“İnsan okudukça öğreniyor, öğrendikçe şaşırıyor: “Aaa, demek bu ritüelin kökleri ta üç bin yıl öncesine kadar çıkıyormuş! Demek henüz keşfedilmemiş bir kıtada yaşayan Çeyeniler de bizim gibi düşünüyorlarmış!”
Derler ki: bir kitap, bir insan. Aslında bizim yaşadığımız devirde bir kitap bir dünya demek oluyor. Her kitap insanı başka bir dünyayla tanıştırıp orada gezdiriyor. Çölden deryaya, yeryüzünden gökyüzüne, milattan önceden günümüze, biyolojik ve ruhi ihtiyaçlardan kültür ve mitolojiye, her kitap bizi mikrokozmostan makrokozmosa götürüyor. Ademoğlunun kafasinda yatan lakin ifade edemediği o derin duyguları buluyor, kendini anlaşılmış hissediyor, insan gülmeyi, sevilmeyi, anlaşılmayı sever çünkü insanın evi anlaşıldığı yerdedir. Meğer kitaplar insanın evidir. “Kültürde Şahmeran” kitap çerçevesinde de yazarın gösterdiği yazma üslubu, fevkalade dil kullanımı ve her satırda gösterdiği mütevazılık beni hayranlığa düşürttü. Kültür bir toplumun duyuş ve düşünüş birliğini oluşturan, gelenek durumundaki her türlü yaşayış, düşünce ve sanat varlıklarının topu demek. Şahmeran ise vücudunun üst kısmı güzeller güzeli bir kadın, vücudunun alt kısmı ise yılan şeklinde olan doğu kültürünün masallarında yer alan mitolojik bir yaratıktır. Yazar Hitit, Yunan mitolojisinden İslamiyetin ilk protagonistlerine ve Osmanlı arasında hikayelerle, terim anlatmalarıyla ve müthiş komperasyonlarla bizi aydınlatıyor.
İnsanlık gerçekten her alanda ilerlemekte midir? Bu ilerlemenin kriterleri nelerdir? Eğer ilerleme belli alanlarla sınırlı ise ya da ilerlemenin hızı kapsamı ve mahiyeti farklı alanlara göre farklılık arz ediyorsa, bunu nasıl tespit edebiliriz? İnsanlığının tek bir çizgi haline ilerlediği ve Avrupa’nın bu sürecin öncülüğünü yaptığı fikri, 20.yy ortalarına kadar hakim olmuş ve ancak son yıllarda sorgulanır haline gelmiştir. Herder, 19.yy da bu kabulü sorgulayan birkaç düşünürden biridir. Çağdaşların tersine Heder “iyi”nin bütün arza yayılmış olduğuna inanır ve sorar: “Neden sadece kuzey yarım kürenin batıdaki en uç noktası (Batı Avrupa) medeniyetin beşiği olsun ki? Durum gerçekten öyle midir? (Kalın,2018)
Bu gerçek beni hep düşündürmüştür, neden Hitit, Hint, Maya vs mitolojisi masal ve boş gibi algılanıyor ama diğer yanda Yunan mitolojisi bazı bilimlerin temelli olarak alınıyor? Din ve İnanç çok farklı şeyler, Din değişmezdir İnanç ise değişir. Kitabın konusu ne din ne inançlardır, ancak halk neden muska takar, neden dedeler mum yakar, gizli bilgilerin sahibi var mı ve neden deli deliden, hoca ölüden hoşlanır gibi sözler ortaya çıktı. Tankut Sözeri bizi bir düşünce derinliğine düşürtür ve aniden meseleyi hemen başka konulara gönderir. Gülü anlatmaya başlıyor. Onun güzelliğini, narinliğini ve ebediyeten beri taşıdığı anlamı anlatıyor bizlere. Siz, siz ol­un, gül de karar kılın. Hangi gül mü? Bakın işte o zor, yani bir öneride bulunmak. En iyisi, gül sizin, ten sizin! Birine karar veriverin gitsin! Anneler, evde beyaz atlı prensi bekleyen kızları için bir istihareye yatarlar. Sabah rüyalarında gördüklerini de “Rüya tabircilerine” anlatırlar. Hemen çevrede bulunan “Tengriken!” (yaşlı kadınlar) eğer sadece yılan görmüşse ana kadın, işler kötü ve derhal kurşun dökmek gerekir. Kızın yolunu iblisler bağlamıştır çünkü. Lakin eğer Şahmeran görülmüş ise, artık bir vakit beklemek ge­rekir. Bundan büyük kısmet olmaz diye. Şahmeran simgeleri biri cezalandırıcı, diğeri ise sevgi do­lu, bağışlayıcıdır. Ondan sonra kadın ve erkeğin birlikteliğini gös­terirken yaşamı oluşturan dört ana sırlarını değiyor. Hava, Su, Toprak, Ateş bilgisi ile birlikte Evrendoğum’u anlatıyor. Onun kuş dili dahil 72 iki dil bilen, ateşe, rüzgara hükümran bir peygamber olduğunu söylüyor ve biz bunu canlandırmaya çalışırken aniden inanılmaz güzel bir şiirle ruhumuzu okşuyor.

