‘’Virüsü getirdim Sayın Başkan’ım.’’

‘’Teşekkürler Eric. İşe yarayacağına emin misin?‘’         

‘’Evet Başkan’ım. Önce kendi aileme denedim. Bu virüsün enjekte edildiği kişiler kısa bir uykuya yatıp uyandıklarında dediklerinize aynen itaat ediyorlar.’’

Başkan, gülümseyerek kimyager Eric Radholf’un omzunu sıktı.

‘’İyi iş çıkardın. Herkese enjekte edebilmemiz için uyku ilacını şebeke suyuna karıştırdın mı?’’

‘’Her şey halledildi efendim. İlacın etkisi 36 saat sürecek. Bu süre zarfında herkes yeni inşa ettirdiğiniz toplama kampına götürülecek.’’

‘’Ve süre bitince milyonlarca askerim olacak! Çıkabilirsin.’’


Eric çıkarken içi para dolu çantaları aldı. Artık uzaklaşma zamanıydı. Olacaklar vicdanı rahatsız etse de başka çaresi yoktu. Virüsü elbette ailesine enjekte etmemişti. Sevgili köpeğinde denemiş ve işe yarayacağından emin olmuştu. İlk kez yanılmayı diliyordu.


38 Saat Sonra

 

‘’Günaydın sevgili askerlerim! Biz de uyanmanızı bekliyorduk.’’

‘’Asker mi?’’ diye mırıldandı Celine. Tam olarak algılayamadığı devasa bir yatakhanedeki yatağın alt ranzasındaydı. Burası sonsuz katlı bir hapishaneye benziyordu. Konuşan adamı görmek için yukarı baktı ancak üst katların sonu yok gibiydi. Başı döndü. Adamın sesi, katlardaki büyük hoparlörden yayılıyordu. Neredeydi? Buraya nasıl gelmişti? ''Askerlerim'' de ne demek oluyordu? Etrafına tanıdık bir sima görmek için bakındı. Ancak bu, nafile bir çabaydı. Daha da beteriyle karşılaşınca dehşet içinde yutkundu. Etraftaki insanlar sese doğru dönmüş, robotik hareketlerle hipnoz olmuş gibi kulak kesilmişlerdi. Kimse Celine gibi sorgulamıyordu burayı. Çıldırmış gibi görünüyorlardı. Celine, kendisinin de böyle görünüp görünmediğini merak etti.


‘’Dediklerimi tekrarlayın!’’ Ses, tüm samimiyetini kaybedip sert bir üsluba büründü.

‘’Yönetime ve yetkililere hiç şüphe duymadan itaat edeceğim!’’

‘’Yönetime ve yetkililere hiç şüphe duymadan itaat edeceğim!’’

‘’Hiç sorgulamadan onların kölesi olacağım ve tüm sadakatimle her dediklerine boyun eğeceğim.’’

‘’Hiç sorgulamadan onların kölesi olacağım ve tüm sadakatimle her dediklerine boyun eğeceğim.’’


Herkes çıldırmıştı. Celine, buna emin oldu. Tüyleri ürperirken kendisinin çıldırmamış olmasının, başına ne denli büyük bir dert açacağını hayal bile edemiyordu. Çevresine çaktırmadan bakınırken kendisi gibi dehşet içinde olan esmer bir adamla göz göze geldi.

‘’Kanımın son damlasına kadar devletim için savaşacak…’’

‘’Kanımın son damlasına kadar devletim için savaşacak!’’

‘’Kendi acizliğimi ve devlete muhtaçlığımı kabul edeceğim.’’

‘’Kendi acizliğimi ve devlete muhtaçlığımı kabul edeceğim!’’


Celine, ağlamak üzereydi. Müthiş korkuyordu. Esmer adam da ne olduğunu anlamadığını belirterek kafasını iki yana sallıyordu. Dünya üzerinde kalan üç devletten en büyüğüydüler. Bu üç devlet arasında ölümüne rekabet vardı ve bu devletlerin galip çıkmak için işlemeyeceği tek bir savaş suçu yoktu. İnsanlığını kaybetmiş bu insanlar artık birer canavardı. Yıllardır süregelen savaşlarda insanların tamamına yakını sevdiklerini kaybetmişti. Nüfusun azalmasıyla ordu en önemli güç haline gelmişti. Savaş eğitimleri ve kas gücü geliştirilmekteydi.

‘’Sen! Ve sen! Gözlüklü ve sarışın çocuk! Evet, mavi tişörtlü. Pencereden atla.’’


Celine yutkundu. Çocuğun 8. kattan kendini aşağıya bırakmasıyla ağzından çıkan hıçkırıkları son anda tuttu.


‘’Sen, şişman ve pembeli kadın! Şu beyazlı adamı yok et!’’

Kadın, hızla adama doğru ilerleyip Ses'in verdiği emri yerine getirdi. Ses artık virüsten emindi.


Ses ortadan kaybolunca esmer adam yavaşta Robotumsuların arasından sıyrılıp Celine’nin yanına oturdu.

‘’Sadece ikimiz miyiz?’’

Celine, gözyaşlarını sildi.

‘’Bilmiyorum. Korkuyorum.’’

‘’İsmin ne?’’

‘’Celine.’’

‘’Memnun oldum Celine. Ben Adler. Buradan kurtulacağız.’’

‘’Onlara ne yapmışlar? Bize neden yapmadılar?’’

‘’Yapmamış olduklarını sanmıyorum. Bence planlayamadıkları bir sorun bu. Ağlamayı kesmelisin. Robotumsuların yanında kendini de beni de ele vereceksin!’’

‘’Nasıl bir sorun?’’

‘’Bilmiyorum. Belki de bağışıklıkla veya genlerle ilgili. Ama sebebi her neyse Tanrı’ya şükür ki bilincim yerinde.’’

‘’Ya bizden de öyle şeyler isterse Ses?’’

‘’Sanmıyorum. Bence emin olmak istedi. Belki bizim gibi başkaları da vardır. Onları da buluruz.’’

‘’Bu neye fayda edecek?’’

‘’Birlikte olursak kurtulabiliriz.’’

‘’Sen delirdin mi?’’

‘’Herkes itaat ediyorsa koruma neden sıkı olsun Celine?’’

‘’Fark edilirsek katlediliriz.’’

‘’Dikkatli olacağız.’’

‘’Başka yerler de olmalı.’’

‘’Anlamadım.’’

‘’Buraya herkes sığamaz. Bu kamplardan daha fazlası olmalı.’’

‘’Önce Robotumsu olmayan şu Savaşçılar’ı bulalım. Sonra bir plan yapıp buradan kaçarız. Diğer kampları sonra düşünürüz.’’

Adler ve Celine en alt kattaydılar. Yavaş hareketlerle etrafı gözlemlemeye başladılar.

‘’Bu biraz zaman alabilir.’’ dedi Celine.

‘’Muhtemelen. Herkes Robotumsu ve bu yatakhane sonsuza kadar uzanıyor gibi büyük.’’


Dikkat çekmemeye çalışarak birlikte sessizce katları gezdiler. Durum hiç iç açıcı değildi. 3. kata gelmişlerdi ancak Robotumsulardan başka kimse yoktu.

‘’Boşuna arıyoruz.’’

‘’Böyle deme Celine. Sayamadığım kadar fazla kat var. Biz varsak başkaları da olmalı.’’

‘’Başkaları da olmalı evet. Ama ya başka bir toplama kampındalarsa?’’

‘’Öyle olmadığını umalım.’’ deyişinin hemen ardından Celine’in kolunu, dirseğiyle dürttü. Celine de başını Adler’ın baktığı yere çevirince üst ranzadan ayaklarını aşağı sarkıtan gözleri dolu genç bir kız gördü. Her ne kadar sessizce oturuyor olsa da içinde boğuştuğu fırtınalar gözlerine sızmıştı. Kızın da onca Robotumsu arasında Adler ve Celine’i fark etmesi uzun sürmemişti. Onları görünce yüzündeki kara bulutlar, yerini şaşkınlığa bıraktı.

‘’Ah! Tanrı'm, kafayı yemek üzereydim! Neler oluyor burada?’’

‘’Şş! Olabildiğince sessiz olmalısın. Dikkatleri üzerimize çekmemeliyiz.’’ dedi Adler.

