Günlük kimlik ile tarihsel kimlik arasında kurulan ansal üretimdeki tercihi bir edebiyatçıyı toplum önünde hangi pozisyona iter? Üstelik, acaba edebiyatçı neden sevilmektedir? İşe yaradığı için mi? İşe yarıyorsa yaradığı iş nedir? Gerçekleri dile getirmesi mi? Gerçekleri dile getiremeyen bir toplumun gerçekleri dile getirmesini istediği edebiyatçılar yetiştirmesinin(?) manası ne ola?

Altını çizelim artık: Hiçbir sanatçı halkın bir adım önünde değildir! Halk da, bu kaçışın arkasına saklanamaz.


Sen, sanatçıya bu misyonu yüklemeye çalışacaksın (tabii ki sosyal kavram olarak), sonra da onun yalnızlıktan kaynaklanan marjlardaki seyahatini de entelektüelizmle suçlayacaksın. Yağma yok! Türkiye'nin topraklarında sanata gönül vermişlerin arasındaki temel çelişkilerden biri de budur: Üreten, itilmiştir; üretimi değerlendiren ise, üretici'nin konumunda olamadığı için kıskanç, ukala ve saldırgandır! Bunda yadırganacak bir şey yok: Doğrular, artık bizi üzmemeli! Tek doğru vardır: O da yanlış'ın ta kendisi!


Hiçbir cevabın taklidi olamaz; ancak sebepler taklit edilebilir. Büyük sanatçı ile sıradan olanın arasındaki farkın izahı da bu.


Telaşla merak'ın kaynaşması, istikrar ile tedbirsiz hareketin dökümanlara dönüşmesinin kökeni, mananın kuvvete dayandığı noktalardaki hiciv, hep bu cevap ile sebep'in taklitle olan ilişkisinin analizinde gizli. Görkemi nereye oturtacağız?! Edaya mı, isabete mi?! Edaya oturtursak asil, isabete oturtursak kahraman mı olacağız?! Hay Allah, galiba şiir hakkında yazalım derken ereceğiz! Şairin siftahı, tarihi algılayabilmesidir. Tarihteki yeri hakkında az çok bilgi sahibi olabilen şair, manada yetkinleşir.


Türkiye'de şiirin gidişatı biraz da dergilerle koşut adeta. Her dönem, her tarz, her bakış açısı kendi dergisini oluşturmuş. Son yirmi yıla bakacak olursak, 2000'in başında böyle, kendiliğinden oluşmuş bir dergi, bir izan göremiyoruz. Seksenlerde başlayıp bugüne dayanan şiirlerdeki farklılığa bu noktadan da yaklaşılabilir.


Bütün ayrılıklarına rağmen kimi şairlerin bir araya gelerek yürütme çabası gösterdikleri Şiir Atı, Göçebe dergileri yayınevlerinden bağımsızlıklarıyla yukardaki mesele işarettir. Oysa Selim Temo ile Devrim Dirlikyapan'ın, Nilay Özer ile Enderemiroğlu'nun, Ayhan Kurtla Bejan Matur'un, Imgehan'la Metin Kaygalak'ın, Osman Çakmakçı ile Nur (Bulum)'un, Didem Madak'la Şerafettin Kaya'nın tanışıp tanışmadıkları bile meçhul!

Birbirileriyle ilişki kurmamış bir nesil mi yetişti?! O eski fotoğrafları ne çok özlerim: Birkaç zat-ı muhterem, aynı masada oturmuşlar; sohbet esnasında kısa bir molada objektiflere poz vermişler. Son yirmi yılın şahsiyetlerinden kaçının böyle doğal ve mühim fotoğrafı var?! Yalnızca şiir yazılarak şair olunmaz! Şairi şair yapan insani ve toplumsal konumudur aslında.

