“Bizi sevenler için yapılacak en iyi şey, hep mutlu olmaktır.”


Fransız yazar Fournier, Kuzeyli Annem’de anlattıklarıyla çocukluğu, gençliği ve genç yetişkin anlarında farkına varsa dahi kırgın ve yorgun annesine nasıl teselli olması gerektiğini bilemeyen anları telafi eder gibi. Roman içerisinde zaman zaman bir fotoğraf albümü canlanır gözümüzde. Annesinin fotoğraflarını okuyucusuna anlatırken beyaz renkten bahsedecektir yazar. Onu masumiyetin, adaletin ve saflığın sembolü olan renk ile anlatacaktır, sık sık iyi niyeti ve saflığından bahsettiği annesi…


Marie-Thérèse. Oldukça despot bir anneye, nispeten daha ılımlı ve yardımsever bir teyzeye sahip bu kadının uzun yaşamı boyunca mutluluğu yalnızca edebiyatta ve sanatta bulabildiğini, çocuklarının ise tüm mücadelesinin sebebi olduğunu okurken, yazarın belki de çocukluğundan beri neden mizahı seçtiğini daha iyi anlıyoruz. Annesini güldürebilmek adına taklitler yaptığından bahseden Jean-Louis, seneler sonra çocuk sahibi olduğunda şöyle diyecektir; “Çocuk sahibi olmak ne demekmiş bugün anladığımı söylemek isterdim sana…”


“Küçükken ölüm ve yetim kalma korkusuyla hastalık derecesinde endişeli yaşardım… Benim için bir çocuğun başına gelebilecek en kötü şey, annesini kaybetmekti. Babası o kadar mühim değildi. Annem gecikecek olsa, mutlaka ölmüştü ve ben de ölmek isterdim.”


Babaya karşı bu kadar vurdumduymaz olmasının sebebi, alkolik olan babanın, annesini mutsuz ettiğine inanması. Annesi, babasına olan bağlılığına farkında olmadan bahane bulabilmek adına, doktorluk yaparken gelen hastaların acılarına dayanamadığından içtiğine inanacak kadar ileri gidecektir, diğer türlüsüne inanmak yaşamı çekilmez kılacaktır çünkü. Yazarın çocuk olduğu dönemde, boşanmanın uygun bulunmadığı yıllarda, günler böyle akıp gidecek, sabah normal uyanan doktor baba, geceleri bambaşka bir ruh halinde ev halkını huzursuz edecek ve gözden çıkarılmayı hak edecektir yazarın gözünde. Yazara göre; “Onlar birbirlerine ne eşlik etmek için, ne de birlikte çalmak için yaratılmışlardı.”


Gençliğinde bambaşka hayalleri olan Marie’nin dışarıdan mesafeli ve soğuk bulunan tavrının sebebi belki de alkolik olması sebebiyle yaşadıkları yerde sevilmediklerini bilmesine karşı oluşturduğu bir duruştu. Nitekim bu duruş ileriki yaşlarda daha farklı bir tutuma dönüşecek, yalnızlığının da etkisiyle insanlarla konuşmayı daha çok sevecektir. İnsanların “başlarını yaslayacakları bir omuz gibi” görecekleri Marie, yaşamında zaman zaman “sonsuz iyi Tanrı’nın neden kendisine böylesine zor bir hayatı münasip gördüğünü sormuş olmalıydı.” Yaşamında çokça zorlukla mücadele eden insanların bir başkasını anlamaktaki marifeti su götürmez bir gerçek. Marie de daha sonraları bu insanları bir mıknatıs gibi çekecektir kendisine…


“Annemi düşünüyorum, onun uzun kış gecelerini, upuzun yalnızlık yıllarını. Gençliğin dağdağası içinde böyle bir şeyin varlığı bilinmiyor, insan çok daha sonra anlıyor… Annem çoğu zaman yalnızdı. Önce yaşlı ana babasıyla. Sonra, daha sonra, evliliğinin ardından…”