Celine, elini uzatarak kendini tanıtınca Adler da aynısını yaptı. Genç kızın isminin Jade olduğunu öğrendiler. Jade, hızla aşağı indi. Sessizce Savaşçı aramaya devam ettiler.


Dördüncü kata çıktıklarında iki kız üç erkeğin bulunduğu bir arkadaş grubunun karşılıklı ranzalarda sessizce sohbet ettiklerini gördüler. İçlerinden iri olan çocuk, onları fark etti. Kısa bir tanışmanın ardından Adler, onlara da kaçış planlarını anlattı. Artık sekiz kişilerdi. Ayrılarak aramalılardı. Bir grup halinde olmak tüm dikkatleri üstlerine çekiyordu.

Yaklaşık kırk dakika sonra yirmi iki kişi olmuşlardı. Herkese plan anlatıldı:

En az iki, en çok dört kişi bir arada bulunabilecekler.

Robotumsu gibi davranacaklar.

Kimsenin ruhunun duymayacağı belirli zamanlarda toplanıp kaçış planını detaylandıracaklar.


İçlerinden üç tanesinin telefonu yanındaydı. Planın işe yarayacağından emindiler ki buraya getirdikleri kişilerin üstünü aramamışlardı. Sebebi her neyse şu anda bu yirmi iki kişide üç telefon vardı. Bu yüzden de üç temsilci seçip yedi, yedi, sekiz olarak üç gruba ayrıldılar. Mesaj harici telefonu kullanmayacak ve sohbet daima silinecekti. Her üye kendi grubunun yakınında bulunacak ancak dikkat çekecek kadar diplerine girmeyecekti.


Sonradan öğrendiklerine göre bu yatakhane on beş -yemekhane ile birlikte on altı- katlıymış. Yemek saatlerini de katlara göre beşer beşer üç saate ayırmışlardı. Akşam yemekleri de buna bağlı olarak 17.00, 18.00, 19.00’da verilmekteydi. Böyle olunca yirmi iki kişilik üç grup karmakarışık hale gelmiş, bölünmüştü. Bunun üzerine yemekhanedeki bölünmeye göre gruplar yeniden düzenlendi. Dokuz, yedi, altı olarak gruplanmak zorunda kaldılar. Dokuz kişilik grubun temsilcisi olan Whitley’nin işi zor görünüyordu.


O gece kimsenin gözüne uyku girmedi. Herkes bir kaçış planı düşünüp durdu. Sabah olup saat sekizi vurduğunda, Ses konuşmaya başladı:

‘’Askerlerim! Herkes derhal bahçeye!’’

Ses’in duyulmasıyla bina birkaç saniye içinde boşaltıldı.


‘’Sekiz alan var. Pratik düşünme, bahçe işleri, denizcilik-donanma, kazı, askeri eğitim, spor eğitimi, aşçılık ve tıbbi eğitim. Hepsi devlete ve orduya yararlı olabilmeniz için. Sizleri sokacakları testlerle belirlenen becerileriniz doğrultusunda bu alanlara yerleşeceksiniz. Elbette en önemli etken sahip olduğunuz meslekler olacak. Yemekhane saatleri gibi bu testler de üç saate bölündü. On beş dakika sonra ilk tur başlayacak ve testi biten kahvaltıya geçecek. Öğlen herkes işinin başına geçip çalışmaya başlayacak. Yarından itibaren belirlenen üç saatte kahvaltınızı yapıp işlerinizin başına geçeceksiniz. Görevliler size ara öğün getirecek. Bunun dışında akşam yemeğine kadar çalışmaya devam edeceksiniz. Akşam yemeği de artık anladığınız üzere üç saate bölündü. Şimdi ilk beş kat kalsın, diğerleri binaya geçsin.’’


Ses susunca topluluk binaya doğru ilerlemeye başladı. Felicity, yanındaki Chad’e mırıldandı:

‘’Umarım sayım yapılmaz.’’

‘’Zannetmiyorum. Şüpheli bir durum görmediler henüz.’’

‘’Yüzümüzdeki farkındalığı, tiksinti dolu ifademizi anlayacaklar Chad. Bizim Robotumsu değil birer Savaşçı olduğumuzu anlayacaklardır.’’

‘’Bu yüzden de onlar anlamadan buradan kaçmanın bir yolunu bulacağız Felly.’’

Akşam yemeğinin bitmesiyle olanlar oldu. Ses, üç kızı odasına çağırdı. Yemekhaneyle birlikte 16 kat sanılan bu binanın 17 kat olup son katında da Ses’in odasının ve yardımcılarının odalarının bulunduğunu öğrendiler. Çünkü sayıları elliye yakın bu yardımcıların her biri yanına üç kız çağırdı. Her gece böyle olursa bu her akşam 150 kız demekti!


Ophelia dayanamayıp kendi grubunun temsilcisi Adler’a gitti.

‘’O kızlardan biri ben olursam...’’

‘’Sakin ol Ophelia!’’

‘’Ne pahasına olursa olsun...’’

‘’Ophelia! Bizi ele vereceksin!’’

‘’Buna asla izin vermem Adler! Ne pahasına olursa olsun! Tanrı’ya yemin olsun, onları ölmekten beter ederim.‘’

‘’Buna izin vermeyeceğiz Ophelia. Bize dokunamayacaklar. Biz Savaşçı'yız, unuttun mu?’’ dedi Celine.

‘’Keşke bu işin içinden nasıl çıkacağımızı bilsem.’’ dedi Adler.

‘’Onları yok etmemiz gerek. Bilincini kaybetmiş Robotumsulara da yazık ama biz Savaşçıların bilinci yerindeyken bunu yaşamamız… Bir de Robotumsu taklidi mi yapacağız? Hayır, bu bana çok ağır gelir.’’ dedi Jade.

‘’Lütfen kızlar! Önce biraz sakinleşin. İlk olarak günü kurtarmaya bakın. Öldürme veya yok etme fikrini kafanızdan atın! Siz onlardan değilsiniz. Katil veya cani değilsiniz. Kim olduğunuzu unuttuğunuz an, onlar kazanır.’’

‘’Ah, evet! Tabii ya! Dahi Adler! Sen kaybetme diye biz mi kaybedelim?’’

‘’Görmüyor musun Ophelia? O şeytanlar sizi de cehenneme çekiyorlar. Bu cehennemden çıkmak için çabalıyoruz. Bunu çok iyi biliyorsun. Ama onlar seni kirletmeden sen kendini kirletmek üzeresin.’’

‘’Temiz kalmak kimin umurunda? Hayatta kalmak istiyorum.’’

‘’Bu bir savaş Adler.’’ dedi Celine.

‘’Ve savaşta her şey mübahtır.’’ diye ekledi Jade. Dağıldılar ve tekrar toplanana kadar bu konu gündeme gelmedi. Ancak tekrar toplanmaları yine büyük bir tartışmaya sebep oldu.

‘’Ben kimseyi öldüremem!’’ dedi Felicity.

‘’O zaman git de kendini dünyayı bu hale getirenlerin kollarına bırak!’’

‘’Ophelia! Biz düşman değiliz!‘’

‘’Onların düşmanıyız.’’

‘’Ben de öldüremem.’’ dedi Pamela.

‘’Her ne yapmış olursa olsunlar. Ben birinin hayatına son veremem. Ben et bile yemiyorum. Hayır, bunu yapacağıma kendimi öldürürüm.’’ diye ekledi.

‘’Onları öldüreceksiniz.’’ dedi Chad.

‘’Başka çaresi yok. Hem masum insanları kirletmemeleri hem de buradan kurtulmamız için başka bir yol göremiyorum. Felicity, sana dokunmalarına izin veremem.’’

‘’Bir adam ve iki kızın canına sen kıymayacaksın Chad. Bize akıl vermeye kalkma.’’

‘’Doğru olan bu Pamela!’’

‘’Değil!’’

‘’Buna daha fazla katlanamayacağım.’’ diyerek uzaklaştı Adler.

‘’Adler! Fark edilmemiz an meselesi!’’

‘’Biliyorum Chad ve bir katil olarak ölmenizi istemiyorum.’’


Adler ayrıldıktan sonra tartışma sessizce devam etti. Celine topluluk dağılınca Adler’a, alınan kararın ‘’seçilen kişi isterse öldürecek’’ olduğunu söyledi. Adler, ‘’Harikasınız.’’ diye mırıldanıp Celine’e arkasını döndü.