Her şair, bir büyü yaratır. Her şair, yarattığı büyüden kendi de etkilenir ve o büyüyü reddetmeye çabalar. Edip Abi, yarattığı büyüyle şiirin bildik akışının büyüsünü bozdu. Büyünün bir metafizik uzantısı değil, bir aşk biçimi olduğunu belgeledi. Galiba, bu belgeydi hayattan ilk önce sökülmesi ve yaramaz insanların omuzlarına apolet niyetine dikilmesi gereken. Biz gerekeni yaptık sanıyorum. En azından seksenli yılların dize dizicileri / dize düzücüleri! İçimizdeki huzur, dışımıza kar yağdırdı! Meymenetsizliğimiz, metanetimizi arttırdı! Her şeyden ders aldık, hiç ders vermeye kalkışmadık! İşte size bizim neslin ifşası!


"Böyle bir yazıya nasıl başlayacağımı bilemiyorum" cümlesiyle başlayan... diye başlayan ikinci türev yazılara rastlamamız sıkıcıdır ve bu rastlantıya denk düşen kişilerin psikolojilerinde gerçekten çok ciddi problemler baş gösterebilir. Hastalıklar, ölümler, afetler karşısındaki çaresizliğimizin bizi hassas dengelerden hassas noktalara sürmesi, mücadelede önemli bir sesi kaybetmenin, yalnızlığımıza tuz biber eken toplumsal acısı, şaşkınlığı, düştüğümüzü sandığımız boşluk, "toparlanmamız vakit alabilir" kaygısı, bulunduğumuz alan hani bir de edebiyatsa, burada yıkılan çınar köklü olmanın ötesinde doğrudan doğruya kök'se, mesela Can Yücel'se, işimiz hiç de kolay değil.


O, "seksenler, doksanlar" diye belirtilen onlu yıl tanımlamalarına kızardı, ama ne yazık ki seksenli yıllarda ortaya çıkan, hissizliği hiçlikle karıştırmak ve bunu varoluşçuluğun uçlarında dolaşmanın afili delikanlılığı sayan muhteremlerin sevgisiz, soğuk, yapay, soyluların hizmetine verilmiş mısralarla donattıkları şiirlere ve hayat biçimlerine hep uzak durdu. Onlarla aynı dili kullanarak çatışmak yerine küfrü bastı. Havlayan köpeğin ısırabileceği ihtimalini asla gözardı etmedi. Peki Can Baba'yı bu denli kalıcı ve güçlü kılan neydi?! Neden bu kadar çok sevildi?!

Seksenleri beslemesi gereken, ikinci yeni dışındaki bu adam kimdi?! Beat Kuşağı ile Bukowski arasındaki tartışma acaba seksenler ile Can Yücel arasında mı yaşandı?! Savunduğu politik görüşler mi, yaşama biçimi mi, sakınmasızlığı mı: Onu hayatımızın ayrılmaz bir parçasına dönüştüren şey neydi?


Gösteri Dergisi, şiirimizdeki açılımları değerlendirmek adına ortayaştaki kimi şairlere, doksanlı yıllarda tanınmaya başlayan şairler ve bu noktada gelişen şiir hakkında ne düşündüklerini sormuştu; kısa yanıtlardı yayımlananlar. Varlık'ın 2000 Ocak tarihli sayısında geçen yüzyılın otopsisinde bazı noktalara takılı kalmam, beni bu meseleye tekrar döndürdü. Öncelikle Gösteri'ye verdiğim yazıya bir göz atalım:

"Şiirin tanımında geçmiyor elbette 'genç olmak' olgusu; ama şiire erken başlamanın avantajlarının, şiire has dezavantajları sıfırlayabilmesi açısından önemli. Hele hele okurun önünde pişmeye çalışmak daha da önemli. Bir örnek vermek gerekirse, koltuğunuzun altına sıkıştırdığınız bir şiir dosyasını usta bildiğiniz bir şaire götürdünüz ve okumasını rica ettiniz. O şairin o şiirleri okuyup okumadığı hakkında asla bilginiz olamaz. Şair(iniz), sizi kırmamak için kırık dökük birkaç kelime etme gereğini duyacaktır; oysa dergide yayımlanan bir şiirinizi okuduğunu, beğendiğini ya da hatalı bulduğunu söyleyen bir şair sizin şiirinizin önünü açar...

