3. Bölüm

Sınırın Ötesinde

Duikef


Duikef, otuz dört yaşında bir mühendistir. Duikef ve ailesi, çoğu Kuator ailenin aksine daha yakın bir zamanda -bundan yirmi altı yıl önce, Duikef daha küçük bir çocukken- Burell’e göç ettiler. Ailesi memleketleri Corell’i çok sevse de iki oğullarını da aynı hastalıktan kaybedince, kalan tek oğulları Duikef’i ve onun ablası olan Ekra’yı korumak için çareyi uzaklaşmakta buldular. Duikef ve Ekra eğitimlerine Burell’in katı ve oldukça düzenli okullarında devam etti. Duikef’in aksine Ekra, uyum sağlayamamış ve erken yaşta okulu bırakmıştı. Duikef ise okulunu bitirdi. Bitirir bitirmez de iş hayatına atıldı ve sürünün bir parçası oldu. Patronları tarafından oldukça çalışkan ve itaatkar olarak tanımlanan Duikef, patronunun isteğiyle patronun tek kızı Freuan ile evlendi. 


Abrell’in pis kokan sokaklarına daha fazla katlanamayan Duikef, kendini ilk gördüğü restorana atmıştı. İçerisinin dışarıdan pek de bir farkı olmadığını gördüğünde somurtan suratı daha da keskinleşti. Restoranda oldukça eski ve çürümeye yüz tutmuş birkaç masa ve sandalye dışında, köşede oturmuş kart oynayan iki adam ve tezgaha yaslanmış, önündeki deftere bir şeyler karalayan orta yaşlarda kadın bir garson vardı. Hızlı adımlarla garsonun yanına giden Duikef:

— Buralarda kullanabileceğim bir telefon var mı? Acil bir arama yapmam lazım. 


Kafasını önündeki defterden kaldıran kadın, tek kelime etmeden elindeki kalemle arka taraftaki koridoru gösterdi. Koridora doğru bakan Duikef duvarda asılı, rengi atmış telefonu görünce koridora yöneldi. Telefonun haznesine kartını okuttu, ahizeyi eline alarak hızla ev numarasını tuşladı. Çok geçmeden telefon açıldı. Açan karısı Freuan’dı. İçindeki öfkeyi artık daha fazla saklayamayan Duikef:

— Freuan bu artık sondu! Anlıyor musun, son! Ben bu şirkete on yılımı verdim. Onu geçtim, patronun damadıyım. Ama her ayak işine gönderilen ben oluyorum. Baban istese de istemese de Burell’e varınca istifamı vereceğim. 


Duikef’in yüksek sesinden rahatsız olan Freuan yumruğunu sıktı. Ve ses tonunu bilinçlice yükselterek:

— Duikef ne hissettiğini anlıyorum tabii ki. Ama şirketten ayrılırsan ne olacağını hiç mi düşünemiyorsun! Babam elini bizden çekerse çok değil en fazla üç güne sokakta buluruz kendimizi. Sinirle hareket etme! Sakince düşün.


Karısının ona destek olmayacağını bilse de bu sözler onu üzmüştü. Ona güvenmesini istiyordu. Bu sefer daha sakin bir ses tonuyla:

— Başka bir iş bulamayacağımı nereden biliyorsun Freuan? On yıllık mühendisim ben! Zor dönemlerde olsak da elbet beni işe alan biri olur. Daha az yetkiyle yeni bir iş bile, babanın yanında her gün yetersiz görülmekten daha iyidir. 


Kocasının sözlerine inanamayan Freuan:

— Sırf birkaç ayak işi yaptın diye on yıl öncesine mi dönmek istiyorsun? Bunca yıldan sonra benim kocam stajyer mühendis mi diyeceğim ben? Babam devlet adamlarıyla konuşurken benim damadım kıdemsiz mühendis mi diyecek? Kendini düşünmediğin belli, beni düşünmediğini de şimdi anladım. Peki babamın saygınlığından ne istiyorsun? İstersen biz de kasabalı ablan gibi Corell’e dönüp inek otlatalım Duikef, ne dersin? 


Duikef, Freuan’ın bu kadar sert sözler söyleyebileceğini tahmin bile edemezdi. Meselenin kendisi olmadığı geç de olsa anlamıştı. Mesele onun mesleğinin, mevkisinin ne olup olmadığı kadar küçük değildi, mesele çevrelerine ''kim'' olduklarını anlatmaktı. Ne diyeceğini bilemeyerek öylece duvara bakmaya devam etti.