‘’Belki bunu yapmamıza gerek kalmadan kurtuluruz buradan.’’

Adler, hafifçe Celine’e döndü:

‘’Dinlen artık, yoruldun.’’


Sabah sekiz olmadan Celine, gözlerini açtı. Parmaklarını saçlarının arasından geçirerek yatakta doğruldu. Gözleriyle etrafı taradı. Elbette burada olmaya alışamamıştı. Umuyordu ki alışmayacaktı… Gözlerini etrafta gezdirirken Adler’ın ondan önce uyandığını gördü. Adler, yatağında oturmuş bir şeyler karalıyordu. Celine, Robotumsuların saat sekizi bulmadan uyanmayacaklarına güvenerek rahat tavırlarla Adler’ın yanına gitti. Adler’ın karaladığı şeyin bu hapishanenin krokisi olduğunu gördü.

‘’Çıkışları, korumasız bölgeleri ve güvende olacağımız saatleri anlamaya çalışıyorum.’’

‘’Adler, sen harikasın!’’

‘’Değilim. Celine, burası saklı bir labirent.‘’

‘’Biz de saklı Savaşçılarız.’’

‘’Maalesef o saklı Savaşçılar buradan zor çıkacak. Ve biz buradan çıkamazsak burada savaş çıkar.’’

‘’Adler, bu umutsuzluğunun sebebi de ne böyle?’’

‘’Mantıklı bir plan oluşturamadığım gibi oluşturabilmekten de korkuyorum.’’

Celine’in anlamadığının farkındaydı.

‘’Celine, şayet buradan kaçabilirsek bizi neyin karşılayacağını bilmiyoruz. Dağda mı, okyanusun ortasında mı, çölde mi, tarlada mıyız bilmiyoruz. Belki de bir ada ve kurtuluş ancak ölümde. En iyi ihtimalle burası bir şehir bile olsa ne tarafa, nasıl gideceğiz? Hapsetmedikleri insanlar onlardan. Buradan kaçsak bile Ses ve adamlarından nasıl kaçacağız? Dışarıda normal bir hayat sürüyor olamaz. Seyahat, giyim, gıda… Hiçbir şeyin devam ettiğini zannetmiyorum. Belki gölgesine veya arkasına saklanabileceğimiz bir ağaç veya bina bile yoktur.’’

Celine’in yüreğinin de kendi yüreği gibi umutsuzlukla kavrulduğunu görebiliyordu.

‘’Ne yapacağız Adler?’’ dedi Celine, yaşlı gözlerle.

‘’Çıkışı bulacağız.

‘’Ya sonra?’’

‘’Sonra ben çıkacağım’’

 

‘’Asla olmaz Adler! Asla!’’

‘’Xenia, makul olalım. Birinin çıkıp etrafta neler olduğunu öğrenmesi gerek. Hepimiz çıkarsak hemen fark ediliriz. Tek kişiyse daha hızlı ve fark edilmesi güç olur. Tek bir kişinin gitmesi hem bu yüzden mantıklı hem de yirmi iki kişiye zarar geleceğine bir kişiye zarar gelmesi açısından mantıklı. Başka yolu yok.’’

‘’Kendini öldürecek misin?’’

‘’Ya ölmezsem Giles? Ya hepimizi kurtaracak bilgiye, kimseyi tehlikeye atmadan ulaşırsam? Fark edilmeden usulca çıkıp usulca girip ihtiyacımız olan bilgilere ulaşırsam?’’

‘’Önce planı yapalım, sonra neyin güvenliği olduğuna birlikte karar verelim.’’ dedi Bianca.

Adler hızla krokiyi çıkardı:

‘’Yapalım şu işi!’’


‘’Hey, Ses ve adamları akşam yemeklerini burada yemiyorlar! Akşam yemeğinden sabah kahvaltısına kadar vaktimiz olabilir!’’ dedi Harriet.

‘’Bizim görmüyor olmamız kapıda veya herhangi bir yerde koruma olmadığı anlamına gelmiyor Harriet.’’

‘’Öyleyse araştırmaya başlayalım.’’

‘’Harriet haklı Adler. Eğer akşam yemeğinden sabah kahvaltısına kadar vaktimiz olacaksa bu oldukça geniş bir zaman olur. Belki de düşündüğümüz kadar riskli bile olmaz! Tek kişi olmak zorunda değilsin. Üç oldukça makul bir sayı. Üç kişi çıkabiliriz!‘’ dedi Celine.

‘’Krokileri çoğaltalım, herkes etrafı gözlesin. Çıkış, giriş, güvenli saatler… Her şeyi not edelim!’’ dedi Giles.

Günler sonra planı konuşmak için toplandıklarında Lee gülümsüyordu.

‘’Tünel.’’


Giriş kattaki merdivenin altına tünel kazacaklardı.

Katlara ve belirli yerlere nöbetçi Savaşçılar bırakarak, güvenli olan saatlerde toprağı ıslatarak kazmaya başladılar. Kazdıkları toprağın fazlalığını gün içinde Ses’in onlara verdiği göreve göre kullanan kişilerce yatağın altına sakladıkları kovaya dolduruyorlardı. Birkaç kişi de tünelin ağzını kapatıp kamufle edecek toprak rengi bir kapak yapmaya koyulmuştu. Birbirlerinin nefes seslerinden bile ürperecek kadar sessiz ve dikkatli bir biçimde işlerine odaklanmışlardı. İnsan, tek çaresi olunca nasıl da tümüyle adardı kendini.

Kazı işleri planlı ve dikkatli bir şekilde birkaç gün daha böyle sürüp gitti. Birkaç günün sonunda Adler, Chad ve Pamela bulabildikleri en koyu kıyafetleri giyerek tünele girdiler.


Tünelin sonunda cılız, sarı bir ışık vardı. Tünelden çıktıkları zaman bu ışığın kaynağının birbirinden oldukça uzak sokak lambaları olduğunu gördüler. Bomboş ve oldukça geniş olan sokağın köşelerini aydınlatan bu cılız sokak lambalarının solunda ince çitler ve o çitlerin de ötesinde büyük bir orman bulunmaktaydı. Geniş sokağın sağındaysa büyük, beyaz bir bina vardı.


Pamela, küt siyah saçları ve ince esnek vücuduyla adeta ağaçlarla bütünleşerek soldan ilerlemekteydi. Chad ise bakır kızıl saçlarıyla gecenin içinde sırıtmamak için sağdaki binaya yapışarak yürüyordu. Adler ise ormana dalıp hızla koşmaya başladı. Pamela, Whitley’in telefonunu alsa da mobil veri veya ''wifi'' çektiğini gösteren hiçbir işaret olmadığı için nerede oldukları hâlâ bir muammaydı. Adler iyice gözden kaybolmuş, Pamela ve Chad ise boş bir arazi ve sokak, yıkık dökük dükkanlar harici hiçbir şey görememişlerdi. Hava yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı ancak hâlâ Adler görünürde yoktu. Pamela ve Chad endişelenmeye başlamışlardı.

‘’Belki de kurtuluşu buldu ve geri dönmeyecek.’’ dedi Chad.

‘’Sen öyle mi yapardın Chad? Kendinden mi biliyorsun?’’ diye cevap verdi Pamela.

Adler koşarak yanlarına geldi. Nefes nefeseydi.

‘’Yukarı.’’

Ona bakan şaşkın suratlara tekrar seslendi.

‘’Hemen!’’

Tünele salınan halat yardımıyla yukarı çıkıp kapağı kapadılar.

‘’Ne gördün Ad?’’ dedi Pamela.

‘’Orman ceset dolu Pam. Burası cehennemse orası mezarlığımız.’’


Diğer çocuklarla da toplandıkları zaman Adler gördüklerini detaylıca anlatmaya başladı.

‘’Önce birlikte oldukları kadınları kullanıp attıklarını düşündüm. Ancak yalnızca genç ve güzel kadınlardan oluşmuyordu bu bir orman dolusu ceset. Her yaştan, her milliyetten, her cinsiyetten insan… Ve o zaman anladım. ‘’

Biraz duraksamadan sonra ekledi Adler:

‘’Çocuklar, bu cesetler Savaşçılar. Ve eğer Ses ve adamları onları öldürdüyse işler sandığımız gibi değil demektir. Onlar her şeyi biliyorlar. Ve bizi fark etmeleri an meselesi. En ufak bir hatamızda o ormana eklenen cesetlerden biri olacağız.’’