147 sayfalık bu anlatı boyunca doğadan faydalanılan benzetmelerle hayat; bazen bir deniz gibi çalkantılı, sakin ya da kaba dalgalıyken bazen de fırtına şiddetinde rüzgâr uyarılı, Pas-de-Calais için değişken rüzgârlı bazen de şiddetini azaltarak seyredecektir. İnişli çıkışlı bu yolculukta geminin dümeni ise her daim yazarın annesindedir. Babanın kırklı yaşlardaki kaybına kadar beraber yaşamalarına rağmen çocukları büyüten annedir, hayatlarında “her şeyin kontrol altında olduğunun” mesajını alacakları isim de Marie-Thérèse olacaktır tüm yaşamını zorlaştıran insanlara rağmen… Kuzey Denizi’nin ise farklı bir anlamı olacaktır yazar için… Başlangıç ve son…


Edebiyata aşık ve Fransızca öğretmeni Marie, “Küçücük bir evde çok büyük hayallerle yaşıyordu.” Jean-Louis annesini tanımlarken Madam Bovary’nin Emma’sından alıntı yapar. Hayatta neredeyse hiçbir şeyin istediği gibi gitmediği Emma’dan. Sonu Emma gibi olmasa da Marie’nin de düşlerinin gerçekleşmediğini anlarız. Mutsuz bir evliliğin içinde sıkışıp kalan, sonradan aileye bir de kız çocuğunun eklenmesiyle çoğalmış gibi görünse de mutluluk anlamında hep eksilen hayatlarında, fazlasıyla inançlı annesinin baskısını her daim üzerinde hissetmesiyle, çoğunlukla maddi zorluklar içinde geçen bir hayatla başa çıkmakla geçmiştir ömrü. Tüm bunlara rağmen yıllar sonra çocuklarının ve torunlarının varlığı için şükrettiğini ve teselli bulduğunu görürüz. Anne denilince akla gelen figüre birebir uyan bir kadındır Marie tek farkı başkalarının mutluluğu için kendi mutluluğunu arka plana atmış olması.


Kendisine bahşedilen sayılı günlerde mutluluğu yakalamayan çoğu insanın inandığı gibi öteki dünyadaki mutluluğa, cennete inanmayan bu kadının, seneler süren hayali hastalıkları tüm bu olup bitenlere karşı bir tepki niteliğindedir. “Gülün dikeni batsa, tetanos olur; başı ağrısa beyninde tümör, grip olsa verem olan” , sürekli bir yerlerde ölüp kalacağına inanan Marie’nin bu davranışı kötü niyetli olmayan bir ilgi çekme adınadır aslında. Hasta olmak, keyfi olmamak, canı istememek, zaman zaman belki sorun çıkarmak, haksız olmak için neredeyse hiç hakkı olmayan kadının yaşamında bu kotayı sarhoş oluncaya dek içen ve sürekli onun adına endişe etmek zorunda kaldıkları koca +baba dolduracaktır çünkü…



“Çoğu zaman üzgün olsa da, yaradılışından ötürü değildi bu. Yaşama sevinci vardı ama yaşamak ona her zaman yaşama sevinci vermemişti. Hayatı boyunca mutluluğa düşkünlüğünü korumuştu. İnsanlığa yararlı olanlara, müzikçilerle, ressamlarla, yazarlarla, filozoflarla teselli bulmasını bilmişti.”



Babanın aksine özlemle andığı annesini, sabrından ve anlayışından dolayı büyük sevgiyle anlatan yazar, geçmişte anlayamadığı “uydurma hastalıkları” ve çocukluğundan ötürü yanında olamadığı “anların” özrü niteliğindeki sözleriyle annesini belki de hiç özgür olamaması nedeniyle denizin ve gökyüzünün birleştiği, beyaz elbiseli narin haliyle uğurluyor sonsuzluğa…