Uyumak, dün gece onun için sadece bir kaçıştı. Bunu her gözünü açışında biliyordu. Yine de tekrar tekrar kaçarak kendisini uykuya mahkum etmekten başka bir yol göremiyordu. Sonsuz kaçış imkanı sonsuz uyku olsa, sonsuza kadar kaçabilmek adına sonsuz uykuya kendisini mahkum edebilirdi. Eğer yataktan kalkarsa sorumluluk alması gerektiğinin farkındaydı. Ama ne yapacağını kestirememek onu azap ve korku içerisinde, mağarasına geri kaçmaya zorluyordu. Zihninde canlananların göz kapaklarının arkasına yansıyan gölgelerini seyrettiği bir dünyayı gerçek olana yeğliyordu. “Bu korkaklıksa, evet, ben bir korkağım.” diyordu. Cesaret şu sıralar ona hiçbir mantıklı çözüm sunamadığından olacak kendisini saran bütün duygulara teslim olmaya dünden hazır olduğunun bilincinde ağzından çıkıyordu kelimeler.


Ne yazık ki vücudu uyku denilen uyuşukluğa daha fazla katlanamadı. Daha fazlası olmasın dercesine başını ağrıtıyor, onu uyumaktan vazgeçirmeye çalışıyordu. “Vücudum bile benim vücudum değil.” dedi iğrenerek bakarken, kaldırdığı yorganın altında saatlerce hareketsiz kalmaya zorlanmış bedenine. Bu düşüncesi, vücudunun kendi iradesine boyun eğmemesinden kaynaklıydı. Bir bedenin de kendine göre ihtiyaçları olduğunun farkındaydı elbette. Yine de bunca zamandır sorun etmeden bütün ihtiyaçlarını ortalama bir sağlıklı yaşam delisinden daha fazla karşılamıştı. Süreklilik gerektiren bir spor programına uymuş, besin değerlerine dikkat etmişti. On üç yaşındaki aşırı kilolu vücudu, sağlıklı ve düzenli beslenmeyle bir şekle sokmuştu. Onun kilolarıyla dalga geçen her insan bu değişimden altı yıl sonra kıskançlıkla bahsetmişti. Bir seferliğine de olsa nazını çekemeyen bir beden onun bedeni olamazdı artık. Başkalarına ne kadar tanrısal bir çekicilik sergilese de artık ona şımarık bir yaratık gibi görünüyordu bedeni.


Ağır aksak adımlarla yaklaştığı aynada ona bakan surata ne demeliydi? Pürüzsüz cildinden akan kendini beğenmiş ifade ne kadar iğrenç görünüyordu gözlerine. Bir zamanlar hayranlıkla saatlerce izlediği bu suratta ne gibi bir güzellik bulmuş olabilirdi ki? Ergenlik döneminin bütün izleri yok olmuştu. Belki bu kadar önemsenseydi, zamanında kendi kişiliğinde bulunan pürüzler de yok olabilirdi. Görünüşüne harcadığı zamanı bir müzik aleti çalmaya harcasaydı kulaklarına iyi gelebilirdi. Ne değişmişti de bir zamanlar gözlerine güzel gelenler şimdi kendisini iğrendiriyordu?


Hemen telefonuna atıldı. Kafasında unutmak için savaşlar çıkardığı, beynindeki bütün sinapsları adeta bir İskender misali kılıcıyla ortadan ikiye bölerek dolanmıştı bütün gece. Bölünmüş Gordion düğümü gibi saçılan bölük pörçük parçaları şimdi birbirine bağdaştırmaya çalışırken Hellaspontus'u sopalayan Pers askerleri kadar çaresizdi şimdi.

Alışkanlık kötü bir şey olmalıydı ki bilinçsizce kurcalıyordu telefonunu. Ne yaptığını bir buğulu camın arkasından izleyecek kadar fark edebiliyordu yalnızca. Nedenini ve gerekliliğini kendisine açıklayacak kelime dahi bulamıyordu. Çabalarına rağmen kurmadığı köprüler yıldırım düşme anında oluşan parlama gibi kısa süreli körlükten sonra hepsinin yerli yerinde durduğunu fark edercesine hatırladı her şeyi.


Sosyal medya hesaplarına giriş sağlayamıyordu. “Keşke unutmak için bu kadar savaşmasaydım.” dedi. Çünkü bir daha yıkılmıştı dünyası başına. Aynı acıyı tekrar yaşamak mümkün müydü? Bir kesikten sonra acı eşiğiniz yükselmez mi? Belki de beyne iletilen sinyalleri ve bu sinyallerin oluşturduğu tüm hatırayı silerseniz aynı acıyı tekrarlamak mümkündü.