Burada benim anladığım gençşiir, kesinlikle yaşla sınırlı değil. Şiire erken başlamakla genç şiiri birbirinden ayırmak gerek. Bugünün genç şiir tavrı ile önceki dönemin genç şiir tavrı arasında ciddi farklılıklar var. Kendimle karşılaştırma yaparak çözümlemeye çalışmak istiyorum: Bugünün genç şairlerini okuduğumuzda onların dünya ve Türk Şiiri tarihi hakkında donanımlı olup olmadığı anlaşılmıyor öncelikle. Böylelikle 'eski şiire alternatif bir genç şiir'in samimiyeti ortadan kalkıyor.


Okuma eksikliğinin büyük yer kapladığına inanıyorum. Neden? Çünkü, farklı tatlardaki şiirlerin, tarzların dökümü şaire has bir ses edinme zorunluluğunu hissettirir. Son on yılda karşılaştığımız şairlerin çoğunun seslerinin olduğunu sanmıyorum. Bu sıkıntı yalnızca okuma ve tanıma boşluğundan kaynaklanmıyor zaten, 'şiire vakit ayırma' sorunu da cabası. Yazılan ve ortada olan tek tek şiirlerin mutfağından değil, şairin hayatının ne kadarını şiire verdiğini soruyorum kendi kendime. 'Ben de şairim' demekten daha kolayı yok! Şiir, kanıt ister. Somut kanıt değil, soyut kanıt:

Tuna Kiremitçi'nin büyük bir yetenek olduğu halde şiire, müziğe ve sinemaya parçalanmışlığı eksi puandır. Kastettiğim bu! Haydar Ergülen, bir işte çalışmayıp yalnızca şiire gömülse yer yerinden oynarmış gibi geliyor bana.

Şiire ne getirdiği tartışmalı genç şiirin; yoksa oturmuş bir şiir yazan yaşı genç bir şairin yazdığına mı genç şiir diyeceğiz?! İlhan Berk'in hâlâ genç bir şiir yazdığını görüyoruz. 'Durmadan arıyorum' diyor adam. İyi ya da kötü, her kitabı bir öncekinden farklı mecralarda. İşte genç şiir bu!

Yoksa Ayhan Bozkurt, Didem Madak, Devrim Dirlikyapan, Zeynep Köylü şiirlerini safrasız, tok yazmalarına karşın 'genç şiir' çizgisinde değiller; bu da köklerini yitirmelerine yol açıyor. Yalnızca iyi şiir yazan insanlara dönüşüyorlar. Tehlikeli bir şey bu.

İmzası kapatılmış bir şiiri okuduğumuzda 'hah, bilmem kimin şiiri' diyemiyorsak genç şiir olmadığı kesindir. Burada kalıplaşmış bir şiir yazan kişiyi değil, şiirini yenileştirirken tavrını değiştirmemiş şairi anlatmaya çabalıyorum. Nâzım'ın genç kalışının nedeni de bu sanki.

Şu anda genç şiir çizgisinde gördüğüm birkaç isim de vermek isterim: Serap Erdoğan, Kemal Varol, Göçkenur Ç., Nilay Özer.


Turgut Toygar, güzel bir saptama yapmıştı: 'Günümüz şiirinin yenileri Osmanlıca'ya kayıyor.' Doğru. Daha mı şiirsel geliyor, yoksa anlam zenginliği mi yüksek?!

Şiirde ustalığa giden yollardan en kestirmesi, belki de en çetini özgünlük olsa gerek. Hem özgün bir şair olarak ustalığınızı sergileyeceksiniz, hem usta bir şair olarak özgün çizginizi uzağa, farklı mecralara taşıyacaksınız. Her özgünlük ustalık getirmediği gibi, her ustanın kalemi de yeniliğe açıktır diye bir genel kural yok. Nâzım, hem usta, hem özgün hem de yenilikçi olmanın tadını çıkartan şairlerden. Orhan Veli, özgün ve yenilikçi. Ustalığı kısa yaşamının altında ezili kalan bir şair. Dağlarca, usta ve özgün. Yenilik peşinde olduğu savı, belki Çocuk ve Allah'ın arkakapısında kalmış durumda.

Usta ve yenilikçi şairlerin topu, neredeyse cumhuriyetin az öncesi ve az sonrasıyla sınırlı. Buradaki yenilikçilik, şairliklerinden değil, büyük olasılık, ülkenin sosyal değişimine ayak uydurmanın baharından. Herşeyin silbaştan yenilendiği bir dönemde şairlerin bit pazarlarına düşmesi mümkün değil!