“Zengin ve yoksul benim,
inanmak ve inanmamak bendedir. Dinsizlik, iman­
sızlık bendedir. Her varoluşa Tanrı benim. Kabe be­nim, put benim.
İnsanın istenci benim, işte her şey bendedir.
Tanrı kayığı benim. “Ev­ren kayığa benzetilmiş” Tanrı bendedir.
Tanrı be­nim. Cehennem ve Cennet benim, bütün dünyalar
bendedir. En başta ben varım. Zengin ve yoksul benim,
inanmak ve inanmamak bendedir. Dinsizlik, iman­sızlık bendedir.
Her varoluşa Tanrı benim. Kabe be­nim, put benim.
İnsanın istenci benim, işte her şey bendedir.”

“Şiir” sözcüğü Arapça “şuur”sözcüğü ile aynı kökten olup, “bilmek ve bir anlamı kavrama” kavramındadır. Şair de bu durumda; bilen, anlamlan kav­rayandır.
Softa Idris Molla, kıskandığı Yunus’un tümü üç bin olan şiirlerini ele geçirir. Hemen bin tanesini ya­kar, havaya saçar, ikinci bin adedini de parçalayıp nehre atar. Sonra da merak edip üçüncü bin şiirleri okumaya başlar. O kadar güzel şiirlerdir ki, kıyamaz yok etmeye. Derler ki, işte Yunus’tan bize kalan bu son bin şi­irdir. Ne var ki, havaya savrulanlar boşa gitmemiş;
bütün kuşlar terennüm etmeye başlamış şiirleri ve et­mekteler, balıklar da suya atılanları. Anadolu ’nun taşı, kuşu, balığı, insanı artık Tunus olmuştur.
Hemen ardında çarpıcı bir cümle kurulmuş, Hallacı Mansur Şeytanı yüceltir. O ’na göre, iyiyi tanımak için, kötüyü bilmek gerekir. Seven ve nefret eden, ağlayan ve sevinen, didinen ve yorulan, ümitlenen ve ümitsizliğe düşen var olu­şundan beri insanın kendisidir. Sufi kültüründe şeytan olumlu bir gözle bakılıyor çünkü insana secde etmeye ret etmiş sümerlerde de şeytanın varoluşunun anlamını anlatıyor. Yaşamımız ikilemsiz olmuyor. Düalizm! Se­mavi dinler­ de Tanrı mutlak iyi ve şeytan mutlak kötü! Oysa Hint vedası diyor ki; Güneş iyinin de kötünün de, güzelin de çirkinin de üzerine aynı anda do­ğar!” Demek ki, doğaya rağmen yarattığımız kültür; insanın kendi doğasına doğrudan bir karşıtlık içeriyor. Elmanın da kurdu kendi içinde değil mi? Duvarlar yürüyor muydu! Sor­mayın, öyle dertliyim ki bir öf çeksem karşıdaki dağ­lar yıkılır… Düşünmek kolay bir şey değildir bu nedenle çoğu insan bu dünyaya geliş sebebini bilemeden kül olup gidiyor. Yüzümüz her zaman yaşadıklarımızın ve düşüncelerimizin aynasıdır, olgun ve bilge bir çehremiz olsun…
Hep duyarız: Et kokarsa tuz vurulur, tuz kokarsa çaresi ne?işte bu kavramdır. Etin kokusuna çare tuzdur da, peki verilen emeğin boşa gitmesine çare ne? Tuz emektir. Hacı Bektaşi Veli’nin tuzudur bu. Emeğin (tuzun) boşa gitmesine çare yoktur.Bunu Osman'ın hikayesiyle bağlıyor haci Bektaşiı Veli de darı çiçeği üzerine yaydığı seccade üzerinde namaz kılmış ve taç, hırka ve sofra sahibi olmuştu. Hacim Bektaşi Veli de Anadolu’ya güvercin do­nuna girerek gelmemiş miydi? Sulacakara Höyük de, dergah önündeki taşa mübarek ayakları bir hamura konar gibi!.. Artık yeni bir dünya açılmıştır Türk­men’in önünde. Yedi düvele halifelerini gönderip... Kolonizatör Dervişler...Yılan Ophion evrensel yumurtadan varoluşun do­ğumunu sağlamıştı. Bu durumda yılanın gördüğü­müz bu yeni durumu, gerdanlığımıza neden bir an­lam yüklemesin. Bu mitolojiye göre yılan eril ol­makta ve bu durumda da biz erkekler dişi olan do­ğanın dahi ancak tesadüfen dünyaya getirdiği canlılar değil miyiz! Y kromozomu X kromozomuna bir rast­lantı olarak yapışır da doğarız. Tıp ilmi öyle söylüyor. Ama doğa da öyle söylüyor. Üretken olan kadındır çünkü. Öyleyse yerin altında mağaralara kapatılma­mız bir kader! Yoksa bu kadere bir başkaldırı mı ya­rattığımız ataerkil toplum düzeni? Erkek, kadını en­telektüel alan dışında tutmayı başarmış 2500 yıl süre­since. Söylediğimizi açarsak eğer ilim ve üniversite erkek tarafından kurulmuş ve kadın bilinçli olarak bü­tün toplumlarda ilim dışında tutulmuştur. Kadınlar daha yeni yeni, 20. yüzyılın ikinci yarısında yoğun olarak üniversitelere girip entelektüel alanda boy gös­termeye başlamışlardır. İlimde cinsiyet farkı olmadığı için gerçek eşitliğin alanı olduğunu görürüz. Erkek yoksa bir yılan mı? Yani evrenin tek hakimi olmak isteyen? Anlaşılan yılanlık! Erkekle kadın ara­sında gidip geliyor işte.
