95 yazı. On, on bir yaşlarındayız. Güneş bütün sıcaklığı ile hafif hafif çekilmiş, akşam serinliğinde okulun bahçesinde dört arkadaş oturuyoruz. Herkes çekilip gitti bahçeden, biz ise az önce yaptığımız maçın kritiğini yapmak üzere gölgeye çekilmiştik ama sohbet ne ara kızlara geldi hatırlamıyorduk hiçbirimiz. Tam oturduğumuz taşların ılık ılık sıcağı şortlarımızdan içeri girmek üzereydi ki Murat ve iki yaverinin bize doğru gelişini gördük. Murat, namıdiğer Alo Murat, Arap Ali ve Sülo. Sadece çocukların değil mahallelinin bile illallah ettiği çocuklar bunlar. Hatta bir keresinde marangoz Zeki’nin saf çırağını uçurtmamız için bize çıta lazım deyip lafa tutup, adamın kapının önündeki motorunu çalıp, benzini bitene kadar gezmiş sonra da motoru bir yerde bırakıp kaçmışlardı. Adam bir keresinde bunları orospunun çocukları diye kovalamaya kalkınca vay analarına küfretti diye mahallenin gençlerinden dayak yemişti. Neticede mahallenin çocuklarıydı ve anaya uzanan laf mahallenin namusuydu, böyle de bir tuhaf adalet sistemi vardı.
Biz, bunların bize doğru geldiğini görünce tadımız tuzumuz kaçmadı değil. Bu durum da biraz tuhaf bir durum, ne kalkıp gideyim diyorsun ne de onlarla oturmak gibi bir isteğin var. Tam anlamıyla far görmüş tavşan sendromu yaşıyorsun.
Arap Ali’nin, Tolga’nın ayağının altında yuvarladığı topa vurup topun caddeye kaçması ile Tolga da topun peşine koşup bir daha dönmeyince kaldık üç kişi. Piç Selim’in evi de yakındı. Biz ona şanslı olmasından dolayı piç derdik ki şans orada da yüzüne güldü. “Seliiiimmmmm iki ekmek al çabuk eve gel yemek yiyeceğiz.” Ablasının sesi Selim’in imdadına tıpkı bir polis sireni gibi yetişmişti, Selim parayı bile almadan bakkalın yolunu tutmuştu bile.
Salih’in yanına Arap, benim yanıma da Sülo oturdu. Murat ise karşımızda ayakta duruyordu. Murat bunların lideri gibiydi ama aslında huyuna suyuna gidince iyi çocuktu. Hep yanındakilerin kışkırtmasıyla giriyordu bu belalara. Hele bu Arap var ya, tıpkı Fırat karikatüründeki Baattin tiplemesi gibi. Ayağında abisinin kunduraları, belindeki pantolondan belinde dört dönen kemere kadar hepsi abisinin de denilebilir. Bunda abi çok, zaten o güvenle sataşıyor hep ona buna.
— Karetecimisin len sen? Görüyom seni bazen giyiyon siyah siyah elbiseler gidiyon bi yere. Karateciler siyahmı giyer len salak.
Soruyu üzerime bile almak istemiyorum çünkü bu soruya ne cevap versen sıçarsın, bela bok gibi yapışacak üstüne belli.
— Yok ya, Kung-fu o. Karate değil.
— Siktir len kunfu ne, karete işte mal. Kunfucular karetecileri dövemez hem.
— Ben döver demedimki ama mesela burusli, cekiçen bunlar hep kungfucu. Onlar karatecileri dövüyor filmlerde.
Birkaç adım geri çekildi Murat, “gel hadi gel” diye beni çağırırken olduğu yerde sekerek müsabakaya hazırlanır gibi ısınma hareketleri yapıyordu.
— Hadi oluumm bi iki hareket göster len. Hareketi sevmezsem sizi sabaha kadar tutarım burada.
— Yeni başladım ya, bişey bilmiyom daha. Hem hocamız bize yemin ettirdi kavgalarda öğrettiklerimi yapmayın diye.
— Salakmısın len sen. Kavgada yapmıcaksan niye öğreniyon o zaman. Kalk hadi kavga değil hem bu, öğret bi iki hareket.
Artistlik bir hareketle kalktım bir anda yerimden. İstemsiz bir kalkıştı ama artık kalkmıştım ve geri dönüşü yoktu. Ben Murat'ın üstüne doğru gittikçe o geri geri çekiliyordu. Sonra olayı yakından izlemek için Arap'la Sülo yamacımızda dönüp duruyordu. Murat'ın bir tekme hamlesini savurmak için kenara kaçtığımda Salih'in okulun bahçe kapısından kaçışını gördüm. O an, o sinirle ne olacaksa olsun diye düşünmüş olmalıyım ki Murat'ın yumruğuna karşılık eğilip alttan midesine sert bir yumruk ve bir döner tekme ile yere serilmesine sebep oldum. Hatta yerde karnını tutarak kıvrandığını gördüğümde bile şimdi sıçtım, diye düşünmüştüm.
Bu sefer omzumda Arap'ın elini hissedip ona doğru dönmem ve göğsünden başlayarak midesine kadar seri yumruklar atarak sert bir tekmeyi karın boşluğuna indirmemle Ali'nin yerde kayması ile Sülo'nun kaçışını görmem de aynı ana denk geldi.
Tuhaf bir his içindeydim. Evet, kungfuda mavi kuşaktım ama bunları ilk kez gerçek bir kavgada uyguluyordum. Ulan bunlar ayağa kalksa beni döver gibi bir korkuyla beraber gurur ve cesaret gibi duyguları aynı anda yaşadığım tuhaf bir haldi. Üstelik kaçmıyor ikisine birden "iyimisin ya acımadı demi" gibi şeyler soruyordum. İçimden bari biri kalsaydı da tanık olsaydı şu ana diye geçirdim ama okulun bahçesinde üçümüzden başka kimse yoktu.
E tabii ortada tanık da olmayınca olay orada olduğu ile kaldı. O günden sonra Alo Murat ve tayfası ile aram iyi oldu. Hatta bir takım şeylerde beni kırmadıkları veya bazı yerlerde koruyucu davrandıkları da oldu. O günü bir daha hiç anmadık, ben o günkü duyguyu hep içimde yaşadım ama o günden sonra bana saygı duyduklarını da hep hissettim.
Korku bazen zihninize uyumlu bir anahtar gibi girer içeri ve tüm mekanizmaların çalışmasını sağlar. Sizi bile hayrete düşürecek derecede ortaya çıkarır içinizdekileri. Beyninize kodlanmış her şey vakti geldiğini düşünerek sizi savunmak için elinden geleni yapar. Bendeki de öyle bir haldi sanırım.
Bu arada, bir not düşeyim Alo Murat'a neden "Alo" dendiğini ise ne öğrenebilmiş ne de anlayabilmiş değilim.
Aytaç K.
2021-09-21T21:01:21+03:00Teşekkür ederim Haneke🙏
Haneke
2021-09-17T22:19:14+03:00Çocukluk kokan bir öykü. Sevdim. Ellerinize sağlık
Aytaç K.
2021-09-17T21:58:16+03:00Teşekkür ederim arzuu hanım 🙏