‘’Tanrı'm!’’


O akşam, her akşamki gibi Ses’in adamları yine haremlerinden kız seçmeye başlamışlardı. Ancak bu sefer geçen akşamlardaki gibi birçok kız seçilmemişti. Tek bir kız seçilmişti. Zoe. Savaşçı Zoe.

Ertesi gün Zoe’yu gören olmadı.

‘’Sizce öldürmüş müdür?’’

‘’Hangi birini Chad?’’

‘’Kesin şunu! Yalnız kalmaya ihtiyacı var.’’

‘’Bu akşam Flynn, Harriet ve ben gidiyoruz.’’ dedi Celine.

‘’6.00’da burada olmayı unutmayın.’’ diye uyardı Adler.


Ancak ısrarla dünden farklı bir şey bulmak için harcanan çaba sonucu saat 06.45’i bulmuştu.

‘’Geciktiniz.’’ dedi Adler.

‘’Daha ileri gitmeliyiz Ad. Yeterli değil. Hiçbir yere çıkmayan, sonsuza kadar uzanan bir yol sadece.’’ dedi Flynn.

‘’Toprak ve bitkileri inceledim. Muhtemelen ülke sınırları içindeyiz. Yabancı hiçbir şeye rastlamadım. Ama çok daha korkunç bir şeye rastladım. Dün yaklaşık kaç ceset vardı Ad?’’

‘’Birbirinden uzakta belki elli ceset vardır Celine. Neden?’’

‘’Adım atacak yer yoktu Ad. Ağaçlar bile cesetlerden salgılanan gazdan solmaya başlamışlar.’’

‘’Tek bir gecede yüzlerce kişiyi öldürdüklerinden mi bahsediyorsun Cel?’’

‘’Hayır Adler. Binlerce.’’


Sabah, onları uyandıran Ses değildi. Onları uyandıran boğuk hırıltı ve çırpınmadan devrilen eşyalardı. Celine, yataktan doğrulup sesin kaynağına bakınca göz yaşlarına hakim olamadı.’’


Zoe’nun cesedi apar topar götürülse de boğazından akan kanlar, arkasında küçük bir gölet bırakmıştı. Ses’in adamları bu intiharın azmettirenleri oldukları için endişeyle bu kaosu yok etmeye çalışıyorlardı. Robotumsulardan korkmayacaklarına göre belli ki bu korkunun sebebi Ses’in olanlardan haberinin olmamasıydı. Ama işleri karıştıran bir diğer şeyse bu alanda da Savaşçıların olduğunu artık biliyorlardı.

‘’Tanrı'm, daha on altı yaşındaydı!’’

‘’Gitmek zorundayız. Ne pahasına olursa olsun. Kaçmak zorundayız.’’


Ancak bu erken plan henüz yapılamadan Ses, olanları duymuştu. Burada Savaşçıların olduğunu biliyordu.

Bir kişiyi camın önüne sürükleyip atlamasını emretti. Robotumsu atladı. Ses, sonra Felicity’e döndü:

‘’Atla!’’

‘’Hayır!’’ diye haykıran Chad’e döndü tüm başlar.

Felicity ise kendini camdan aşağı bıraktı. Savaşçılar hıçkırıklarını gizlemeye çalışırken Chad, dizlerinin üzerine kapaklanmış, hıçkırıklarını serbest bırakmıştı. Ses, Chad’i yerden kaldırıp pencereye sürükleyip dışarı fırlattı. Sonra orayı terk etti.

Savaşçılar bu gece kaçacaklardı ancak gece yarısına kadar dokuz kişi kalmışlardı. Adler, Celine, Pamela, Jade, Flynn, Giles, Harriet, Xenia, Ian.


Herkes yapabileceğinin en iyisini yapmaya çalışarak koşuyordu. Nefesleri kesilinceye kadar koştuktan sonra mola verdiler. Kendilerini ormandaki otların üzerine bırakıp çantalarındaki suları çıkardılar.

‘’Tanrım, bu yol hiçbir yere çıkmıyor!’’

‘’Öyle bile olsa onlardan oldukça uzaklaştık Xenia.’’

‘’Onlar her yerde Ian. Belki de felaketimize yaklaşıyoruz.’’

‘’Bu kötü düşünceleri derhal silin kafanızdan! Sandviçlerinizi yiyip biraz dinlenin. On dakika sonra yine koşacağız.’’ dedi Adler.


Saatler geçmişti. Ara ara molalar vererek dinlendiler. Yemekhaneden aldıkları atıştırmalıkları idareli bir şekilde kullanıp vücutlarını esnettiler.

‘’Hiçbir yere varamayacağız.’’

‘’Elbette varacağız. Sabırlı olmak zorundayız Cel. Hadi, yeter bu kadar mola, yola koyulalım.’’

Ve yola koyuldular. Yarım saat sonraysa etrafın değişmeye başladığını fark ettiler. Doğan güneşin turuncu ışığı eşliğinde bir tepeyi aştılar. Zirveden aşağı baktıklarındaysa hiç bakmamış olmayı dilediler.

‘’Aman Tanrı'm!’’


Aşağıda, yüzlerce yaratık vardı. Bazıları bakmaya katlanılamayacak kadar çirkindi. Öyle ki Pamela birkaç adım geri gidip istifra etti. Çok zayıf ve biçimsizlerdi. Bazılarıysa yerde sürünmekteydi.

‘’Bunlar da ne böyle?’’

‘’Ad, içlerinden bir tanesi bize bakıyor!’’

‘’İnsan.’’

Herkes bu kelimeyi söyleyen Celine’e döndü.

‘’Kobay onlar.’’

‘’Nerden biliyorsun?’’

‘’Hissediyorum.’’ diyerek ilerlemeye başladı Celine.

‘’Yavaş ol!’’ dedi Flynn.

‘’Tehlikeli olabilirler.’’ diye ekledi .

‘’Arkamızda bıraktıklarımızdan daha tehlikeli olamazlar.‘’ diyerek tepeden aşağı inmeye başladı Celine.

Diğer sekiz kişi de Celine’in arkasından ilerlemeye başladılar.

‘’Ellerinizi kaldırın.’’ dedi Celine.

Ellerini kaldırıp yavaşça aşağı inmeye devam ederlerken Ian, arı sokmasıyla şişen ayağının vücuduna verdiği acı dalgasına dayanamayarak bağırarak yere yattı. Yaratıkların büyük bir kısmı kaçışırken birkaç kişi yanlarına gelmeye başladı.


‘’Kimsiniz?’’ dedi, tek gözü olmayan seyrek saçlı yaratık.

‘’Bizi hapsettikleri hapishaneden kaçtık.’’ dedi Celine. Dinlediklerini görünce her şeyi anlattılar.

‘’Güvenme onlara!’’ dedi bir diğeri.

‘’Çantalarımızı arayabilirsiniz. Kesici bir alet ya da silahımız yok. Arkadaşımız yaralı. Bari ona merhamet edin.’’ dedi Adler.

‘’Merhamet mi?’’ dedi ilk konuşan.

‘’Şu güzel insanlara da bir bakın. Bize merhamet etmeyi öğütlüyorlar! Sence biz bu hale nasıl geldik?’’

‘’Hepsini dinlemek istiyoruz. Başınıza gelenlerin sorumlusu biz olmadığımız gibi sizinle aynı tarafta olduğumuzu da unutmayın lütfen. Biz de mağduruz. Lütfen.’’ dedi Celine.

‘’Sen ve yaralı olan arkadaşın bizimle geliyorsunuz. Diğerlerine izin vermiyorum.’’ dedi ilk konuşan.

‘’Tek başına olmaz Celine!’’

‘’Güvenmek zorundayız Ad. Lütfen.’’


Celine bu cümlesinden sonra Ian’ın koluna girerek aşağı indi. İlk konuşan, başlarına gelenleri anlatmaya başladı.

