Krzysztof Kieslowski’nin “Üç Renk: Mavi” filminin “travma”, "yas” ve “iyileşme” kavramları çerçevesinde ince Avrupa sinemasına farklı bir pencereden bakan ve yeni bir soluk getiren ünlü yönetmen Krzysztof Kieślowski, tanınmasındaki en büyük eseri sayılan Üç Renk Üçlemesi’ne 1993 yılında Trois Couleurs: Bleu (Üç Renk: Mavi) ile adım atar. Kieślowski’nin Mavi ile başlaması Fransa bayrak renklerinin mavi, beyaz ve kırmızı olarak sıralanmasından kaynaklanır ve üçlemenin sıralanışı buna göre şekillenmektedir. Aynı şekilde, bu renklerin Fransız Devrimi’nde temsil ettiği renklere paralel olarak işlenen temalar da izleyicinin bu üçlemeyi hayranlıkla karşılamasını sağlamıştır.


Başrolünde Juliette Binoche’nin bulunduğu Mavi, Fransız Devrimi’nde özgürlüğü temsil etmektedir. Filmde izleyicinin karşısına çıkan bu özgürlük imgesi, bir kadının (Julie) ailesi ile beraber geçirdiği trafik kazası sonucu eşini ve kızını kaybetmesinden sonraki yaşamında yasla başa çıkarken yaratıcılık ışığında kendi özgürlüğüne yapacağı derin arayışını anlatmaktadır. Birçok izleyiciye göre üçlemenin en iyi filmi olarak kabul edilen Mavi, içeriğinde bulundurduğu mesajlar sebebiyle de takdir görmeyi başarmıştır. Freud başta olmak üzere filozofların doğum, akıl ve bilgiye dair yaptıkları düşünüşlerin üzerine birbirinden etkileyici sahneler bulundurmaktadır. Kieślowski’nin hiçbir saniyeyi boşa harcamaması sinemaseverler tarafından kabul görmüş bir özelliktir. Filmin en ufak detayı bile mesaj verir fakat Kieślowski her seferinde amacının mesaj vermek olmadığını röportajlarında belirtmiştir. Yani, öyle ki, bir yönetmen mesaj verme amacı olmadan dahi böyle mesajlar verebiliyor ise sanatını hakkıyla yapıyor, demek gerekir.


Mavi, hüznün ve mutsuzluğun iliklerinize kadar usul usul işlemesinin en iyi örneklerinden biridir. Julie’nin içinde bulunduğu acının ne kadar büyük bir yük olduğunu kuşkusuz izleyen herkes hissetmektedir. Omuzlarındaki bu yükü hafifletmek için kendinden kaçmaya çalışmak ama kaçtıkça kendini tekrar başladığı noktada bulmak o kadar derinden ve sempatik bir şekilde aktarılır ki hiçbir acı sizi bu kadar tatmin edemeyecek hale gelir. Bu filme objektif bakıldığında özgürlük adı altında bir ağıt filmi izletir bizlere Kieślowski. Bunun sebebi de elbette ki döneminde görmüş olduğu savaşlar ve savaşın getirdiği yıkımlardır.


Mavi’den üç yıl önce yönetmiş olduğu The Double Life of Véronique filminde, Polonya ve Fransa’nın içinde bulunduğu siyasi olaylarla yakından veya uzaktan ilgilenmediğini izleyiciye aktaran usta yönetmen, üçlemenin ilk filminde dahi artık savaşın diğer her şey gibi sinema sanatını da yıprattığını ince bir mesajla aktarır. Hatta izleyiciler The Double Life of Véronique filmine üçlemenin kardeşi gözüyle bakarlar ve bunun bir üçleme değil, dört filmden oluştuğunu bile söylerler. Mavi’yi bu kadar başarılı yapan bir diğer özelliği kesinlikle şiirsel anlatımı ve müzikleri olmuştur. Ünlü bir besteci olarak tanınan Julie’nin eşi, aslında Julie’nin yaptığı besteler ile ün kazanmıştır. Eşini kaybettikten sonra müzik yapmayı sonlandıran Julie, bütün mal varlığını satarak ufak bir daireye taşınır. Dairenin altında bulunan kafede bir gün kahve ve dondurma ikilisini birleştirirken (önemli bir Fransız lezzetidir) sokağın karşısında Julie’nin piyano ile çaldığı bestesini flütle çalan bir sokak sanatçısı duyar.


