Dünya prömiyerini 75. Cannes Film Festivali’nin "Belirli Bir Bakış" bölümünde yapan ve Türkiye’de de farklı film festivallerine katılan Emin Alper’in Kurak Günler’ini beyaz perdede izleme imkanı buldum. Muhtemelen sinemamızın kültleri arasına girebilecek, uzun yıllar konuşulacak bu güçlü ve olgun hikayeyi sinemada izlemek istedim. İlk 7-8 dakikasına salonları karıştırdığımdan geç kalsam da yaşamakta olduğumuz bir hikayeyi konu edindiği için büyük bir şey kaçırmadım diye düşünüyorum. 9 farklı ödül alarak ışıl ışıl parlayan, sinema çevrelerince ve sosyal medyada çokça konuşulan bu politik gerilim, övgüleri fazlasıyla hak ediyor. Filme puanım 9.5/10.


Künyesi


Filmin yönetmenliğini ve senaristliğini Emin Alper yapıyor. Oyuncu kadrosuna bakacak olursak Selahattin Paşalı, Ekin Koç, Selin Yeninci, Erol Babaoğlu ve Erdem Şenocak gibi önemli oyuncuların bir araya geldiği bir yapım olarak dikkat çekiyor. Görüntü yönetmenliğini Christos Karamanis, müziklerini ise besteci Stefan Will yapıyor. Türk-Yunan ortak yapımı olan bu müthiş politik yergi, teknik ekibiyle de adından söz ettirmeyi başarıyor.


Konusu


Henüz görevine yeni başlayan bir savcı olan Emre'nin tayini Yanıklar adlı küçük bir kasabaya çıkar. İşini büyük bir ciddiyetle yapmaya çalışan Emre, Belediye Başkanı Selim Bey ve kasaba halkı tarafından saygıyla karşılanır. Ancak bu saygının arkasında büyük dolaplar dönecektir. Yer altı suyunun kullanılmasının, çevre kurulları ve mahkemelerce yasaklanmasıyla kasabada ciddi sorunlar başlar. Selim Bey de büyük borularla yer altı sularını kasabaya bağlayacak olan büyük projesini hayata geçirmeye çalışır. Ancak Selim, yerel bir gazete sahibi olan Murat başta olmak üzere ciddi bir muhalefetle karşı karşıya kalır. Murat, Emre'yi belediye başkanına karşı kışkırtmaya çalışsa da Emre olaylara temkinli yaklaşır. Kısa bir süre sonra yapılacak olan yerel seçimlerde taraf olmaktan kaçınmaya çalışan Emre, ona karşı yükselen sesler sonucu kendisini zor bir durumun içinde bulur. İdealist Emre, çok geçmeden bir kısır döngünün içine hapsolur. Bir suça karışır ve taşra, onun için içinden çıkılmaz bir hal alır.


Metaforlar, İmgeler, Alegorik Anlatım ve Gerçekler


Filmin açılış sekansında, adeta uzaylı filmlerine nazire yaparcasına yeryüzünde açılan kocaman bir çukur görüyoruz. Klasik Hollywood yapımlarında görülen, uzaylıların yeryüzünü bombaladıktan sonra ya da meteor düştükten sonra oluşan çukur gibi. Bu çukur, obruktur. Yer altı sularının aşırı kullanımı sonucu oluşan bu devasa obruk, filmin en başından beri sizi büyük bir gerilimin ve kaygının içerisine sokuyor. Film boyunca karşımızda büyük bir felaketler zincirini izleyeceğimizi bu obruktan anlıyoruz. Emin Alper’in filmde kullandığı en büyük metafor olarak obrukları gösterebiliriz.


Obruğun tanımına bakacak olursak; yeraltı suyunun, karbondioksit gazı ile birleşmesi ile karbonik asit oluşur. Bu karbonik asit, kireç taşının yoğun olarak bulunduğu toprakları zaman içerisinde çözer ve yeraltında mağaraların oluşumuna neden olur. Bir süre sonrasında ise mağaranın üzerinde olan toprak çöker ve bu çökme sonucu oluşan derin çukura obruk adı verilir. Bir bölgede obruk oluşumu, o bölgede yeni obruk oluşma potansiyeline işaret eder. Belirsiz bir zamanda, ne zaman olacağı önceden kestirilemeyen bir şekilde meydana gelir. Derinlerde zaman içerisinde büyüyen çatlaklar, yeterince büyüdüklerinde artık çözümü neredeyse mümkün olmayan bir obruğu meydana getirir. Dolayısıyla Emin Alper, Yanıklar kasabasında yaşanacak felaketler silsilesinin haberini, henüz filmin başındayken verir.