‘’İlaç ve kimyasal madde üretimlerinin hepsini üzerimizde denediler. Sanırım üretmeye çalıştıkları asıl şey, sizin bahsettiğiniz virüstü. Kadınlarımızın ve çocuklarımızın çoğu sağ çıkamadı. Sağ çıkanlara dönüp baktığınız zaman bir daha dönüp bakmamak için büyük çaba sarf edeceksiniz. Çok ağır kimyasallardı. Yalnızca o virüs bile değil. Düşman kuvvetler için üretilmiş kimyasal, radyoaktif ve nükleer ne kadar silah varsa bizim üzerimizde denediler. İstediklerini almaya başladıklarını, yüzüne bakılacak kobaylar oluşmaya başladığında anladılar. Artık virüs işe yarıyordu. Zarar görmeyen veya oldukça az zarar gören biz laboratuvar farelerini ne yaptılar bilmiyoruz. Ama çirkin olan veya işe yaramayacak olan, uzuvları eksik veya duyularını kaybetmiş olanları buraya kapattılar ki keyiflerine keder vermeyelim.‘’

‘’Tanrı'm!’’ dedi Celine.


Bir yandan dinliyor bir yandan da etraftaki Kobaylara bakıyorlardı. Vücutları yanık içinde kalan, saçları dökülmüş veya uzuvları eksilmiş olan onlarca Kobay vardı. Sayıları oldukça azdı. Çünkü deneylerden sağ çıkmak kolay değildi.

‘’Peki neden Kobay oldunuz, Robotumsu değil de?’’ dedi Ian.

‘’Çünkü biz saygınlığı olmayan o aşağı kesimdik. Hayat kadınları, dilenciler, evsizler, akıl hastaları veya hapishane mahkumları. Kısacası bizden asker bile olmazdı. Bizden olsa olsa Kobay olurdu veya ceset.’’

Etraf yıkık dökük evlerle doluydu. İleride devasa, büyük turuncu bir çadır vardı.

‘’Burada yaşıyoruz. Bağışıklık sistemimiz belki de yok denecek kadar zayıf. Bu yüzden de sık sık ölümler oluyor. Sizin anlayacağınız boş yer var. Öyle merhamet dolular ki bize bir çadır bahşettiler. İhtiyaçlarımızı karşılayabileceğimiz sağlam birkaç market var.’’

‘’Ne zamandır buradasınız?’’ dedi Celine.

‘’İki yıla yakın.’’ dedi o ilk konuşan ve sonra gülümseyerek devam etti.

‘’Altı bebek doğdu. Ve bu bebekler normaller. Çünkü uzun zamandır kullanılmayan şehrimizde hiçbir zararlı atık kalmadı. Havası tertemiz. Mutasyona uğramıyorlar. Altıncısı bu sabah doğdu.’’

‘’Bu harika!’’ dedi Celine.

‘’Jack. İsmim Jack.’’

‘’Celine. O da Ian.’’ dedi Celine, çadıra götürdükleri Ian’ı göstererek.

‘’Çok üzgünüm Jack. Keşke tüm bu olanları düzeltmemizin bir yolu olsaydı.’’

‘’Biz de üzgünüz Celine.’’ dedi Jack, sonra yanındakilere tepedeki insanları da getirmelerini söyledi.

Hep birlikte çadırda oturup hazır konserve yediler.

‘’Burada kalabilirsiniz.’’ dedi Jack.

‘’Zaten gidebilecek bir yerimiz de yok.’’ dedi Adler, buruk bir tebessümle.


Ertesi sabah Jack, ismi Marina olan bir kadınla gelerek Adler’ı uyandırdı. Marina isimli genç kadın, kulak arkasından tişörtünün içine kadar uzanan bir yarığa sahipti. Gür kirpikleri ve küçük bir burnu vardı. Hava hafif hafif aydınlanmaktaydı. Çadırdan çıkarak yürümeye başladılar.

‘’Burada kalmanızda bir sakınca olmadığını tekrar belirtmek istiyorum Ad. Boş yerimiz ve marketler dolusu erzakımız var.’’ dedi Jack. Hemen sonrasında birkaç saniyeliğine duraksayıp Adler’ın yüzüne baktı. Başını öne eğip güçlükle duyulabilen bir sesle mırıldandı:

‘’Kalırsanız neye benzediğimizi unutmayız.’’

‘’Hasta ve korkunç göründüğümüzü biliyorum.’’ diye devam etti Jack.

‘’Ama bunlar bulaşıcı değil. Üzerimize yapılan deneylerden gördüğümüz zararlar.’’

‘’Biliyoruz Jack. Söylediğin gibi düşünmüyoruz. Bunu biliyorsun. Ama burada kalamayız.’’

‘’Ad…’’

‘’Hayır Jack, dinle. Biz özgürlüğü istiyoruz, kafesleri değil. Herhangi bir yere kendimizi kapatıp güvende olduğumuzu söylemek istemiyoruz. Çünkü güvende olmayacağız. Sizi buraya kendi istekleriyle getirdiler. Ama biz kaçtık Jack! Ve bundan ne denli rahatsız olduklarını tahmin edebiliyoruz. Kurtulmamıza asla izin vermeyecekler. Fare deliklerini bile arayacaklar. O yüzden devam etmeliyiz. Yardım ettiğiniz için minnettarız ancak yarın hava aydınlanırken yola çıkmak en iyisi. Siz de burada kalmak zorunda değilsiniz Jack! Bizimle gelin.’’

‘’Burası bizim evimiz artık Ad. İnsan gibi görünmediğimizi biliyorum. Ama yine de bir insan evinden ne kadar uzaklaşmak isteyebilir? Size hak veriyorum. Gidin ve kurtarın kendinizi. Güvende olun. Mutlu olun. Gidin ve huzuru bulun. Ama bizi unutmayın, olur mu?’’

‘’Ah, Jack! Bu mümkün değil. Ve eğer kurtuluşu bulursak geri dönüp…’’

‘’Hayır Ad! Devamını getirme. Geri dönmeyeceksiniz. Bizim için olmaz. ‘’

‘’Jack…’’

‘’Bu çok riskli olur Ad. Aklından bile geçirme.’’

‘’Kurtuluş yok.’’

‘’Marina!’’

‘’Onu kandırmaya devam mı edeceksin? Böyle mi yardım edeceksin onlara? Boş yere umutlandırarak mı?’’

Jack, başını önüne eğmişti. Adler ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

‘’Söyle ona Jack!’’

‘’Kes şunu Marina!’’

‘’O halde ben söyleyeyim.’’

‘’Senin umudun yok diye herkesin umudunu çalıyorsun Marry!’’

‘’Umut yok Jack! Tanrı'yla beraber umudu da öldürdüler! Hiç umut yok! Sıfırı tükettiler! Her yer toplama kamplarıyla dolu. Tüm dünyada savaş var. Kaçacak hiçbir yer yok. ‘Ya savaş ya öl.’ Artık dünya bu. Çok üzgünüm ama gerçek bu. Fare deliğine bile girseniz sizi bulacaklar. Kaçtığınızı zannediyorsunuz. Ama onlar her yerde. Bastığımız, dokunduğumuz ve baktığımız her yerdeler. Kurtuluş yok, özgürlük yok! Sadece savaş var Ad. Kobay olmak talihsizliği bizim en büyük talihimizdi. Savaşçı olmak talihiyse sizin en büyük talihsizliğiniz. Kendinize koyduğunuz şu isme bir bakın! Bu ismi kendiniz bulduğunuzu sanıyorsunuz. Düşünceleriniz bile onların elinde. Düşüncelerinizde bile kaçamazsınız. Kendinden kaçamadığınız gibi Başkan ve Ses'ten de kaçamazsınız.’’


Xenia’nın canhıraş çığlıklarıyla bu konuşma bitmişti.

‘’Ian. Onu kaybettik!’’

Hızla çadıra koştular. Pamela beyaz bir çarşafı Ian’ın üstüne örtmekteydi:

‘’Ayağını sadece arı sokmamış. Afrika katil bal arısı sokmuş. Böbrekleri iflas etmiş.’’

‘’Gece sürekli kustu ama konserve dokundu sandık.’’ dedi Xenia.

‘’Çok üzgünüm.’’ dedi Adler.

Celine, Jade, Flynn, Giles ve Harriet da yanlarına geldi.

‘’Ölmüş mü?’’ dedi Jade, gözyaşlarını silerek.