Duikef’ten ses gelmeyince Freuan konuşmaya devam etmek istedi:

— Ne var üç dört saatliğine Abrell’e gitmişsen? Geçen sene olanlardan sonra seni yanında tutması bile mucize.


Daha fazla sessiz kalamayacağını bilen Duikef:

— Ben kararımı verdim Freuan, daha fazla dayanamam. Tek bir hata, on yıl boyunca tek bir hata yaptım. Beni sınır ötesine çöp dökme mühendisi yapacağına kovsaydı keşke!  


Duikef’in ağzından ‘’çöp’’ kelimesi çıktığı anda gözlerin üzerine yöneldiğini fark etti. Köşedeki adamlar ellerindeki kartları bırakıp ona bakmaya başlamışlardı. Bu bakışlar onu rahatsız etse de fazla umursamadı. Ahizeyi haznesine götürürken Freuan’ın bağrış sesleri giderek azalıyordu. Ve telefon kapandı. Restoranın kapısına yürürken evliliğini ve Freuan’a karşı hissettiklerini düşündü. Oysaki ilk tanıştıklarında ne de çok sevmişlerdi birbirlerini. Fakat evlendikten sonra kayınpederinin ona verdiği mevkilerle birlikte kariyeri yükselip evliliği düşüşe geçmişti. Tüm bu düşünceler, restoranın kapısına varana kadar içinden akıp gitmişti. İki kulpundan biri kırık olan kapı kollarından çekerek açtı kapıyı. Onu gören işlem şefi koşarak Duikef’in yanına geldi:

— Efendim, işimiz bitti. Elemanların araçları da bu tarafa doğru yola çıkmıştır. Altı farklı bölgede işlem belgesinde yazdığım miktarda atık dökümü gerçekleştirdik. Onay için alt sayfaya imzanız gerekiyor, diyerek Duikef’e bir kağıt uzattı.


Duikef ön cebinden eski ama parlaklığını hiç yitirmemiş, üzerine adı işlenmiş dolma kalemini çıkardı. Bu kalemi ona babası ilk işe girdiği gün hediye olarak vermişti. Sayfanın en sonuna, her defasında onurla attığı imzasını bu sefer umursamazca attı. İşlem şefine bakarak:

— Elemanlar geldiğinde sayım yapıp Burelle’e doğru yola çıkabilirsiniz. Ben sizinle gelmeyeceğim. Şirkete en geç öğleden sonra Burell’de olacağımı söyle. 


İşlem şefinin cevabını dinlemeden oradan ayrılarak arabasına bindi. Her zamanki gibi sağa Burrell’e gitmektense Abrell'in toprak yollarına sürdü bu sefer arabasını. Buraya onlarca kez gelse de etrafı çok bilmezdi. Yanlarından hızla geçtiği boş arazilerde, ona onlarca kez geldiğini hatırlatacak tonlarca çöp vardı. Tüm camlar kapalı olmasına rağmen dışarıdan gelen koku onu öylesine rahatsız etmişti ki hiç sürmediği kadar hızlı sürüyor ama çöp yığınları bitmiyordu. Neden yaptığını bilmeden kısacık bir an için gözlerini kapattı ve tekrar açtı. Karşıda çöp yığınlarının bittiği yeri görebiliyordu. Derin bir oh çekti. Çöp yığınlarına çok da uzak olmayan bir kulübe gördü. Kulübeye biraz yaklaşınca durdu. Bu koyu renk ahşaptan yapılmış tek katlı kulübeye daha yakından bakmak için arabasından inip kulübeye doğru iki adım attı. Bu kulübe, Cornell’deki küçük evlerini hatırlatmıştı ona. Cornell’deki çocukluğundan bir şeyler hatırlamak onun için çok nadir bir duyguydu. Orayla ilgili hatırladığı pek anısı olmasa da içinden hep mutlu bir çocuk olduğunu hissediyordu. Fakat sonrası tamamen karanlıktı. Kulübeye dalgın dalgın bakarken kulübenin kapısı açıldı. Panikleyen Duikef hızla arabasına geri bindi. Ama hareket etmedi. O kapıdan kimin çıkacağını merak ediyordu. Camın arkasından tekrar kulübeye doğru baktı. Yaşlı bir çift vardı bahçede. Yaşlı adam elindeki bastondan destek alarak kapının kenarındaki tabureye oturdu. Yaşlı kadın ise yavaşça evin arkasına doğru yürüdü. Onların onu görmediğine emin olduğunda rahatlayan Duikef, sakince arkasına yaslandı. Kendi ailesi de yaşasa belki de bu yaşlı çift gibi görünebileceklerini düşündü. Yirmi beş yaşında, önce babasını, ondan sadece üç ay sonra da annesini kaybetmişti. Annesi eşinin yokluğuna dayanamamış, hiçbir sağlık sorunu olmayan kadın üç ayda hüzünden vefat etmişti. Duikef hep kendisini annesinin babasını sevdiği kadar seven bir kadınla hayal etmişti. Duikef karısı Freuan’ın onu çok uzun zamandır sevmediğinin farkındaydı. Duikef ona kendini sevdirecek bir şey yapmış mıydı, bunun cevabını bile veremezdi. İlk tanıştıklarında Duikef, Frauen’ın öz güvenine hayran kalmıştı, Freuan kendisini hep sevmişti. O çok başarılı ve hırslı bir iş kadınıydı. Tüm başarıları sektördeki herkes tarafından bilinirdi. Üstelik kendi annesi dahil pek çok kişi onun çalışmasına gerek olmadığını düşünürdü. Ama o çevresine kulak asmaz, en iyisi olmaya çalışırdı. Ta ki hastalanıncaya kadar. Beş yıl önce ona bir tür cilt hastalığı teşhisi konmuştu. Hastalığını öğrendikten sonra, önce işinden sonra birçok dostundan ayrıldı. Bu durum onu o kadar derinden etkiledi ki bir süre toplumdan uzaklaşarak kendini sakladı. Hastalığını da bir sır gibi sakladığı için onun hakkında her gün yeni bir fikir ortaya atıldı. İletişimi koparmadığı az sayıda dostundan duyduğu bu söylemler onu daha da içine kapattı. Ve artık onun tüm hayatı başkalarının hakkında ne dediği oldu. 


