Acımsı bir sıcak; bunaltıcı, yorucu. Yataktan kalkmak bile, of, eziyet! Yemekleri lokma lokma bölüp yavaşça yemek, yutmak, ardından karnın tok ama ruhun aç bir şekilde sofradan kalkıp yavaşça toparlamak... Dün çağrılmış olduğum bir yere gitmem gerekiyor: mezarlık. Ölüleri ölmeden önce ziyaret etmeyen bizler öldükten sonra gidip mezarına ağlıyoruz, sızlanıyoruz ve çok erken gittin, diyoruz. Bolca zamanımız varken yüzüne bakmamış, belki çok az kez seni seviyorum demiş olduğumuz kişiye borcumuzu mezarına giderek ödemeye çalışıyoruz. Büyük bir saçmalık. Ölü yaşarken görmediği sevgiyi ölüyken gördüğüne neden sevinsin ki? Mezar taşıma yazdıracağım şey de tam olarak bu. Yaşarken neredeydiniz?


Saat dördü çeyrek geçe arabaya bindim. Küçük muhabbetler ile zamanı geçirmeye çalışsak da yol, muhabbetin bu türü için bir hayli uzundu. Lakin yol en sonunda bitiyor, varılacak yere bir şekilde varılıyor bir benzeri de olan hayat gibi.


Ölmeden mezarlığa girme fikri her zaman tüyler ürperticidir benim için. Ya mezarlara bakarken kendi mezarıma denk gelir ve aslında ölü olduğumu fark edersem? Kendi küçük cehennemimin samimi küçük şakası olurdu bu durum. Ve işte oradayız; görmemiz, ironik olarak ziyaret etmemiz gerekenlerin yanında ama onlar yoklar; birkaç metre toprağın altındalar. Keşke yaşasalardı ama yaşamıyorlar. Mezarların başında bunları düşünüyor, alışmış olduğum üzere bildiğim duaları okuyorum. Kafamı yukarı kaldırıyorum; bu sıcak, bunaltıcı hava son derece kapalı ve yağmurlu. İç karatıcı derecede, amaçsızca can sıkıcı. Kafamı indiriyorum ve orada duranlara bakıyorum; onlarca, yüzlerce mezar, büyüklü küçüklü.


Ayağımın dibinde olduğunu bile fark etmediğim küçük bir mezar varmış. Çok minik, kendi kadar minik bir yer kaplamış hayatta, beş aycık kalmış dünyada. Bir şey gözüme çarptı, sayılar ve çok tanıdıklar. İçim çok kötü oldu bir anda, biraz acı, boğazıma dayanan, nefesime uzanan ve soluk borumdan geçmesine izin vermeyen bir el sımsıkı sarıldı boğazıma, nefes alamıyorum, sesim çıkmıyor. Öylece kalakaldım ayakta, hareketsizce duruyorum. Etrafımda ağlamaklı insanlar konuşuyorlar ama duymuyorum.

Bir el kafama dolanarak gidip kulaklarımı kapadı. Etraf kapkaranlık, el şimdi gözlerime bir perde gibi indi ve ben güneşe direkt baksam bile mumun sönmek üzere olan sakin ışığı kadar bir ışık dahi göremiyorum. Bir sarsıntıdır titriyorum, sen deprem de, ben sıtma geçiriyorum diyeyim. Bir eldir beni sarsan, boğazımı sıkan, güzümü ve kulağımı kapayan; elden başka bir el.


Kendime geldim, birkaç şey geveleyen ele baktım ve başımı salladım. Küçük mezarda yazan ada ve soyadına bir göz attım, bu beni daha da hüzünlendirdi. Uzaklaşmaya başlarken arkama baktım ve ben doğarken ölmüş olan Geçici'ye son bir elveda dedim.

O hızlıca geçti bu dünyadan, ben ise yavaş yavaş geçtiğimi düşünmekteyim. Hayatı hayıflanarak yaşayan ben belki de bunun başkasının hakkı olabileceği gerçeğini düşünürken bu fikir kaldırıma atılmış bir sakızın ayakkabıma yapışması gibi beynime yapıştı kaldı, kazısam bile çıkaramaz hale geldim. Belki de bu hayat gerçekten de benim hakkım değildi. Ölmeseydi eğer yaşayacak olan oydu. Bunu asla bilemeyeceğim.