Celine, Jade’i kollarına aldı.

O akşam herkes toplandı. Zavallı Ian’ın bedenini yaktılar. Sessizce kayıplarına saygı duyarak akşam yemeklerini yediler. Daha sonra Adler, Marina’nın anlattıklarını anlattı.

‘’Kısacası hava aydınlanırken yola çıkacağız. İyi dinlenmeye çalışın.’’ diyerek yatacağı yere gitmek için kalkmışken Xenia’nın sesiyle durdu Adler.

‘’Ben kalıyorum. Kalan o kısıtlı zamanımı kaçarak harcamayacağım.’’

‘’Ben de kalıyorum çocuklar.’’ dedi Flynn.

‘’Nasıl isterseniz.’’ dedi Adler.

Yatacakları yerlere dağıldılar. Ertesi gün hava aydınlanmadan kamptan çıkmışlardı.


Onları, içlerini ürperten bir kurt uluması karşıladı.

‘’Burası kulağa oldukça tehlikeli geliyor.’’ dedi Jade.

‘’Uzun zamandır şehre insanlar inmediğinden olsa gerek, yabani hayvanlar şehre inmiş olmalı. Çernobil gibi.’’ diyerek yanıt verdi Adler.

‘’Bu cümle, durumu daha da korkunçlaştırdı.’’ dedi Jade.

‘’Önden ben giderim. Arkama geçin. Birbirinizi kollayın.’’ diyerek omzunun arkasından işaret etti Adler.

Temkinli bir şekilde ilerlemeye devam ettiler.

‘’Dikkatli olun.’’ diye ekledi.


Ulumalar gitgide artmaya başlamıştı. Sanki sesin kaynağı onlara doğru yaklaşmaktaydı.

Kamptan çıkalı belki yarım saati geçmişti. Gelen çıtırtı sesiyle Adler, işaret parmağını dudağına koyarak arkasına döndü. Sonra aynı elini havaya kaldırıp durmalarını işaret etti. Çıtırtı artmaktaydı. Onlar kıpırdamazken gittikçe artan çıtırtı ve hırıltı, kanlarını dondurdu. Savaşçılar tüm duyularını açıp sesin kaynağını bulmaya çalışırken sesi hiç ummadıkları anda buldular ve bulmamayı dilediler.


Pamela’yı kaptığı gibi kaçan, ne olduğunu bile anlayamadıkları tüylü, devasa bir hayvan gördüler. Celine hıçkırıklarla Adler’ın kollarına yığılırken Jade de kendini yere atmış, büyük bir şok geçiriyordu.

‘’Onu en arkada bırakmamalıydık.’’ dedi Giles.

‘’En arkada ben olmalıydım.‘’ diye ekledi.

‘’En arkada biri olmak zorundaydı Giles. Arkadaki sen olsaydın şu an burada olmayacaktın.‘’ diyerek suçluluk duyan Giles’ı teselli etmeye çalıştı Adler.

‘’Tanrı'm, dokunulmayacak kadar güzeldi!’’ diyerek gözlerinde biriken yaşları saldı Giles.

Adler, Celine’i yavaşça doğrultup, yavaşça ona doğru ilerleyip sıkıca sarıldı.

‘’Çok üzgünüm Giles. Bazı şeylere ne yazık ki gücümüz yetmiyor. Çok çok üzgünüm. Tek bir dilek hakkım olsa her şeyi geri almayı dilerdim, tüm bunlara engel olmayı…’’


Giles öyle şiddetli ağlıyordu ki hıçkırıklarla kasılan vücudu, karanlıkta bile anlaşılıyordu. Güçlü olmak için çaba sarf etmiyor, hislerini olduğu gibi yansıtıyordu. Bir erkek için oldukça zor bir durum olduğu için Adler onu anlayabiliyordu. Adler da sıkıca sarıldığı Giles kadar ağlıyor ve o da artık hislerini saklayamıyordu. Bu acıyı grup olarak paylaştılar. Artık sadece Pamela’ya değil kaybettikleri tüm Savaşçılara, ailelerine, dostlarına, hayatlarına ağlıyorlardı. Ses ve Başkan’a olan nefretleri o denli büyüktü ki intikam için kendilerini bile feda edebilirlerdi.


Bir süre sonra aydınlanan havayla beraber ilerlemeye devam ettiler. Ancak artık içlerinde umudun zerresi kalmamıştı. Merak dahi etmiyorlardı. İçlerinde artık tek bir şey egemendi. Nefret. Ve bu duygu öyle güçlü bir duyguydu ki ölüm döşeğindeki insana bile ayağa kalkacak gücü verebilirdi. Onlara da devam etme gücünü veren, içlerindeki egemen olan bu duyguydu.


Hava iyice aydınlandığında artık orman bitmiş ve kumlu bir yol başlamıştı. Ancak buna bile sevinemiyor, sadece ilerliyorlardı. Çok uzun bir yoldu. Neredeyse orman kadar uzun bir yola benziyordu. Biraz dinlenip Kobayların kampından aldıkları erzakları atıştırdılar. Son derece güvenli görünen bu yolda biraz dinlenmeye karar verdiler. 

Adler, uyandığı zaman Celine’i ağlarken buldu.

‘’Hey, hey, hey… Neyin var Celly?’’

‘’Ben bir rüya gördüm Ad. Her şey yolundaydı. Tüm bunlar yaşanmamıştı. Sanki dünyanın kötülükten haberi bile yoktu. Evimizin o mis gibi kokan çiçeklerle dolu balkonunda ailemle kahvaltı ediyorduk. Dışarıda çocuklar vardı ama içlerinde korkular yoktu. Sadece mutlulardı. Hepsi bu. Bisiklet sürüyorlar, gülüşüp oynuyorlardı. Dışarıda sokak hayvanları vardı Ad. Onları nasıl özledim bir bilsen. İnsanlardan ve insanlıktan hâlâ umutları vardı. Kendilerini sevdirmek için tüm oyunculuklarını kullanıyorlardı. Balkonun penceresinden evimizin önündeki o kocaman çınar ağacının dalları gözüküyordu. Üstünde kuşlar vardı. Şarkı söylüyorlardı. Minik kırmızı arabam bu ağacın altındaydı. Kedim bacağıma sürtünüyor, kahvaltı sofrasından bir şeyler vermemi umuyordu. Babam, bir kız çocuğuna hamile olan ablama bir çift pembe patik almıştı. Annem çaylarımızı koyuyor ve hazırladığı o muazzam sofranın kokusu burnuma doluyordu.‘’

Gülümseyerek Adler’a baktı. Sonra yine hüznün kucağına düştü.

‘’Sonra uyandım Ad. Ve gerçekler tüm bedenime olağanca kuvvetiyle nüfuz edip beni derinden sarstı. Bir daha böyle sabahlar geçiremeyecek olmanın verdiği ızdırap beni mahvediyor.’’ dedi Celine, gözlerinden akan yaşları silerek.

Adler, tam her şeyin yoluna girebilme ihtimalinden bahsedecekken Jade koşarak yanlarına geldi.

‘’Sen neredeydin?’’ diyerek ona döndü Adler.

‘’Çocuklar, hamileyim.’’

‘’Jade, ciddi olamazsın!’’ dedi Harriet.

‘’Maalesef öyleyim. Artık yaşamak için nefretten başka bir sebebim var çocuklar.’’ dedi Jade, gülümseyerek.


Birkaç saat sonra bir bayırı aştıklarında birkaç hayvan görmek onları sevindirdi. Biraz ilerledikten sonra bir kadın çıktı karşılarına. Bu zayıf, yaşlı kadının dizlerine kadar gelen kahverengi saçları yüzünü kapatıyordu. Esmer yüzünde Hint kınasıyla yapılmışa benzer şekiller vardı. Kadın hızlı adımlarla ilerleyip uzun ve pis tırnaklı eliyle Celine’in kolunu kavrayıp hızla kendine çekti. Birkaç saniye sonra aynı hızla uzaklaştı. Adler, neler olduğunu anlayamadan Celine yere yığıldı.

‘’Hey, neler oldu öyle?’’ dedi Giles.

‘’Hiçbir şey anlayamadım.’’ dedi Adler yaşadığı şoktan kurtulamamış birinin donukluğuyla.