Peki, şu on beş yılın bilançosu nedir?! Yani 1984-1998 arası. Bir kısım eleştirmen artı puanları sıralarken, diğerleri kayıpların peşinde.

Yalnızca özgün olabilenlerden birkaç örnek: Oğuzhan Akay, Osman Olmuş, Hüseyin Alemdar, Akgün Akova, Kaan İnce, Metin Üstündağ, Elif; Cezmi Ersöz, Yıldırım Türker...

Yalnızca özgün ve yenilikçi olabilenlerden birkaç örnek: Tarık Günersel, Nilgün Marmara, Gülseli İnal, Seyhan Erözçelik, Sami Baydar, Birhan Keskin...

Özgün ve Usta olabilenlerden birkaç örnek: Enis Batur, Haydar Ergülen, Murathan Mungan, Sina Akyol, Lale Müldür...

Görüldüğü üzre, özgünlük ağırlıklı bir şiirde yenilik olgusunun eksikliği ustalaşmanın en büyük handikapı. Yenilikçi olan ustalaşamıyor; ustalaşma yolundaki şair yenilikten kaçınıyor. (İlhan Berk'in kulakları çınlasın!) Arkadaş Z. Özger'i erken göndermenin acısı daha da belirginleşiyor.

Ya doksanlar'a ne demeli?! Kimin şiiri özgün?! Herhangi bir şiiri okuduğunuzda onun şairini hemen teşhis edebiliyor musunuz?! Kimin şiiri yenilikçi?! Bir önceki kuşaktan aldıklarına farklı bir tarz, farklı bir yaklaşım getirebilmiş?! Kim usta?! Kimin şiiri dilden dile dolaşabiliyor?! Haydi şiirden vazgeçtik; kimin bir mısrası özel defterlerimizin başköşesinde?!

Fotokopi şiirler yazılıyor. Fotokopi duyarlıklar yaşanıyor. Fotokopi jestler ve hırçınlıklar, gündeme hakim. Yalnızca özgün olabilmek, yalnızca özgün ve yenilikçi olabilmek, özgün ve usta olabilmek yerine, yalnızca karakterini iyi sergilemek, yalnızca karakter sergilerken farklılığını yaşadığı yüzyıla uyarlayabilmek, durumu kurtarmak, yazmış olmak, yazdığını her dergide yayımlatabilecek kadar ün rantı yakalamak ve bulunduğu noktayı korumak — unutulmamak için mümkün olabildiğince saldırgan ama duygusal olmak demek belki de 2000 yılının eşiğindeki, içi boşaltılmış, okuru kaybedilmiş Türkçe Şiir'in menüsünü yeniden tartışmak demek olacaktır. Durup düşünmek gerekiyor. Belki böyle kabul görürüz!

Bütün bunlar bu güne kadarki düşüncelerimin bir reprodüksiyonu olarak adlandırılmalı, ama bence seksenlerin en önemli saptaması, bu insanlara yapılan haksızlıktı: Önemsenmediler; haklarında hiçbir ayrıntılı araştırma yapılmadı. Bir anlamda tüketilmeye, popülerleştirilerek yüzeyselleştirilmeye çalışılındılar.

Oysa bugün şiirin doksanlarına, iki binlerine bakıldığında hiç değilse büyük bir güç olarak geldikleri ve şimdiki arkadaşlara göre (içten içe) politik oldukları söylenebilir; evet, politik yanlarını ortaya koymaktaki çekinceleri yüzünden suçlanabilirler; doğrudur. En azından doksanlar, iki binler kadar cool takılmadılar! 'Benim şiirim Behçet Necatigil'le aynı ayardadır' diyecek kadar küstah değildiler. Ve bu lafları kendilerine söyleten şair-i azamlarının ne bok olduğunu anlayacak ve onlarla savaşıp bir poesium kazanacak kadar da yürekliydiler! Ee, bir mücadelede nefer olmak başka, askeri okul şairi olmak başka!


(Kunduz Düşleri 6, Ağustos)

Adam 2002 Şiir Yıllığı, S. 195-199