Bu sefer yazar Yunan mitolojisine atlıyor. Yaşamın en başlangıcında kaosun çıplak gülü olan her şeyin Tanrıçası (Eurynome) ayaklarım ba­sacağı bir biçim yer bulamadı ve bu nedenle de de­niz, gökten ayrıldı ve O denizin dalgaları üzerinde kendi başına dans etti. Güneye doğru dans etti. Ve rüzgarı arkasına almış olarak bir varoluşa başlama­nın yeni bir başlangıcı olarak göründü. Dönüp durur­ken, bu Kuzey Rüzgarını yakaladı, elleri arasında ovalayarak tuttu! Boreas da denilen.Büyük yılan Ophion du o. Vahşice ve vahşice, kendine ısındırma ana kadar ve yılanla bir çift olabilmek için dans etti. Eurynome böylece gebe kaldı. Sonra Tanrıça güvercin donuna girdi. Günü gelene kadar dalgalar üzerinde bekledi ve evrensel yumurtayı bıraktı. Emri üzerine Ophion bu yumurtayı ikiye ayırana kadar onu yedi kere sıktı. (Paskalya yumurtası geleneği bu bilgiden mi kay­naklandı acaba? Neden olmasın!)
İnançlar,gelenekler, masallar, mitler ve daha niceleri o denli iç içe ki; bir uçtan bir diğerine savrulmak daima geçerli. Kültürler kaybolmazlar ya da yok edilemezler!
Sufi kültürde şeytana hoşgörü ile bakılır. Çünkü insana secde etmeyi red etmiştir. Ateşin elde edilişini bildiren en eski insanlık anıları Kafkaslara bağlıdır. Abhaz halkının ataları, ateşin ya­rarlılığını ve onun ilkin saldırgan canlılara karşı en et­kili savunma silahı olduğunu anlayarak, lavdan veya tutuşan petrollü topraktan ya da onların tutuşturduk­larından parçalar alarak elde etmişlerdir. Mitleşen anı­larında Daw=Dawi Lardan (Kafkas dağı devlerinden) bir ateş parçası kapıp Abhazlara Primetse’nin getirdi­ği anlatılır. Hz. Süleymanın öyküsüyle bu bilginin sonununu güzelleştiriyor.
Dönemin insanları, doğada olan her şeyden, renkler dahil umarlı yaşamak durumunda idiler. Onlar için üretilen her biçim, evrendoğum ile ve o evren içindeki gizlerle ilgiliydi. O’nun derdi, bizim bugün anladığımız anlamda bir sanat üretmek değildi. O ’nun bunalımları ya da can sıkıntıları yoktu. Yalnızlık da çek­miyordu. O bir kozmik ortamla çevrili olarak, ruhların karşısında korkuyordu ve korunmak istiyordu. Ve belki de sadece bu korku nedeniyle kendini yalnızla duyumsuyor ve buna ilişkin önlemler alıyordu. Eğer insanlığın önemli bir bölümü hala aynı duygular içinde yaşayıp duruyorlar desek yanı­lır mıyız?
Ne denli gizli ilimler gücüne sahip olsa da boynunda “lanet” halkası ile dolaşacaktır…
Bütün eksikleriyle sözümü hala başlamadan bitirmek zorundaymışım gibi hissediyorum… Son söz benim değil, Tankut Sözeri’nin olsun: “Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken Zamanının korkunç ağırlığını duymamak için, durma macasma sarhoş olmalısınız.
Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl is­terseniz. Ama sarhoş olun!”.
Yazan: Sumea Ramadani