Euripides’in anlatımlarına göre Miken’li Akha Kralı Agamennon avlanmaya gittiği sıralarda ormanlık alanda ihtişamlı bir geyikle karşılaşır. Yaşadığı kısa bir tereddütün ardından kararını verir ve geyiği öldürür. Bunu yaptığında kutsallığın farkında değil midir yoksa ‘bu güzellik benim olmalı’ diyerek kibirden beslenen bir duyguyla mı hareket etmiştir bilinmez. Bilinen bir şey vardır elbette; o da Artemis’in yasalarının keskinliği. Agamennon’un öldürdüğü geyik Artemis’in kutsalları arasındadır ve bu durum Agamennon’un cezalandırılmasını gerektirmektedir. Artemis, Agamennon’a duruma uygun bir cezayı reva görür. Buna göre eğer Agamennon kızını kurban etmezse bundan sonra nerede olursa olsun oranın tüm rüzgârları ebediyen kesilecektir. Bu durum aynı zamanda savaşta olan Akha’lar için olumsuz bir durumdur çünkü savaş stratejilerini rüzgâr üzerine kurmuşlardır. Kısacası eğer Agamennon kızını kurban etmezse Akha’lar Truva Savaşı’nı kaybedecektir. Bunun üzerine Agamennon savaşın selameti açısından kızı Iphigenia’yı kurban eder ve geri gelen rüzgârlar sayesinde savaşı kazanır. Fakat kutsal geyiğin ölümü onu Artemis’in lanetine maruz bırakmıştır bir kere. Savaşı kazandıktan sonra ülkesine dönen Agamennon kızının kurban edildiğini öğrenen acılı anne, kraliçe Clytemnestra tarafından öldürülür. Kutsal geyiğin ölümünün yarattığı lanet İphigenia ve Agamennon’un hayatlarına mâl olmuştur.

2009 yapımı Dogtooth (Köpek Dişi) ve 2015 yapımı The Lobster (Istakoz) filmleriyle tanınan Yunan sinemasının en başarılı yönetmenlerinden biri olan Yorgos Lanthimos’un 2017 yılında perdeye yansıttığı filmi The Killing Of a Sacred Deer (Kutsal Geyiğin Ölümü) filmi beklentileri kesinlikle boşa çıkarmayacak seviyede iyi bir film. İsmini Yunan prensesi Iphigenia’nın yukarıda bahsettiğim hikayesinden alan film Dr. Steven Murphy (Colin Farrell) isimli bir kalp cerrahının gerçekleştirdiği ameliyat sırasında hastasının ölümünü ve hastanın oğlu Martin’in (Barry Keoghan) doktorla iletişime geçmesini ve babasının ölümünden sorumlu tuttuğu Dr. Steven’ı kendi yöntemleriyle cezalandırmasını konu alıyor. Buna göre Dr Steven’ın iki çocuğu ve bir süre sonra da eşi felç, iştahsızlık, göz kanaması gibi gizemli hastalık semptomları göstermeye başlıyor. Birçok doktora görünmelerine rağmen herhangi bir hastalık tanısı konulamıyor. Bunun üzerine Martin, Dr. Steven’a ailesinden birisini seçip öldürmesi durumunda semptomların son bulacağını ve ailenin geri kalanının yaşamaya devam edeceğini belirtiyor. Dr. Steven bir süre buna karşı bir direniş sergilese de ailesinden birini seçmek zorunda kalmaya zorlanıyor…


Buradan sonrası spoiler…

Yönetmen Yorgos Lanthimos karışık fakat alt metinleri iyi okunduğunda çok güçlü olduğu görülen anlatım tarzını The Lobster ve Dogtooth filmlerinde olduğu gibi burada da kullanmış. Zaman zaman absürte varan diyaloglar konuyu tiye almayla ilgili değil, tam tersine işin ciddiyetini izleyiciye taşımayla ilgili. Ortada böyle bir hastalığa dair konulamayan bir tanı var ve burada pozitif bilimin içine düştüğü ağlar gözümüzün önüne serilmiyor. Çünkü filmde hastalığın bir önemi yok. Ortada bir lanetlenme olacaksa işin nasılıyla ilgilenmekten ziyade sonuçlarını görüyoruz ve açıkçası öyle olması gerekirken bu durum seyircide ciddi bir merak da uyandırmıyor. Bu anlamda karmaşadan beslenmesine rağmen The Killing of a Sacred Deer aslında Yorgos Lanthimos’un mesajlarını en net verdiği filmi…