‘’Celine, iyi misin?’’ diyerek yanına çömeldi Jade.


Celine iyi olduğunu söyleyerek yavaşça doğruldu. Biraz ileride birkaç insan daha gördüler. Onların da başka toplama kampından kaçtıkları ortaya çıktı. Hep birlikte onların şu anda kaldıkları kampa gittiler.

Bu kamp oldukça ilginçti. İçeride koşturan çocuklar ve hatta yaşlı bir kadın vardı.

‘’Olivia, kendini yormayıp dinlenmen gerekiyordu. Bak bunlar diğer kamp alanından Adler, Celine…’’

‘’Celine! Hiç gelmeyeceksin sandım.’’ diyerek Victoria’nın sözünü kesti Olivia.

‘’Ben anlamıyorum…’’ dedi Celine büyük bir hayret ve içini saran derin bir korkuyla.’’

‘’Elbette anlamazsın tatlım.’’ dedi Olivia, Celine’e yaklaşıp ellerini tutarken.

‘’Olivia, rüyalarında Celine diye bir kızı görüyor Celly.’’ diyerek açıkladı Victoria.

‘’Her gece!’’ dedi Antony isimli siyahi bir adam.

‘’Tüm bunları bırakıp yemeğe geçelim.’’ diyerek masayı gösterdi Victoria.


Yemekten sonra Adler ve Celine, kampın etrafında yürüyüş yapıyorlardı.

‘’Neler oluyor Celine? İlk önce bayılmana sebep olan o yaşlı kadın, şimdi de seni rüyalarında gören bir yaşlı kadın… Tüm bunların anlamı ne?’’

‘’Bilmiyorum. Diğer kadın kolumu tuttuğunda yaşlı bir adam ve kapı numarası gördüm. Hepsi bu.’’

Değildi. Celine, o yaşlı adamın isminin Stan olduğunu ve babasının yakın arkadaşı olduğunu görmüştü. Gördüğü kapı numarasının nerede olduğunu da biliyordu. Adam ona tüm adresi vermiş ve tek başına gelmesini söylemişti.

Kampa geri döndüklerinde Olivia, Savaşçılara torunundan bahsetmekteydi. Ses’ten hamile kalan torunu bunu kaldıramayıp bebeğini ve kendini katletmişti.

Jade, karnını tutarak kalktığında diğer Savaşçılar onun istifra etmeye gittiğini biliyordu.


6 Ay Sonra


Sıcacık kampta Jade’in iki haftalık bebeğini severlerken şehre erzak almaya giden otobüse binen Celine’den habersizlerdi. Fırtınadan sallanan otobüsün içindeki Celine’in içinde, dışarıdaki fırtınadan daha büyük bir şeyler kopmaktaydı.


‘’Tamam, burada ineceğim.’’ dedi kapı numarasını gördüğünde.

‘’Çok yağmur var Celine, hortum çıkacak gibi duruyor.’’

‘’İndir beni Eliot.’’

Otobüs durdu ve Celine’i indirip yoluna devam etti. Kabanına sarılan Celine, fırtınanın ortasında tek başına kaldı.


Yağmur müthiş şiddetiyle yağmaya devam ediyordu. Celine’in duyabildiği tek ses; rüzgarın uğultusu, hışırdayan yaprak sesleri ve şiddetli yağmur sesiydi. Gökyüzü koyu griyle lacivert arası bir renge bürünmüştü. Celine, kabanına sıkıca sarılıp kapı numarasına doğru yöneldi. Ancak esen kuvvetli rüzgar Celine’i sokak lambasına savurdu. Bir kapının açılmasıyla içerideki üç kişi Celine’e seslenince Celine, oraya döndü.

‘’Uçacaksın! Buraya gel!’’

Celine büyük bir güçlü eve girmeyi başardı. Bir kadın ona battaniye verdi.

‘’Bu havada ne işin var dışarıda?’’

Celine, onlara söyleyip söylememek arasında kaldı.

‘’Çıkış arıyorum.’’

‘’Çıkış yok. Bir devlet kazanıp dünyanın hakimi oluncaya dek savaş devam edecek. Dünyaya hakim olduktan sonrasını ise düşünemiyorum.’’ dedi aynı kadın.

‘’Geliyorlar!’’ diye bağıran bir adamın sesiyle hızla oturdukları yerden kalktılar.

‘’Siviller geliyorlar!’’

‘’Sığınağa!’’ dedi aynı kadın Celine’in kolunu kavrayıp.


O hengamede Celine, onu gördü. Onu buraya çağıran adamı. Adamla göz göze gelmişlerdi. Hızla sığınağa inip kapıları kapattılar. Etraf duruluncaya kadar kimseden çıt çıkmadı. Etraf durulunca herkes tuttuğu nefesi bıraktı.


‘’Celine.’’

Celine, arkasını döndüğünde aynı adamı görünce şaşırmadı. Ama onu şaşırtan, adamın dolu gözlerle kollarını iki yana açmasıydı. Celine’nin gözleri de dolmuştu. Neler olduğunu anlayamadan kendini o adamın kollarında ağlarken buldu.

‘’Kızım.’’ diyerek Celine’in saçlarını sevdi yaşlı adam.

‘’Ailem nerede?’’ diye sordu Celine, kafasını kaldırarak.

‘’Ailen benim Celine.’’

‘’Hayır, ben gerçek ailemden bahsediyorum. Annem, babam, ablam… Onlar nerede?’’

‘’Celine…’’ dedi adam, gözlerinden akan yaşları silerek.

‘’Onlara bir şey mi oldu?’’

‘’Baban benim.’’

‘’Hayır!’’

‘’Celine…’’

‘’Hayır, ben her şeyi hatırlıyorum! Rüyamda gördüm.’’

‘’Ne gördün Celine? Hamile ablanı, kırmızı arabanı, kedini, mutlu anne ve babanı mı?’’

‘’Nereden biliyorsun?!’’

‘’Kızım…’’ diyerek saçlarını yeniden sevmeyi denedi adam.

‘’Çek elini!’’

‘’Celine, sana her defasında anlatmaya çalıştım. Ama beynin ve bedenin gerçeği öğrenmeyi reddediyor. Sen on üç yaşındayken bir kaza geçirdik. Ablan ve anneni kaybettik. Ben birkaç kırık dışında iyiydim. Ama sen… Altı yıl komada kaldın kızım.’’

‘’Yalan söylüyorsun!’’

‘’O altı yılda kendine başka bir dünya yarattın Celine. Olmasını dilediğin ancak hiçbir zaman olmayacak anılar…’’

‘’Palavra!’’

‘’Celine, hiç kedin olmadı. Ablan hiç hamile kalmadı. Onu kaybettiğimizde yalnızca on yedi yaşındaydı. Bunları reddettiğin gibi beni de hep komşun rolüne soktun. Hiç inanmadın bana. Üç yıl boyunca her gün bana aileni sordun. Virüs enjekte edilmeden önce beni bulabilmen için bir kapsül hazırlayıp koluna yerleştirdim. Olur da virüs bize etki etmez ya da bizi ıskalarlardı. O kadın kolunu kavradığında bu yüzden gördün her şeyi.’’

‘’Nereden biliyordun?’’

‘’Virüsü ben tasarladım Celine.’’

‘’Hayır! Tüm bunların sorumlusu benim babam olamaz!’’

‘’Kabul etmezsem beni öldüreceklerdi Celine. Yıllarca komadaydın, çıktığında da büyük bir şok içindeydin. Zaten kalkıp hayatına devam etmen, onca yıl komada kalan biri olarak mümkün değildi. Seni bırakamazdım. Olivia da bizimleydi. Komşun olduğumuz kurgusu senin için kusursuz bir hal aldı. Virüsü teslim edip arabamla uzaklaşırken siviller beni durdurdu. Seni kampa götürdüler. Bana anlaşmamızın yalnızca beni kapsadığını söylediler. Tüm bunları senin için yapmışken seni aldılar benden. Olivia ile her şeyi durdurmaya çalıştık. Grip aşısını virüs diye enjekte ettik. Bizim enjekte ettiklerimiz virüse dönüşmedi. Geriye kalanlarsa… Bana gelmen çok uzun sürdü. Ama geçirdiğim her günü senin için yaşadım.’’

‘’Sen bir canavarsın.’’