Duikef kafasındaki bu düşüncelerden uzaklaşırcasına arabasını hareket ettirdi. Biraz ileriden dönecek ve Burell sınırına doğru gidecekti. Son bir kez arkasındaki o yaşlı çifte baktı, şimdi yaşlı kadın da adamın yanında oturuyor, beraber kadının elindeki sepetten yeşillik yiyorlardı. Gülümsedi, bu topraklarda hala bir şeylerin yetişebilmesine gülümsedi.

Sınıra yaklaştığında daha önce orada olmayan büyük bir brandayla kapatılmış, oldukça geniş bir alan fark etti. Sınır kapıları her zamanki gibi ardına kadar açık değil, tamamen kapalıydı. Kapıya yaklaştığında daha da yavaşlamaya başladı. Daha da ileri gidip gitmemeyi düşünürken kenardan bir askerin koşarak ona yaklaştığını fark etti. Biraz paniklese de istifini bozmadan arabayı durdurup beklemeye başladı. Asker ona iyice yaklaştığında camını açarak bekledi. Cama doğru eğilen asker:

— Şu anda sınırdan geçemezsiniz, sınıra yakın bir bölgede patlama oldu, sınırlar bir süre kapatıldı. Lütfen gidebileceğiniz en yakın sığınma bölgenize gidin.


Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeden askerin suratına bakan Duikef, aklına gelen ilk cümleyi kurdu:

— Be... ben Burell’de yaşıyorum. Buralı değilim ki.

— Nerede yaşadığınızın bir önemi yok. Burası tehlikeli bir bölge. Lütfen emirlere itaat edin ve arabanızı çekin. 


Asker sözlerini bitirir bitirmez görev yerine doğru yürümeye başlamıştı. Duikef hızla deneni yaparak arabasını çevirdi ve geldiği yoldan geriye doğru gitmeye başladı. İçindeki merak dışına taşmak üzereydi. Freuan’ı düşündü. Aklına telefon etmek için sabah gittiği sınıra yakın bölgedeki restorana gitmek geldi. Biraz gittikten sonra restorana gelmişti. Arabasını tam restoranın toprak yoluna, kapının önüne park edip indi. Sabah tek eliyle ittirerek açtığı bu kapı, şimdi tüm gücüyle itmesine rağmen açılmamıştı. İçeriye daha dikkatli bakınca kimsenin olmadığını fark etti. Son bir kez güçlüce itti ama açamadı. Arabasına geri döndü ve bu sefer restoranın arkasına doğru sürdü. Uzaktan da görüldüğü gibi orada peşi sıra evler vardı. Elbet birinde telefon vardır düşüncesiyle bu küçük mahalleye doğru sürmeye devam etti. İlk evin önüne geldiğinde durdu ve arabadan indi. Burası iki katlı, beyaz, ahşap bir evdi. Çevredeki evlerden biraz daha büyükçe ve yeni duruyordu. Belli ki parlak kırmızı ahşap çatı daha yeni boyanmıştı. Bahçeden dört penceresi görünen evin sadece iki penceresinden cılızca ışık yansıyordu. Bahçesinde öbek öbek yabani ot dışında ekilmiş bir kısım yoktu. Tereddütle ön kapıya yaklaştı. Kapıya vardığında titreyen elleriyle kapıyı çaldı. İçeriden hiçbir ses gelmemiş ama ilk kattaki ışık yavaşça azalmaya başlamıştı. Işık tamamen gittiğinde kapı hızla açıldı. Bir anlığına panikleyen Duikefʼin karşısında elindeki gaz lambasını sıkı sıkı tutan yirmili yaşlarda, ona dik dik bakan bir genç kız vardı. Duikef kararlı bir tavırla söze başladı:

— Merhaba, ben Duikef, Burell’den geliyorum. Duymuş olabilirsiniz, sınırlar kapatıldı. Bu sebeple evime dönemiyorum. Sizden ricam telefonunuz varsa bir telefon etmem gerek.


Duikef’in sözleri devam ettikçe tek kaşı havaya kalkan genç kız yutkunarak lafa girdi:

— Merhaba beyefendi, evet durumdan haberdarız. Telefonumuz var fakat görebileceğiniz üzere elektriğimiz yok. Bir süre sonra geleceğini umuyoruz. Dilerseniz içeride bekleyebilirsiniz. 


Sözlerinin yumuşaklığına karşın suratındaki sertlik Duikef’in kafasını karıştırdı. Kararsızdı, bir yandan yorulmuş ve acıkmıştı. Bir yandan bu yabancıya hiç güvenmiyordu. Üstelik elektrikleri yoktu. Kim bilir ne zaman gelirdi. Ama karısına ulaşması gerektiğinin farkındaydı. İstemeyerek:

— Evet, elektrik gelene kadar içeride beklemek benim için iyi olur. Teklifiniz için teşekkürler.


Genç kız başını salladı ve Duikef’in geçebilmesi için kapının yanına geçti. Duikef içeri adımını attığında tüm evi sardığı belli olan bir koku fark etti. Tanımlayamadığı ama oldukça tanıdık bir kokuydu bu. Yavaşça elinde lambayla ona rehberlik eden genç kızı takip etti. Genç kız girişi geçtikten sonra genişçe bir salona girdi. Bu salon oldukça koyu renkli mobilyalarda döşeliydi. Kapının önünde ahşaptan bir yemek masası, köşede küçük bir televizyon karşısında büyük bir kanepe, iki yanında daha küçük iki kanepe, köşede minik bir şöminenin önündeki mindere uzanmış yaşlı bir kadın vardı. Genç kız eliyle köşedeki küçük kanepeyi işaret etti. Duikef işaret edilen yere oturdu. Genç kız televizyonun yanından bir gaz lambası daha çıkardı ve yaktı. Yeni yaktığı gaz lambasını yemek masasının üzerine koydu ve diğer gaz lambası ile odadan çıktı. Bir süre sonra elinde bir tepsi ile geri döndü genç kız. Tepsideki bir tabakta çorba, bir tabakta meyve ve bir kitap vardı. Meyve tabağını Duikef’in yanına, çorbayı ise yaşlı kadının yanına koydu. Sonra da tepsideki kitabı alarak karşı kanepeye oturdu. Ve Duikef’e dönerek:

— Buyurun yiyebilirsiniz, karşı komşumuzun mahsulüdür.

— Teşekkür ederim.

Yanındaki tabaktan bir elma dilimi alıp ısırdı. Tatsızdı, hoşuna gitmese de elindeki dilimi bitirdi. Genç kızın ona adını söylemediği aklına geldi. 

— Pardon merakımı mazur görün, adınız nedir acaba?


Genç kız bu soru karşısında şaşırmış görünüyordu. Alaycı bir şekilde gülümsedi.

— Adım Gita, siz Burellilerin böyle kibar olduğunu düşünmezdim. 


Elinde olmadan, tebessüm eden bir ifadeyle;

— Ben Burelli değilim, dedi. Bu sohbetten kaçmak istediğini hissederek ayağa kalktı.

— Lavabonun yerini öğrenebilir miyim?


Duikef’i rahatsız ettiğini anlamasına rağmen duruşundan ödün vermeyen Gita:

— Üst katta, ikinci kapı.