Hemen yeni bir hesap açarak; bir sosyal medya hesabına göz attı. Mantığıyla öfkesinin savaşından geriye yaşam belirtisi kalmamıştı. Büyük bir boşluğun içerisine düşmüş olmasının nedeni az önce yeni bir fotoğrafın yüklenmiş olmasıydı. Şu an suratının aldığı hal ile bu yüklenen fotoğraftaki mutlu surat arasında dağlar kadar fark vardı. Eğer yıllardır kendi yüzüne hayran hayran bakan biri olmasa fotoğraftaki insanın başka birisi olduğuna yemin edebilirdi. Aynadaki yansımasının yanına tuttu telefonunu. Fotoğrafa benzemek için aynı gülüşü taklit etmeye çabaladı. Çok zor bir uğraş oldu ama ölmüş mantığına bir şeyler anlatmaya çabalayan çaresizliğine anlam vermeden devam etti. “Evet! Bu iğrenç surat benim suratım.” dedi. Eski bir fotoğrafı olmadığını içtenlikle gülen kendisinin üzerindeki tişörtten anladı. Hayatında ilk kez gördüğü bir tişört vardı üzerinde. Kendi üzerine giydiğiyle alakası yoktu bu tişörtün.


Telefonunu lavaboya bıraktı ve yatağına doğru gitti. Kendisini bir kez daha uykuya verebilseydi ne kadar mutlu olacağını düşünüyordu gözlerini sımsıkı yumarak yatağa uzandığında. Olanlara hiç anlam veremediğinden öfkesini bile yaşayamıyordu. Sımsıkı kapattığı gözlerinden sıcak yaşlar yatağı ıslatmaya başladı. Suratının titremesinden yanaklarının değdiği çarşaftaki ıslaklık gözlerinin kenarlarına değen sıcaklığın aksine buz gibiydi. Tam kendini bir kaçış serüvenine daha kaptıracakken aklına okula gitmesi gerektiği geldi.

Uzun bir süredir astığı derslerine bu sefer gitmeliydi. Olanları bir bahane olarak gösterebilirdi kendisine. Ama bu kadar ciddi görünen bir depresyondan önce günlerce astığı dersleri onu bundan alıkoyuyordu. Depresif ruh haline de iyi geleceğini düşünerek okula gitmek için hazırlanmaya başladı. Dolaptaki hiçbir kıyafeti beğenmedi. Ebeveynlerinin odasına gitti. Evde olmadıkları için rahatça hareket edebiliyordu. Zaten ailesinin evde olduğu bir zamana da denk gelmemişti. Anne ve baba kavramını; mesajlar, ses dosyaları, fotoğraf ve videolardan oluşan bir klasörle açıklayabilirdi soranlara. Babasının artık giymediği eşyalarının bulunduğu çekmeceden üzerine bol gelecek bir pantolon ve gömlek seçti. Odadan çıkarken kenara atılmış bir deri montu da alarak terk etti duygusal bir bağ hissetmediği insanların yattığı odayı. Bir makine kadar kusursuz ve becerikli ellerde büyümüş olmanın kendisine kazandırdığı kesin kararlar alabilme yeteneğini kullanarak evden bu bol kıyafetlerle çıktı dışarıya.


İnsanlar ona acıyarak bakıyorlardı. Bir tek ayakkabıları herkesçe kabul gören modayı yansıtıyordu. Ama kıyafetleriyle oluşturduğu tezatlık durumu daha felaket bir hale sokuyordu. Kendisinden iğreniyor olmasından dolayı insanların ona acıması bir ilaç gibi geliyordu. “İşte moda dediğin budur.” diye söylendi mırıltıyla. Keşke hissettiklerimi de paylaşabiliyor olsaydım giyimimdeki absürtlükle diye düşünüyordu. “Daha fazla acınması gereken kişilerin bulunduğu bir defilede boy gösterecek kadar bilgi birikimi lazım bunun için.” dedi aynı mırıltıyla. Böyle bir defile için büyük bir organizasyon gerekirdi, diye düşündü. Biraz kafa yormak lazımdı. Eğer böyle bir defile olursa bütün dünya bu defileyi izlerdi. Öyleydi gerçekten de insanlar acıma duygusunu bir uyuşturucu misali kullanır olmuşlardı şu zamanda. Empati gerektirmeyen iğrençlik ötesi bir acıma duygusu. Gel de bunu Schopenhauer’a küfürler savuran 19. yüzyıl insanlarına açıkla. “Zaman makinem olsa bile bununla uğraşmam.” diye mırıldandı tekrar. Acınasılar kültürünün ses tonu bu olmalı diye düşündü.


Okula vardığında büyük bir umursamazlıkla sınıfına yürüdü. Sisyphus gibi bir kaya yuvarlıyordu sanki yürürken. Tekrar düşeceğini bilerek kayanın, yine de yuvarlıyordu onu yukarıya. Hiçbir faydası olmayacağını düşündüğü halde yine de yürüyordu. Aynı bezginlik ama başka bir yolun olmaması karamsarlığıyla atıyordu adımlarını.

Sınıfa girdiğinde gözü hiçbir şey görmüyordu. Sırasına oturduğunda kendisi hakkında yapılan esprileri duymamıştı bile. Onun başka bir dünyada olduğunu gören topluluk buna pek bozuldu. Esprinin kaynağı olan yakışıklı çocuk onun yanına kadar gelip yineledi esprisini; “Dostum! Bir askılıktan daha fazla kıyafet taşıyabiliyorsun.”

