğu karanlıktan da kalbini gıcırdatan yalnızlıktan da bir çıkış yolu olmuştu onun için. Bir kendisi daha veya güzel bir hayal canlanıyordu gözünde. Bir sürelik de olsa yalnız değildi. Sigaranın yanına ilaveten çay ve sığınacak sıcak bir battaniyesi de vardı. Eksikliklerini başka şekillerde tamamlayabiliyordu her zaman. Özellikle yorganın sıcak tutuşunun keyfini değiştireceği çok az şey vardı hiç şüphesiz. Soğuk bir mevsimin en alacasında sımsıcak bir dünyaya sarılıyordu.


Kafasını biraz da olsa toplamayı başarmıştı. Dağınık halde duran kitapların arasından rastgele bir tane seçti. Oğuz Atay'ın Korkuyu Beklerken kitabıydı. İsmi bile insanı ürpertmeye yeterdi. Kitabı büyük bir merakla okumaya başladı. Birkaç sayfa okuduktan sonra bir kenara fırlattı. Bu saatte okunacak şey miydi bu? Atay, kafayı sıyırmış başıbozuk bir adamdı. Zaten olanlar yetmiyor mu? Niye durduk yere bunalıma gireyim ki diye düşündü. Sonra telefonunu kurcaladı bir süre ama içinde yapılacak bir şey de yoktu. Aslında tehlikeliydi de. Gelecek bir bildirim, karşılaşılacak bir fotoğraf veya başka bir şey geceyi darmadağın edebilirdi. Onu da fırlattı bir kenara.


Uykusu gelmiyordu. Işıklar kapalı, gözler kapalı, eller ve vücut, her şey kapalı ama belleğin kapıları ardına kadar açık, ardına kadar gürültülü, ardına kadar kalabalıklar içindeydi. Boğuluyordu bu kalabalıkta. Bağırmak istiyordu ama sesi tütünün yaktığı kuru bir genizde tutuşmuyordu bir türlü. (Esasen bağırsa da kim duyabilirdi ki? Faydasızdı.) Elleri, duvarları hırsla yumruklamaya hazırdı. Bu istek de ergence ve saçma geldi sonradan. Belleğiyle başı beladaydı. İçinde aynı anda birçok istek yanıp yanıp sönüyordu. En yakıcı istekler, en güzel istekler, en şaşaalı istekler... Hepsinin sesi ayrıydı. Hepsi de çıldırasıya kavga ediyordu birbiriyle. 


Düşler o kadar çok hücum ediyordu ki zihnine, bunaltıcı geliyordu her şey. Sıcak düşler ile yıkıcı anılar arasında kavgalar ediyordu ve uyumalıydı artık. Yoksa çalkantılar arasında iyice bunalacak, düştüğü çukurda sabaha kadar bocalayacaktı önceki bütün geceler gibi. 


Pencereyi açıp haykırırcasına bağırdı, bağırdı, daha yüksek sesle bağırdı. Pavarottivari bir sesle, belki biraz kötü bir sesleydi. Haykırmak, atmak istediği bütün çığlıkları sokağın rahmine boşaltıp kapattı penceresini. Penceresini ve açık olan her şeyi kapatıp uykuya gömdü ruhunu. 


(Kaç saattir uyuduğu bilinmiyor.)