Flüt burada önemli bir konumdadır çünkü iki farklı zamanda, iki farklı insanın iki farklı enstrüman ile aynı notaları çalması tesadüfi olamayacak kadar inanılmazdır.

Bu sahnede de Kieślowski diğer bütün eserlerinde üzerinde durduğu müziğin evrenselliği konusuna ufak bir yer vermiştir. Üçlemenin ikinci filmi Trois Couleurs: Blanc (Üç Renk: Beyaz), 1994 yılında vizyona girmiştir. Adını Fransa bayrağının ikinci renginden ve Fransız Devrimi’nde eşitliği temsil eden beyaz renginden alan bu film, diğer Kieślowski filmlerine göre erkek başrol seçilerek izleyicinin karşısına beklenenden farklı bir şekilde çıkmıştır. Başrollerini Zbigniew Zamachowski ve Julie Delpy’nin paylaştığı Beyaz, yolunda gitmeyen bir evliliğin son bulması için Dominique’nin Karol’a boşanma davası açması ile başlar. Filmin asıl karakteri Karol Karol, henüz filmin ilk beş dakikasında yaşanan bu mahkeme sahnesinde Fransızca bilmediği için yargıçlar tarafından dinlenmez ve filmin teması ilk dakikalardan izleyiciye aktarılır.


Yalnızca eşini değil aynı zamanda ortak olduğu kuaför salonunu da kaybeden Karol, beş parasız kalarak kaçak yollardan ülkesi Polonya’ya dönmek için planlar yapmaya başlar. Mavi’nin başrolü Julie ile kıyaslandığında dışa dönük bir kişiliğe sahip olan Karol, boşandığı eşinden intikam almak uğruna yaşam mücadelesi vermektedir. Karol’un yaşadığı iç çatışmalar üçlemenin ilk filmine göre fazla depresif değildir. Bunun sebebi olarak öç alma duygusu ön planda gösterilir ve bu duygu, izleyicinin etkilenmesini sağlayacak en önemli duygudur.


Fransa’nın yaşadığı siyasi olayların bu filmde de aktarılması izleyiciyi şaşırtmamıştır elbette. Mavi’de değinilen siyaset konularından farklı olarak, ezilenin yanında olduğu mesajını başrol aracılığıyla belirten Kieślowski, büyük bir çöküşün ardından nasıl yükselebilineceğine kinayeli bir yaklaşımda bulunmaktadır. Faşizm devlet anlayışına da ufak bir göndermede bulunan yönetmen yine, Mavi’de olduğu gibi bunu izleyiciye vermek istediği bir mesaj olarak nitelendirmez ancak anlayabilenler hakkında da, kesinlikle öyle bir şey yok, dememektedir.


Trois Couleurs: Rouge (Üç Renk: Kırmızı), bayrağın son rengi ve devrimin kardeşlik imgesinden gelen Kırmızı’dır. Beyaz ile aynı yıl gösterime giren üçlemenin son filmi, Kieślowski’nin sinematografisini en iyi anlatan film olarak kabul görmektedir. Diğer iki filme göre her şeyin daha net anlatıldığı, izleyiciye üstü örtülü değil de açık açık mesajların verildiği bir eserdir. Bu filmde yönetmenin sinema geçmişine değindiği birçok detay bulunmaktadır. Uzun metrajlı filmlerinden önce yaklaşık 16-17 tane kısa film çeken Kieślowski, o kısa filmlerden bu noktaya nasıl geldiğini unutmadığını anlatır. Seven Women of Different Ages ve The Office adlı kısa filmleri başta olmak üzere ufak ufak detaylarla kendisinin eserlerini takip eden izleyicilere de bir teşekkür sunmuştur.