İstemsizce sırıtmak zorunda hissettiğinden kafasını kaldırdı yakışıklı çocuğa. Bir yıldırım daha düştü orta yere. Bu o çocuktu. Yani bu çocuk aslında kendisiydi. Ya da kendisine o kadar çok benziyordu ki kendisi artık kendisi gibi değildi. Saçma sapan cümleler kurarak bir açıklama bulmaya çalışırken sınıf sessizleşti. Herkes yerlerine oturdu. Hoca sınıftaydı ve hafifçe oturduğu yerde doğrularak sınıfa göz gezdirdi. “Sen?” dedi bol giysileriyle elleriyle kafasını avuçlamakta olan gence. “İlk defa mı giriyorsun dersime?”

Çınar, ayağa kalktı. Etrafına boş boş bakınırken hoca sorusunu tekrarladı. Şapşalca bir şekilde başını salladıktan sonra hoca istediği cevabı alamamış. Tatmin olmayan bir surat ifadesiyle otur anlamında başını eğdi. Yoklama listesine uzun uzun baktı. “Siz kardeş misiniz?” diye sordu. Kimseden ses çıkmayınca yakışıklı çocuk çok bilmiş bir ifadeyle cevapladı hocayı. “Hayır hocam, isim benzerliği.”

“İsim ve soy isim.” diyerek kıkırdadı adam beklenmedik bir şekilde. “Çınar, Çınar” dedi. Kafasını iki yana sallayarak kıkırdamaya devam ederken “Fazla benzerlik var işte.” diye de ekledi.

Çınar, yakışıklı çocuğa kinle dolu bir bakış attı. Kendisi bu kadar afallamışken onun pişkin pişkin oturup gülmesine bir anlam verememişti. Yakışıklı çocuk Çınar’a baktı ve bütün sempatikliğini sergileyecek şekilde göz kırptıktan sonra bir klark çekti. Telefonunu çıkarttı ve çevresindeki oturanlarla hocanın gözlerinde önünde bir fotoğraf çekti. Sonra muhtemelen sosyal medya hesabına yüklemek için telefonla meşgul oldu bir süre. Bunun arkasından Çınar hemen telefonunu aradı ama bulamadı. Evde lavabonun içerisinde unutmuştu. Bütün siniri tepesine çıktı ve öfkeyle yerinden kalktı. Kapıya doğru hızlı adımlar atarken kulağı uğuldamaya başladı. Arkasından konuşanların seslerini kulağındaki uğultu bastırmaktaydı. Kapıyı açtığı hırsla gerisin geri şiddetli bir şekilde çarparak sınıftan uzaklaştı.


Dışarıda yakışıklı çocuğu beklemeye başladı. Ona gününü gösterecekti. Sosyal medya hesaplarını çalmanın ne demek olduğunu gösterecekti. Onun okula gelmemesinden faydalanarak, okulda Çınar gibi caka satmanın ne demek olduğunu gösterecekti. Kendisine benzemeye çalışan, olmadığı bir kişinin kimliğiyle etrafta dolanan bir paraziti cehenneme gönderecekti.


Yakışıklı çocuk yanında arkadaşlarıyla fakülteden dışarıya çıkıyordu. Çınar hemen yanında bulunan ağacın dibinde duran taşı aldı. Yakışıklı çocuğun kafasına geçirmek için koşarken çocuk kenara çekildi. Bu boşa çıkmayla birkaç adımdan fazla giden Çınar, taşla birlikte bütün bir camdan oluşan giriş kapısına tosladı. Kapı paramparça oldu. Cam parçaları etrafa yayıldı.

Yakışıklı çocuk, Çınar’a yardım etmek için geliyormuş gibi bir panikle hızlıca onun yanında bitiverdi. Yerden aldığı cam paçasını çınarın baldırına hiç zorlanmadan soktu. Çınar acı içinde bir çığlık koyu verdi. Yakışıklı çocuk arkasında şaşkınlıkla bakmakta olan kalabalığa bağırdı; “Bacağına cam parçası girmiş. Hemen biri ambulansı arasın!”

Çınar, yakışıklı çocuğa hayranlıkla bakıyordu. Bütün öfkesi geçmişti. Yaptığı düşmanlığın bile bu kadar mükemmel olması şaşkınlık verici derecedeydi. Bakımlı saçları güneş ışınlarının altında, altın sarısı gibi parıldıyordu. Gözlerinin içerisindeki mutluluk, sosyal medya hesabındaki fotoğraflar kadar hayat enerjisi saçıyordu. Sanki bu yakışıklı çocuğu kendisi üretmişti. “Ben Victor Frankenstein mıyım?” diye mırıldandı. Yakışıklı çocuk bunu duyduğunda gülümsedi. Bayılmakta olan Çınar’a fısıldayarak yanıt verdi: "Hayır! Sen yaratık olansın.”