Sevilmeyi hak ediyor muyum? Sevilmek hak edilen bir şey miydi? Beni sevmeleri için ne yapmam gerekiyor? Benim illa birileri tarafından sevilmem mi gerekiyor, yani ben kendimi sevemez miyim, kendi sevgim bana yetmez mi?

Az önce okuduğum şu cümle ile savruldum bu sorulara: “Yalnızca olduğumuz gibi olabiliriz ve kimseyi bizi sevmeye zorlayamayız.” Bu ifade pek sevgili Nihan Kaya’nın defalarca okuduğum "İyi Aile Yoktur" -aşağılarda sıklıkla referans göstereceğim- kitabında geçiyor. Kitabın içerisinden pek çok alıntı not aldım fakat bu cümle beni bu yazıyı yazmaya itti. Çünkü, okuduğumda tüm bedenimi kaplayan bir his uyandırıyordu içimde; sanki her şeyin, tümüyle hayatımın, tüm bu uğraşımın çıkış noktasını gösteriyordu bana. Yaptığım her şeyi neden yaptığımı sorgulatan bir şeydi bu…


Yazdıklarım içerisine mutlaka yerleştirdiğim, her şey ile bağlantısının olduğunu söylediğim çocukluk yaşantısına burada daha fazla değineceğim. Çünkü beni bu yazıya yönlendiren de bu yazının oluşumunu sağlayan düşüncelerimin kaynağı da kendi çocukluğum.

Nihan Kaya, bize hep çocukluğun aslında bir dram olduğunu söyler. "İyi Aile Yoktur" diyemeyen ailelerde yetişen çocukların dramı... Çünkü bu aileler kendi dramlarını çocuklarının kederli kaderi haline getirirler. Bunu, sevgili Kemal Sayar’ın bir ifadesi ile destekleyecek olursam: “Kültür, ailenin ailesidir,” der, yazarımız toplumu incelediği bir eserinde. Tıpkı bu ifadedeki gibi, "ailemizin ailesinin dramı" da nesiller boyu aktardığımız ve aktaracağımız bir "hayat yükü" haline gelmiştir.


Bu dram bizi sevgisizliğe mahkum eden, küçücük bir sevgi kırıntısı için her türlü fedakarlığı yapmaya hazır yapan, maruz kaldığımız kötü tutumlar karşısında daima kendimizi suçlu hissettiren, başkalarının hayatındaki kötü şeylerden de bizim sorumlu olduğumuzu öğreten; önce döven sonra seven, sevilmek için dövülmeyi öğreten, değersiz olduğumuzu içimize işleyen türden bir dram. Yani, daha henüz doğmamışken bizim için belirlenmiş hayata/kadere bizi evire çevire uydurmaya çalışan bir çocukluğun dramı.


Filmi geri sarıyorum: Zihnimde kareler canlanıyor, belli belirsiz, sesler var; bazı cümleler, sallanan parmaklar, terk edişler, çevrilen gözler… Kendim olmak üzere geldiğim hayatta kendim olmamaya zorlanışımın resmi var geçmişimi yansıtan ışıkta. Ve ben, hayatım boyunca kendim olmaya adıyorum kendimi, tüm gayretim bundan ibaret oluyor. Fakat daha halen kendi hayatının senaryosunu dahi başkasının kaleminden okuyan biriyim, hayatının filmini başkasının gözlerinden izleyen biri belki de...


Sahi ben sevildim mi hiç... Bana kaşını çatan, parmağını sallayan annem beni hiç sevmemiş miydi... Ya da sevgi neydi ki? Ben neden ona muhtaçtım... Hala muhtaç mıyım... Bu bir eksiklik mi? Eğer öyleyse giderilir mi... Kendi kendimin eksikliğini mi çekiyorum yoksa... Kendimi arayışım ondan mı... Yoksa kendimi aradığımı zannederken sevgi arayışlarına mı giriyorum... İyi ama içimde olmayan bir şeyi dışarıda bulduğumu nasıl bilecektim... Öyleyse önce kendimi mi sevmem gerekir... Yani sevgi bir buluş mu... Buluşma mı? Kiminle buluşuyorum... İçimdeki çocukla mı... Yani insan, geçmişine yolculuk mu yapmalı şu anını kurtarmak için... O halde ben filmi, bittiğini sandığım her sonda tekrar başa sarıp her sonda (?) değişen bakışlarımla yeniden mi izlemeliyim...