The Double Life of Véronique’nin başrolü Irene Jacob, Kırmızı’nın da başrolünü oynamaktadır. Aynı yönetmen ve aynı oyuncunun iki farklı filmde bir araya gelmesi elbette onları ikinci eserde minik detaylarla birbirine bağlamaktadır. Örneğin, The Double Life of Véronique filminde sanatın müzik dalıyla içli dışlı olan Véronique karakterini canlandıran Jacob, bu filmde Valentine adıyla sanatın dans, müzik ve televizyon dallarıyla ilgilenmektedir. Valentine, kardeşinin sorunlarıyla başa çıkmaya çalışan hüzün dolu bir yaşamda dışa dönük, pozitif ve daima doğrunun peşinde koşan enerjik bir karakterdir. Bir gün yolda giderken bir köpeğe çarpması sonucu hayatına dahil olan emekli bir yargıç onun hayatını değiştirecektir. Bu yargıç kimilerine göre faşist devleti temsil ederken kimilerine göre devrimin temsilcisidir ancak tahmin edileceği üzere Kieślowski, bununla ilgili de kesin bir açıklama yapmamıştır. Yargıcın yaptığı eylemlerin doğru olmadığını gören Valentine, doğrusunu yapmak için harekete koyulur fakat bu doğru peşinde koşma içgüdüsü onu yanıltacaktır. Öyle ki, bu sahne ile size doğru gelen her eylemin iyi sonuçlar getirmeyeceğine dair güzel bir mesaj verilmiştir.


Filmin en önemli özelliklerinden birisi, iki farklı karakterin bakış açısıyla yansıtılmasıdır. Karşı binalarda oturan Valentine ve Auguste, birçok noktada kesişseler dahi hiçbir zaman tanışmamışlardır. İzleyiciye göre tanışmamaları da daha anlamlı bulunmaktadır. Kamera Valentine üzerinde dönerken Auguste arka planda gözükür, aynı şekilde Auguste’yi izlediğimiz çoğu sahnede de Valentine arka planda göze çarpar. Bu çekim teknikleri yönetmenin ödül kazanmasını da sağlamıştır.


Kieślowski imzası, yine aynı şekilde, üçlemenin ikinci filminde de karşımıza çıkan bu imge, başrolün Beyaz’da erkek olması sebebiyle erkek seçilmiştir. The Double Life of Véronique ile birlikte ilk üç filmde karakterlerin yalnızca izlediği bu yaşlı kambur, üçlemenin son filmi Kırmızı’da farklı bir şekilde izleyiciye sunulur. Bu kez Kırmızı’nın baş karakteri Valentine, yaşlı kamburumuz elindeki şişeyi atmakta zorlanınca onun yanına gider ve yardım eder. Birçok insanın bu kambur hakkında fikri olabileceği gibi sinema oyuncularından yönetmenlere kadar herkesin ilgilisini çekmeyi de başarmıştır. Krzysztof Kieślowski ise bu motif için “Tek yapmak istediğim, bir gün bir şişeyi geri dönüşüm kutusuna atamayacak kadar yaşlı olabileceğimizi bize hatırlatmak,” demiştir. Üçlemenin ve Kieślowski’nin son filmi olan Kırmızı da kendinden başka bir şeyleri de düşünen, ilgisiz olmayan ve çevresinde olan biten olaylara kayıtsız kalmayan insanlara yapılan muhteşem bir göndermedir. Ünlü film eleştirmeni Dave Kehr’in de dediği gibi: “Dünyayı kurtaran jest.”