Teşekkür eden Duikef yemek masasındaki gaz lambasını alarak oturma odasından çıktı. Oldukça gıcırdayan ahşap merdivenleri sırasıyla çıktığında karşısında üç kapı gördü. Sondaki kapı hafif aralık ve koridora ışık sızdırıyordu. Lavabonun olduğu ikinci kapının önüne geldiğinde, merakına yenik düşerek, üçüncü kapının önüne yaklaştı, aralık kapıdan içeri baktı. Küçük bir yatakta yan yana yatan üç çocuk vardı. Üçünün de gözleri kapalıydı. Daha da meraklanan Duikef yavaşça kapıyı araladı ve odaya girdi. Şimdi daha da iyi görüyordu. Üç çocuğun da yüzü oldukça renksiz ve hasta görünümlüydü. Tüm evi sarmış o yoğun kokunun buradan çıktığı anlaşılıyordu. Çocuklara daha yakından bakan Duikef kokunun kaynağının çocuklar olduğunu düşündü. Daha da yaklaştığında yatak başındaki komodinde bir kavanoz fark etti. Yavaşça kavanozu aldı, üzerindeki karman çorman yazılardan anlayabildiği kadarıyla bu bir merhemdi. Yavaşça kavanozun kapağını açtı. Kapak açıldığında merhemin kokusu burnunu yaktı. Tüm evi saran koku bu merhemden geliyordu. Her nefeste daha da tanıdık gelen bu koku kafasını allak bullak etti ve korkuttu. Başının döndüğünü hissetti. Abilerini hatırlatmıştı bu koku ona, annesinin elleri böyle kokardı. Onların evleri de aynı böyle kokardı. Ama en çok abileri böyle kokardı. Şimdi burada yatan üç küçük çocuğun abileriyle aynı hastalığa sahip olduğunu anladı. Bu anımsayış onu titretecek kadar güçlüydü. Kavanozu geri yerine koyarken çocuklardan biri uyandı ve ona baktı. Çocuğun iki gözü de tamamen sararmıştı. Kalbi gittikçe hızlandı, hatırladı. Abilerinin gözleri de böyle sarıydı. Bakışları, onlarınki kadar acı doluydu. Unuttuğu tüm bu acı anların yüzüne bir bir vuruşu, onu ayakta bile duramayacak kadar yorsa da tüm gücünü kullanarak odadan attı kendini. Lavaboya girdiğinde kapıyı ardından hızla kapattı. Titreyen elleriyle musluğu açtı ve yüzüne su çarptı. Koku hiç gitmiyordu burnundan. Kendini sakinleştirebildiği kadar sakinleştirdiğinde kapıyı açtı. Karşısında gözleri dolu bir şekilde Gita duruyordu, titreyen dudaklarını araladı:

— Nʼoldu beyefendi? Hasta kardeşlerim sizleri rahatsız mı ettiler! Mideniz mi bulandı onlara bakınca? Hastalar efendim! Kasabamızdaki tüm çocuklar hastalar! Her gelişinizde onlarca kamyonla buralara döktüğünüz çöpler, pislikler yüzünden hastalar!


Duikef’in vücudunun her bir parçasını titriyor, kalbi dışarıdan duyulacak kadar sesli atıyordu. Titreyen bacakları ona güven vermeyince eliyle kapının eşiğine tutundu. Bir nefes aldı, Gita’ya baktı. Ona ne diyebilirdi? Kendi abilerinin de aynı hastalıktan öldüğünü mü anlatsaydı? Şu anda kendi abileri gibi başka çocukları zehirlediği işini mi anlatsaydı? Yoksa kayınpederinin atık şirketinde bir yerlere gelemedi diye işten ayrılacağını mı anlatsaydı? Diyeceği tek bir kelimesi dahi yoktu. Gözlerini ondan kaçırarak yanından geçti. Merdivenin tırabzanlarına tutunarak hızla indi. Girişe geldiğinde arkasına bakmadan dış kapıyı açtı ve arabasına koştu. O eve doğru bakmamak için kendini zorlayarak arabayı çalıştırdı. Nereye gittiğini bilmeden öylece sürdü. Kafasında ya binlerce düşünce ya da hiçbir şey yoktu ve bu ikisini birbirinden ayıramıyordu. Bir anlığına tüm bunlardan sıyrıldığında el ve ayak parmaklarının karıncalandığının farkına vardı. O kafasını aşağı eğdiğinde araba yoldan çıktı ve yolun kenarına doğru yuvarlanmaya başladı. Kafası her tavana çarptığında gözlerinin önüne abileri geliyordu. En sonunda araba yuvarlanmayı durdurdu. Duikef ise çoktan gözlerini kapatmıştı.