‘’Devletimizin en ünlü kimyageri bendim. Sana bir şey olmasını göze alamazdım.’’

‘’Benim için milyonlarca insanı katlettin! Sayende ben de senden farksız durumdayım! Arkadaşlarımın yüzüne nasıl bakacağım, bu olanları nasıl affedeceğim?’’

‘’Ben her şeyi ayarladım Celine. Yenn ve Zanna ile yola çıkacaksın. Biz de Olivialar da birkaç güne geleceğiz. Kurtuluş çok yakın.’’


Ertesi gün yola koyulduklarında Celine, hâlâ vicdanıyla savaşıyordu. Dünkü yağmurun etkisiyle toprak kokusu ciğerlerine doldu.

‘’Minik kalbin, aklını bedeninden uzaklara götürmüş Celine.’’ dedi Yenn.

‘’Her şey yalanmış.’’ dedi Celine.

‘’Artık o devamlı görmekte olduğun rüyadan uyandın Celine.’’ dedi Zanna, gülümseyerek.

‘’Kabus şimdi başladı.’’ diye yanıtladı Celine.

‘’Bir evlada sahip olmanın ne demek olduğunu anlayamıyorsun. Baban buna mecburdu Celine. Hepimiz onu affettik, sen hariç.’’

‘’Asla da affedemeyeceğim Zanna.’’

‘’Baban yapmak zorunda bırakıldı Celly. Sana işkence edeceklerini bile söylemişler. Elinden geldiğince insanı kurtarmaya da çabaladı. Bak yüzlerce kişi onun sayesinde robot değil.’’ dedi Yenn.

‘’Milyonlarca kişi de onun sayesinde robot!’’

‘’Baban yapmasa başkasını bulacaklardı. Sadece siz çeşitli işkencelerden geçmiş olacaktınız. Geriye kalanlar hiç istisnasız robot olacaktı.’’

‘’Yenn haklı Celine. Baban sonumuz değil, kurtuluşumuz oldu.’’

‘’Babam gelebileceğimi nereden bildi?’’

‘’Çünkü seni tanıyor Cell. Ne kadar güçlü ve zeki olduğunu biliyor.’’


Sessizlik içinde dinlene dinlene saatlerce yürümeye devam ettiler. Güneş açmıştı. Gökkuşağı, kararan kalplere inat gökyüzündeydi. Bir ormana girdiler. Ormanın içinde kocaman, parlak bir göl vardı. Gölün içinde nilüferler, etrafında gür yeşil ağaçlar. Ağaçların yanlarında, neredeyse boyu kadar papatyalar ve zambaklar vardı. Büyüleyiciydi. Mavi kelebekler, etraflarında uçuşarak rengarenk çiçeklere konuyorlardı. Biraz daha ilerlediklerinde bir ağaç kovuğundan akan altın rengi sudan çıkan altın kelebekleri gördü. Nefes kesiciydi. Cennet kuşları ve bülbüller daldan dala zıplayarak ötüşüyorlardı. Bir ceylanın kafasını bacağına sürtmesiyle irkildi. Gördükleri hayal ya da düş olamayacak kadar kuvvetli bir güzelliğe sahipti. Celine’in içinden mutluluk ve huzurdan ağlamak geçti. İlerlemeye devam ettiler. Celine, ilerlemek değil burada kalmak istiyordu.

‘’O su simli miydi?’’

‘’Bazı kısımları.’’

‘’Kelebekler şeffaf mıydı?’’

‘’Bir kısmı.’’


Yenn’in sakinliğine şaşırıyordu. Oysa Celine mutluluktan çığlık atmak istiyordu.

‘’Pembe kelebekleri göremedin, kamufle olmaya bayılırlar. Morlar da öyle.’’ dedi Zanna, gülümseyerek.

‘’Daha çok hayvan göreceksin. Yalnız… Neyse, görürsün.’’


Ormanın bitimiyle iki taraflarında da yüksek dağlar vardı. Dağların eteklerinde boğuşarak birbirini parçalayan boz ayıları görmesiyle dehşet içinde donakaldı. Yola et parçaları ve kanlar savruluyordu. Celine istifra etme isteğini bastırmak için büyük çaba sarf etti. Yanlarından üç tane fil geçti.

‘’Vahşi hayat işte.’’ dedi Yenn, tüm sakinliğiyle.

‘’Sadece onları rahatsız etmeden sakince yürü.’’ dedi Zanna.


Birkaç dakika ya sürmüş ya sürmemişti. Ama Celine yaşadığı dehşetle yıllar sürmüş gibi hissediyordu. Toprak bir yola çıkıp ilerlemeye devam ettiler. Daha sonrasında önlerindeki dağa dikkatlice tırmandılar.

‘’İşte bu dağdan sonrası kurtuluş.’’ dedi Yenn, tepeye çıktıklarında.

Yanlarından koşarak geçen köpekleri görünce Celine sormadan edemedi.

‘’Niye bu kadar korkmuş görünüyorlar?’’

‘’Korkarım öğrenmek zorunda kalacaksın Celly.’’

Köpeklerin hepsi koşarak önlerinden geçtikten sonra sarı gözleri parlayan bembeyaz bir puma gördüler.

‘’Kaçın!’’ diye bağıran Yenn’i duymalarına gerek bile yoktu, tüm güçleriyle oradan kaçmak için.


Dağın aşağısı keskin kayalıklarla kaplıydı. Ama can havliyle hiçbir şeyi düşünmeden koşmaya devam ediyorlardı. Puma içinse bu avlar o kadar önemli olmayacak ki bir süre sonra keskin kayalıkları göze alamayıp durdu.

‘’Hey!’’

Gelen sese döndüklerinde eğik duran devasa bir taş duvarın arkasından bir çocuğun seslendiğini duydular.

‘’Stewart!’’ diyerek ona doğru koştu Zanna.

‘’Saldırmadıklarını biliyorsunuz, sadece hırlayıp diş gösteriyorlar.’’

‘’Lar mı?!’’ dedi Celine, şok içinde.

‘’Başka da mı var?’’

‘’Şansınıza yok.’’ dedi Stewart, gülümseyerek.

‘’Her defasında saldıracak gibi duruyorlar.’’ dedi Yenn ve ekledi:

‘’Celine.’’ dedi, Celine’i göstererek.

‘’Memnun oldum Stewart.’’

‘’Ben de öyle Cell. Bu taraftan. Gerçek bir saray görmeye hazır ol. Hepsini baban yaptı.’’


Yemyeşil çimen ve rengarenk çiçeklerle dolu bir yola girdiler.

‘’Umarım seversin, biz çok seviyoruz. Arkadaşların Adlerlar da yola çıkmışlar. Akşam burada olurlar. En güzel saate denk geldiniz. Burası bu saatlerde harika olur.’’


Biraz daha yürüdüklerinde aynı o büyüleyici orman gibi bir ormana vardılar. Ancak göl daha büyük ve hayvanlar daha fazlaydı. Tilki bile vardı. Kulaklarına gitar sesi ve gülüşmeler geliyordu.

‘’Monica olmalı.’’ dedi Stewart.


Biraz daha ilerlediklerinde, çimenlerde yatarak gitar çalıp şarkı söyleyen ve yanlarında yatan ceylanların başını seven Monica ve arkadaşlarıyla karşılaştılar. Saraya benzeyen devasa büyüklükte gösterişli beyaz bir binanın önünde oturuyorlardı. Monica ayağa kalktı.

‘’Herkes seni bekliyor Celine.’’


İlerleyip sarayın kapısını açtığında, içeride belki beş yüz kişi olduğunu gördü Celine. Kocaman bir salonda oturuyorlardı. Tüm koltuk ve masalar antika ve ''vintage'' gibi görünüyordu. Muazzam güzellikte bir saraya gelmişlerdi. Duvarlar camdandı ve dışarıdaki muazzamlık, içeriden de gözükmekteydi.

‘’O bayıldığın ormanın yirmi misli büyüklüğünde bir orman var burada.’’ dedi Yenn.

‘’Herkesin kendi odası var. Odalar oldukça büyük, o yüzden genelde birkaç kişi olarak arkadaşlarımızla kalıyoruz.’’ dedi Stewart.

‘’Yuvana hoş geldin Cell.’’ dedi Monica.

Evet, yuvasındaydı. Kurtulmuştu.