Başta klasik bir aile yaşantısını betimleyen kamera sonraları yüzünü sorunlu bir baba profili çizen Dr. Steven’a dönüyor. Çocuklarına davranışları kendi çizdiği kurallar ve sınırların çerçevesinin dışına çıkınca doktorun içinden çıkan öfkeli adamı, kibirden beslenirken izliyoruz. Çünkü o mutlak bir otorite ve tek söz sahibi olan bir varlık. Aynı hisler öyle tahmin ediyorum ki Kutsal Geyikle göz göze gelen, kutsal geyiğin ihtişamından büyülenen ve kibrinden dolayı o güzelliğe mutlak bir sahiplik yapmak isteyen Agamennon’da da vardı. Muhtemelen Lanthimos, Agamennon’un tasvirini getirip muhteşem bir oyunculuk performansı sergileyen Colin Farrel’da yeniden bizlere yansıttı. Aynı zamanda kendine çok güvenen, idealist bir cerrah olan Dr Steven, tam olarak davranması gerektiği gibi davrandı ve olaylar kontrolünden çıkınca çılgına döndü. Bu çılgınlığı çocukları rahatsızlandıktan sonra onlara zorla yedirmeye çalıştığı yemekte de, onları zorla ayağa kaldırma kabalıklarında da görüldü. Agammenon’un kibirden beslenen kontrol hastalığı tamamen onun vücudunda yeniden ete kemiğe bürünüyordu sanki. 

Filmin ilerleyen sahnelerinde Martin’in babasının ölümünde doktor Steven’ın payının büyük olduğunun anlaşılması filme nefes aldıran, gırtlağına bir kalem borusu sokarak sıkışmış havanın dışarı çıkmasını sağlayan bir durumu açığa çıkardı. Belki seyircide empatiden beslenerek Martin’e yakınlaşmasını isteyen bir duyguyu da dışa vurdu. Bu andan itibaren Steven’ın çocuklarının masumiyeti de anlamını yitirmeye başladı ki yönetmen Yorgos Lanthimos insanın içinde yanan intikam ateşinin ne kadar güçlü olduğunu gayet iyi biliyordu ve bunu olanca çıplaklığıyla beyaz perdeye düşürmüştü. Agamennon gibi kibir abidesi bir kralı çaresiz düşürecek olan şeyin ancak tanrı katından gelen bir buyruk olduğunu görmüştük. Ancak Grek mitlerinde anlatılan tanrıların şimdiki zamanda bir karşılığı yoktu. Bunun yerine yönetmen bilinen Tanrı ya da Allah’tan gelen bir buyrukmuş gibi de lanse edebilirdi fakat o, olumlu veya olumsuz insani duyguların, doğaüstü olan bir varlık-yokluğa teslim edilmesini kabul etmedi. Bu yüzden tanrısal olanı bir insana, Martin’e verdi. 

Martin’in doktorun ailesini nasıl hasta ettiği de anlamını yitirmiş oldu. Hasta oldular çünkü olmaları gerekiyordu. Nasıl Artemis’in rüzgârları kesip Agamennon’u cezalandırmasında rüzgarların kesilme nedenie dair herhangi bir bulgu yoksa, burada da doktorun ailesinin hastalanmasının nasıl gerçekleştiğine dair bir bulgu yok çünkü her iki hikayede de anlatının ana gövdesini oluşturan şeyler rüzgar ya da hastalıklar değil; Agamennon ya da Dr. Steven’ın cezalandırılması. Lanthimos bizi buna sürükledi. Ve Artemis’in istediği kurbanı Steven da istedi ve filmin sonunda kaçınılmaz olan gerçekleşti. Dr. Steven ailesinin geri kalanını kurtarabilmek adına oğlu Bob’u (Sunny Suljic) öldürdü. Burada seçim yapmak zorundaydı fakat o seçim yapmadı. Ailesinin her bir üyesini aralıklı olarak koltuklara oturttu, hem onların hem kendi gözünü bağladı ve tüfeği eline alıp kendi ekseni etrafında dönüp ateş etmeye başladı ve seçim şansa kaldı. Bob/İphigenia öldü, rüzgarlar/sağlık geri geldi ve Akha’lar savaşı kazandı/Steven’ın ailesi yaşadı. 