Ayrıca obrukların oluşumuna bakacak olursak, başlangıçta yer altında mağaraların oluştuğunu görüyoruz. Sonrasında üstteki toprağın bu mağaraya çöktüğünü ve mağarayı kapattığını anlıyoruz. Dolayısıyla burada Platon’un mağara alegorisine de bir atıfta bulunulmuş olabilir. Sonuç itibariyle mağaranın kapanmış olması, aydınlanma fikrinin ilk halkası olan mağarayı ortadan kaldırmış oluyor. Taşranın hiçbir zaman olumlu anlamda değişmeyeceği, aydınlanma fikrinin bu ilkel coğrafya için imkansız bir olgu olduğunu bizlere anlatıyor olabilir yönetmen.


Obrukların yanında filmde domuzlar, ölü fareler ve olur olmadık yerlerde ortaya çıkan sinekler de birer metafor olarak karşımıza çıkıyor. Domuz, Antik Anadolu toplumlarında bereketin simgesi olarak bilinir. Doğurganlığı ve üretkenliği simgeler. Filmde muhalif kesim olarak da sembolize edilmiş olabilir. Çünkü zaman zaman domuz avı görüntüleri ortaya çıkar. Emin Alper de filmini ‘bir av filmi’ olarak nitelendirmektedir.


Fareler ise birçok kültürde düzenbazlıkla ilişkilendirilmiş ve uğursuz kabul edilmiştir. Sinekler de geçmiş yüzyıllarda faniliği, aldanmayı ve kötülüğü simgeleyen bir sembol olarak kabul ediliyordu. Filmde domuz avının yanında ölü fareleri ve sinekleri sık sık görüyoruz. Böyle anlarda ortaya bir sorunun, bir sıkıntının çıkacağını anlıyoruz ki nitekim öyle de oluyor zaten.


Tüm bu metaforlar ve anlam yoğunluğunun yanında, Emin Alper kendi filmini alegorik bir film olarak görmekten ziyade, tamamen gerçeklere odaklanmış bir film olarak görüyor. Sembolik anlatımının yanında gerçekçi bir bakış açısına da sahip olan Kurak Günler, tam da içerisinde yaşadığımız siyasi atmosfere olduğu gibi yaklaşıyor.


Sinematografi, Kurgu, Senaryo ve Müzikler


Emin Alper’in sinematografisine bakacak olursak, kademeli olarak gelişim gösteren, Tepenin Ardı ve Abluka filmleriyle üstüne koyan, son olarak Kurak Günler ile zirveyi yaşayan müthiş bir sinematografi söz konusu. Baştan sona karanlık olan bu yapım, mesaj kaygısını gözeterek muazzam bir görsel şölen sunuyor. Bunun yanında son dönem Türk sinemasında kurgusu bu kadar iyi olan çok az filme rastladım. Yavan ve klasik bir hikayeye sahip olmasına rağmen güzel bir seyirde ilerleyen, izleyiciyi sıkmadan dinamik kalan, mükemmele yakın kurgusuyla izleyiciye şok etkisi yaratan önemli bir yapım Kurak Günler. Akıp gidiyor. 2 saatlik sürenin nasıl geçtiğini şahsen anlayamadım.


Görüntü yönetmenliğini Yunan isim Christos Karamanis’in yapması gerçekten isabetli bir karar olmuş. Ayrıca müzikleri de izleyiciyi, hikayeye dahil eden bir altyapıya sahip. Filmin bir anında kendimi o kadar sıkmışım ki, vücudum ağrıyınca fark ettim kendimi sıktığımı. Hikayeyle müziklerin birbirine senkronize bir şekilde sıkı sıkıya bağlanması ve sonrasında beni de içerisine çekmesi sonucu kas spazmları yaşadım. Aşırı gerildim. Bu açıdan takdiri fazlasıyla hak eden bir yapım.