Dini ve mitolojik anlatılar birçok noktada birbirinden ayrılsa da ortak oldukları -hatta mutabık kaldıkları da denebilir- bir konu var ki o da kaderdir. Birçok anlatıda kaderi değiştirmek için çırpınan karakterlere denk geliriz fakat bunun nedeni bir kader sorgulaması değil, esas konunun dışına taşıp konuyu ilginçleştirme çabasıdır. Oysa kader öylesine sabit ve değiştirilemez bir şeydir ki… Lanthimos bence bu filmiyle beraber bu ayrımı da güçlü bir şekilde ortaya koymuş ve anda oluşacak olan değişimin -çok köklü olmadığı sürece- geleceğe pek de tesir edemeyeceğini betimlemiş. Ya da mitolojinin ve dinin böyle gerçekleri barındırdığını anlatmış. Her iki hikâyeye göre kaderi değiştirecek olan tek şey doktorun hastasını öldürmemesi ya da Agamennon’un Kutsal Geyiğe dokunmaması. Bu anlamda bilimsel düşünce boyutunda yanlış çıkarımlara ulaşsa da film mevcut haliyle kafamızda yer edinmiş kader algısını oldukça iyi işlemiş…

Filmin temel unsurlarını biraz mitolojik esin kaynağını işleyerek ele aldım ve filmin analizi için şu ana kadar ki kısım yeterli olsa da psikolojik çözümlemesini ayrı bir başlık altında ele almaktan da imtina etmeyeceğim. Yazının uzunluğu için şimdide af diliyorum…


Lanthimos’un filme psikolojik dokunuşları… 

Lanthimos’un özellikle sürekli olarak adını andığım The Lobster ve Dogtooth filmlerinde insan psikolojisini nasıl derinlikli işlediğini ve bunu zaman-mekân bağlamına büyük bir ustalıkla oturttuğunu görmüştük. Bu filme mitoloji üzerinden tarihsellik algısı dahil olsa da benzer dokunuşları çok yoğun bir şekilde gördük. Öncelikli olarak şunu belirtmek isterim ki yönetmenimiz psikolojik deneyleri bir hayli seviyor. İnsanları zamandan da bağımsız olmayacak şekilde belli sınırların içerisine yerleştiriyor ve gözlemliyor ve deyim yerindeyse kobaya çeviriyor. Bu durum başta rahatsızlık verse de dünya düzeninin bu şekilde işlediğini düşününce filmleri daha bir anlamlı hale geliyor. “Hepimiz kobayız” diye fısıldıyor kulağımıza… Kuşkusuz bunu zihninde yapıyor ve sonuçlarını biz bir film olarak beyaz perdede seyrediyoruz. Dogtooth bu konuda baştan aşağı bir psikoloji deneyiydi. Duvarların içerisinde rafine yaşayan ailenin ruh dünyasında gezintiye çıkıp cinsellik başta olmak üzere birçok yönden bu insanları çözümlemiştik. The Lobster da benzer şekilde sınırları çizilmiş bir mekânın içine sıkıştırılmış ve belli kurallar çerçevesinde ‘yaşatılan’ bireylerin toplumla temaslarını ve psikolojilerini gözler önüne seriyordu. Şu an masaya yatırmış olduğum The Killing of the Sacred Deer filminde de mekânın ve zamanın sınırlarını çizen, tanrı edasına sahip olan Dr. Steven’dı. Kendince koyup ailesi üzerinden yaşama geçirdiği dogma kuralların ailesinin psikolojisi üzerine etkileri film boyunca akıp gitti ve kuşkusuz bu film de diğerleri gibi psikolojik deney filmi olarak kabul edilebilir. 

Filmlerde kullandığı müzikleri birçok yönetmen önemser. Fakat Lanthimos gibi en derin anlatıyı esas alan yönetmenlerde kullanılan müzik, filmin temel argümanı haline gelir. Filmin başında bizler henüz doktoru tanımaya başlarken açık bir kalp ameliyatı sırasında bir kalbin en çıplak haliyle atışını seyrederiz ve fonda Schubert’in Stabat Mater’i çalar. Bu eser klasik müzik olmasının yanında dini çevrelerce neredeyse bir ilahi olarak kabul edilir. İçinde birçok duyguyu barındırır fakat o sahneyi anımsayın… 

Bir kalp cerrahı, fonda Schubert çalarken önünde atan kalbin yanında durmaktadır. Ne kadar tanrısal bir fikir öyle değil mi? Kalp atışları canlılığı temsil eder ve hemen önünde Dr. Steven tanrısal bir figür gibi yükselmektedir. Ameliyat biter ve aynı figürü doktorun hareketlerinde, mimiklerinde okumaya devam ederiz. Bütün evreni var etmiş bir tanrı belki böbürlenmez fakat böbürlenmesinden daha doğal bir durum yoktur. Yaratanda, yaratma anından bağımsız olarak bir psikoloji oluşmuştur artık. O, kurallar koyar, kontrol etmek ister. Her şeyi, ama etrafındaki her şeyi… 