Genel İnceleme


İdealist bir genç savcı olan Emre, seçimlerin ortasında Yanıklar kasabasına atanmıştır. Taşraya dışarıdan gelen ve üstten bakan bir aydın tipolojisini yansıtır. Kasabaya gelir ve buradaki gerici, tutucu, muhafazakar, cahil blokla karşılaşır. Devletin adamı olduğunu hissettirmeye çalışsa da toyluğu yüzünden içerisinde bulunduğu belirsizlikleri çözemez. Sürekli bir şeylerin altında ima aramaktadır. Adeta bir belirsizliğin içerisine bağdaş kurup oturmuş gibidir. Zaten Emin Alper sinemasında fluluk, belirsizlik her daim olagelmiştir. Özellikle Tepenin Ardı filmi buna en büyük örnektir. Emre’nin, yaşanan muğlaklığı ve kontrast ilişkileri anlamlandırmaya çalışması, birilerinin adamı olmaktan uzak durmaya çalışması, toplumun ve bireylerin yönlendirmelerinden etkilenmemeye çalışması ve rüzgara kapılmamak için mücadele ortaya koyması takdire şayan bir duruş. Ancak, mevcut belediye başkanı Selim Bey’in oğlu ile oturduğu içki sofrasından sonra karıştığı olaylar, sarhoşluğunun etkisiyle yaşananları hatırlayamaması dananın kuyruğunun koptuğu yer olarak dikkat çekiyor. Burada bir cinsel istismar vakası yaşanıyor. Bu noktadan sonra Savcı Emre’yi de potansiyel suçlu olarak görmemizi sağlıyor yönetmen. Yani filmi klasik iyi-kötü savaşı olmaktan çıkardığı gibi, ana karakterle de izleyiciyi özdeşleştirirken soru işaretlerinin oluşmasını sağlıyor. Bu noktada seyircinin bir rahatlama hali yaşayarak, ana karakterle özdeşleşmiş bir şekilde sinema salonundan çıkmasını istemiyor. Narsistik bir şekilde tüm günahlarımızdan arınarak, mücadeleyi de Emre’nin üstünden zaferle sonuçlandırarak, cahil mutluluğuna kavuşmamızı istemeyen yönetmenimiz, amacına ulaşıyor ve filmin sonunda bizi dumura uğratıyor adeta. Ancak dediğimiz gibi Emre karakterinin, suçlu olabileceği ihtimalini göz önünde bulundurarak soruşturmaya ısrarla devam etmesi, diğer insanların kendisine biraz daha yavaş gitmesi yönündeki nasihatlerini dinlemeyip olayın üstüne gitme çabası da önemli bir duruş. Bu onun için ayrıca erdemli bir davranış olarak dikkat çekiyor.


Yönetmen, filmi parçalara bölerek alışılagelmiş bir durumun dışına çıkarak izleyiciyi şaşırtıyor. Filmin part part olması, senaryoda ve akışta kopuşlara sebebiyet vermiyor. Aksine Emin Alper bu bölümlerin altını o kadar güzel doldurmuş ki, karşımızda müthiş bir hikaye akışı izliyoruz. Alper, iyi bir hikaye anlatıcısı olduğu gibi, bu filmini dolaylı anlatımlara çok başvurmayan gerçekçi bir yapım olarak niteliyor.


Nasıl ki bugünün Türkiye’sinde yandaşlar ve muhalifler arasında bir çatışma var, Yanıklar kasabasında de buna benzer bir hikaye izliyoruz. Yanıklar kasabası, günümüz Türkiye’sinin politik bir maketi gibi. Emin Alper, Anadolu taşra kültürünü çok iyi bilen bir yönetmen olduğunu bu filmle ispatlamış oldu. Aslında bu film bir ihtiyaçtan doğdu diye düşünüyorum. Türkiye’nin ve içerisinde bulunduğumuz politik atmosferi çok iyi yansıtan, sözünü olduğu gibi söyleyen, cesur bir yapımla karşı karşıya olduğumuzu söylemek istiyorum. Bugünün Türkiye’sini, taşra kasabası Yanıklar üzerinden yansıtan bu yapım, elbette ki iktidar kanadından tepki alacaktı. İnsanların söylediği sözlerden dolayı tutuklanabildiği bir ortamda bu kadar cesur bir adım atmayı başaran Emin Alper’i ayrı bir şekilde tebrik etmek lazım. Kültür Bakanlığı’nın verdiği desteği geri çekmesinin sebebi politik diye düşünüyorum. Çünkü bu kadar ağır politik eleştirini içeren filme destek vermek, iktidarın politikalarına ters bir durum. LGBT de bu işin kılıfı olmuş bence. Ayrıca Emin Alper de bu konuya değinirken, 'klasik bir LGBT aşk hikayesi olmadığını, filmin bu çerçevede ilerlemediğini, bu konunun sadece filmin meselelerinden biri olduğunu söyledi. Tam da Alper'in dediği gibi; LGBT konusunu siyasetteki çürümüşlüğün sembollerinden olan rüşvet, adam kayırma, ihaleye fesat vb. unsurlardan farklı görülmemiş bu yapımda. LGBT konusunu da siyasi bir galeyan mevzusu olarak işlenmiş. Zaten Alper, bu şekilde işlediğinden dolayı LGBT camiasının kendisine tepki göstereceğini düşünüyor.


Hikayemiz alegorik, metaforik ve sembolik öğelerle, doğrudan anlatımların karışımı bir şekilde seyrediyor. Baştan sonra ise karanlık bir atmosfer hakim. Bu açıdan bir noir, kara film diyebiliriz. Emin Alper, her açıdan memlekette yaşanan hisleri beyaz perdeye yansıtarak büyük bir başarı elde etmiş. Taşraya yeni bir anlatı kazandırırken, kafamızdaki taşra kurgusunu yeniden kurgulamamıza vesile olmuş. Bireylerin politik çekişmeler sırasında ana akım çoğunluğa uyarak oradan oraya savrulmasıyla ikiyüzlülüğü karakter edinmesi, aydın kesimin bu kitleye cahil muamelesi yapmasının yanında yine bu kesim tarafından önemsiz sayılması, bu tip durumlarda gerçeğin kendisini bir türlü belli etmemesi ve gerçeğe giden tüm yolların belirsizlik ağlarıyla sarılması gibi durumlar, ülkemizin uzun bir süredir içerisinde bulunduğu toplum sosyolojisini muazzam bir şekilde yansıtan ve dünyanın da bu eğilimde seyretmesini çarpıcı bir dille eleştiren Kurak Günler, herkesin katarsis etkisi yaşayacağı, zihnimizi allah bullak eden ve izleyene cesaret ve mücadele hissi veren gerçekten muazzam bir yapım olarak karşımızda duruyor. Dune filminde de geçtiği gibi; oyun içinde oyun içinde oyun. Siyasete bulaşmış gerici laçkaların omurgasızlığına ve kurumların çürümüşlüğüne inanılmaz bir politik yergi getiriyor Kurak Günler.


Obrukla başlayan bu derin hikaye, yine obruk ile bitiyor. Aksiyon filmlerini andıran kaçış sahnesi, obrukta son buluyor. Obruğun bir ucunda seçimi kazanan, muhalifleri avlayan avcılar varken, diğer ucunda da savcı Emre ile gazeteci arkadaşı bulunuyor. Buradaki metafor kullanımı gerçekten çok başarılı. Yönetmen bu sahnede bizlere, idealizm ile vandalizmin sürekli olarak çatışmaya devam edeceğini gösterdiği gibi, aydın kesiminin her zaman dokunulmaz kalacağına dikkat çekiyor. Bir uçta kalabalık ama cahil bir topluluk varken, diğer uçta da mantıklı azınlık var. Ve ortada da kocaman bir obruk var. Yani tüm sorunların kaynağı. Ana akım çoğunluk ile aydınlar arasındaki mücadele sürerken sorunların da bir yandan acı bir şekilde gitgide büyüdüğünü gösteriyor bence yönetmen. Evet, sürüyor o kavga ve sürecek ama yeryüzü ne zaman aşkın yüzü olacak peki, sorusunu da sorduruyor böylece.


Gerçekten uzun uzun yazılacak, tekrar tekrar izlenecek, üzerine çokça düşünülecek ve hikayesi çokça tartışılacak bir yapım. Ben de çok uzattım yazma konusunu zaten ancak yine de tam olarak çözümleyemediğim hissini taşıyorum satırlarımı bitirirken. Bizler bu ülkenin birer halkası olarak, içerisinde bulunduğumuz durumun dolaylı yollardan sorumlusu olduğumuz gibi, çözüm için de gerekli erdemi ortaya koymamız gerektiği mesajını veriyor bize yönetmen. Her şey ancak ve ancak umut bittiğinde biter çünkü. Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek, devam…