Yaratım devam ettiği sürece ruhundaki deformasyon da devam eder. Benlik çok fazla hırpalanır ve yaşadığı hisler onun egosunu arkadan ittire ittire süper egoya doğru taşır. Çünkü yaratan odur bir kere. Yarattığı onca şeyin karşısında ego bariyerini aşmaması için hiçbir sebep yoktur. Girişteki bu sahnenin verdiği his, filmin ilerleyen sekanslarında doktorun özellikle kontrolü yitirdiği sahnelerde açık ettiği süper egosunda defalarca görülür. Çocuklarına ve eşine karşı olan davranışlarında da Martin’e işkence ettiğinde de… Ancak Martin doktorun yaratım sınırlarından ötede olan bir figürdür ve bu yüzden boyun eğmekten ziyade onda direniş hakimdir. Fakat ailesi öyle değildir. Yaratan aynı zamanda mükemmeliyetçidir. Çünkü her şeyin kendi yaratımına denk düşecek şekilde kusursuz olmasını ister. Çiçeklere su verilmesinden köpeğin düzenli olarak dışarı çıkarılmasına kadar her şey tamamen bir sistem çerçevesinde olmalıdır ki mükemmel denge bozulmasın. Ve yaratanda asla ruh ve enerji akışı yoktur, o soğuktur, durağandır… 

Doktorun, eşi Anna (Nicole Kidman) ile cinsel ilişkiye girdiği sahne bu noktada çarpıcıdır. Anna herhangi bir insani duygu, tutku yaşamadan dümdüz, robot gibi bir pozisyonda yatağa uzanır, doktor ona son şeklini verir ve ilişki başlar. Son derece mekanik bir sahnedir ve biz bu sahnede yaratıcının mükemmel olana bakış açısını okuruz. Yaratıcı karşısında “köpeği ben gezdireyim” ya da “çiçeklere şu saatte su vereyim” ve hatta “bu gece tutkuyla sevişelim” gibi sözleri kendine hakaret sayar çünkü karakteri yaratımlardan dolayı tamamen dejenere olmuştur. 

Bunun karşısında yaratılanın psikolojisine de değinmemek olmaz. Yaratanın mükemmelliyet psikolojisi onu tam anlamıyla özne olmaya sürüklerken yaratılan ise pasif, iradesiz, boyun eğen, sorgulamayan ve tamamen teslimiyeti yaşayan düşük benlikte çırpınan bir nesnedir. Doktorun ailesinin bireyleri tek tek değerlendirildiğinde bu görülecektir. Çünkü onlar yalnızca kendi suretinden onları yaratan yaratıcının yalnızca gölgesi ya da izdüşümüdür. Yansıttıkları şey yaratıcılardan izler taşır fakat iradeleri tamamen ellerinden alınmış durumdadır. Bastırılmış kişilikleri asla direnişe geçmeye uygun değildir. Paulo Freire’in Ezilenlerin Pedagojisi kitabında bahsettikleridir özcesi…

Bu filmde kadın konusunu yeterince değerlendirememiş olmamın bir sebebi var. Çünkü Anna “iyi bir doktor olmasına rağmen” yaratıcı karşısında bir hayli edilgen konumdadır. Bazı konulara ilişkin belirttiği fikirler olsa da bu durum sürekli olarak yalnızca fikirlerde kalır. Ötesi yoktur. Bu, yönetmenin eril bir akılla filmi çekmiş olmasından kaynaklanmıyor. Bu, tarihin başlangıcından beri yalnızca yaratıcının değil tüm düşünce yapılarının kadını ele alış şeklinden kaynaklanıyor... Lanthimos bu filmiyle direnişi açığa çıkarma gayreti içerisinde değil, öyle olmak zorunda da değil. Bu yüzden kadını tam da olduğu yerin içerisine oturtmuş. Olması gerekeni düşünmek de izleyiciye kalıyor… Benzer durum kızı için de belirtilebilir. Filmin bir sahnesinde Martin ile ilişkiye girmek için üzerini çıkarıp yatağa uzandığında muhtemelen gizliden gözetlemiş olduğu annesinin taklidini yaparak aynı pozisyonu alıyor. Taklit o yaştaki bir genç kadın için öğrenme metodu olarak kabul görse de Lanthimos bence bu sahneyle genç kadının iradesizleşmesini, silikleşmesini ve herhangi bir şey üretemeyecek zihin yapısına sahip olduğunu gözler önüne sermiş. Sonuç olarak yaratıcı karşısında iradesi tamamen elinden alınmış olan bireyin herhangi bir konuda yaratıcılık sergileme ihtimali çok düşüktür…

Son söz; Lanthimos bu filmiyle de nirvana tadında bir sinema yaratmış. Filmde kullanılan her sahnenin, her sesin muazzam derinlikte bir anlatısı var en azından birkaç sefer izlenmeyi hak ediyor…