‘’Kuzgun dedi ki: Bir daha asla!’’ diyordu en ünlü şiirinde Edgar ama onun acıları için ‘’Bir daha asla!’’ söylemi hayatı boyunca anlam kazanamadı. Charles Baudelaire onun için ‘’Çağımızın en güçlü yazarı.’’ demişti ve kuşkusuz böyle anılabilmesinin sebebi yaşadığı acılardı. Yaşamı boyunca ona ilham kaynağı olan ruhu, birçok keder pınarının beslediği bir deniz gibiydi. Ruhundaki acılar ve geçmişini ruhunda

-aslında hepimiz gibi- taşıması, kalemini daima biledi ve karanlık anlatısına kaynak verirken belki de ruhundaki yaralara bir nebze merhem oldu deftere dökebildikleri.


Yaşamın sıradan görünen karanlık yüzünü, sıradan olmayan bir şekilde anlatan Edgar Allan Poe, aslında hepimizin kendimize ve çevremize verebildiğimiz yıkıcılığı ve duygusal şiddeti o kadar güzel anlattı ki belki de -Freudyan bir deyimle- içimizdeki ölüm arzusunu satırlarda görerek keyif almamıza sebep oldu. Bunu yapabilmesinin sebebi elbette içsel derinlik ve yetenek olsa bile orada yoğurduğu acı dolu yaşamıydı.


Tiyatro sanatçısı bir ailenin çocuğu olarak 1809 yılında dünyaya geldi Edgar Poe. ‘’Allan’’ soyadını alması ise babası tarafından terk edilmesi ve annesinin ölümünden sonra onu Allan ailesinin evlat edinmesiyle olmuştur. Edgar, annesini kaybettiğinde henüz iki buçuk yaşındaydı ve ilk yazdığı şiirlerin konusunun hep ölüm olmasını yadsımamız bu sebeple mümkün değildir. Onu hatırlayamayacağı yaşta kaybettiği annesi, her zaman hüzünlü bir hayalet gibi başucunda yaşamaya devam etti.

Annesini kaybetmesi, onun yüreğinde ölümle ilgili bitmek tükenmek bilmeyen bir merak, belki de ölüme karşı alınganlık veya sevgi-nefret ilişkisinin ilk tomurcuklarını doğurdu. Çocukluğunu tanımlarken ‘’kederli’’ kelimesini kullandı Edgar, aslında kimsenin çocukluğunu tanımlamak istemeyeceği bir kelimeydi bu. Daha da ötesi eğer bir insan çocukluğunu bu kelimeyle

tanımlıyorsa hiçbir zaman o kederden kurtulmamış demek oluyordu.

Koruyucu babasıyla olan ilişkisinin yansımaları ise ‘’Gammaz Yürek’’ öyküsünde önümüze bir film şeridi gibi sunulur; öldürmek istediği tekinsiz gözlü adam belki de koruyucu babası John Allan’dı. Onu her zaman izleyen bir göz metaforu kullanıyordu hikâyesinde, belki de bu metafor sevgili John Allan’ın ona vermiş olduğu rahatsızlığı anlatıyordu. Hiçbir yere ait hissedememe ve keder içinde olma hâli, Edgar’ı gençlik yıllarından itibaren alkolün

-tehlikeli miktardaki- arkadaşlığının kollarına itti. İlk kitabı Timurlenk ve Başka Şiirler’i koruyucu babasıyla kavga edip evden ayrıldıktan sona yayımlatmıştı. Bu arada da avukat olmayı istemediğine karar vererek Virginia Üniversitesini de bıraktı.

‘’Edebiyat mesleklerin en asil olanıdır.’’ diyordu Edgar. Başka bir şey yapmaya niyeti yoktu. Fakat kitabı başarıya ulaşamamıştı ve parasızdı. Ailesi ile bağlantısını kesikten kısa süre sonra çok sevdiği koruyucu annesinin de ölüm haberini aldı Edgar. Böylece öz annesinin kaybını, tekrardan başka bir anne figürü üzerinden yaşamış oldu. Tekrarlanan bir travmaydı ölüm onun için ve yakasını da bırakmaya niyeti yoktu.

‘’ ....Ölüm, o zehirli dalgalardaydı, bir mezar çukurunda....’’ diyordu Göl isimli şiirinde.

1831’de erkek kardeşini kaybetmesi, ruhunda yeni bir yara açmış ve belki de iyileşmeye yüz tutacak olanları da tekrar kanatmıştı. Editörlük yapmaya ve para kazanmaya başlaması ile birlikte yaşam koşulları maddi anlamda biraz düzeldi. Fakat onun melankolisi, karamsarlığı ve derinliği herhangi bir maddi durum ile alakalı değildi. Belki de tüm eserleri ile alışılagelmiş ‘’Gotik edebiyat’’ kalıplarına sığdırılamayan Kafka ile ortak çok fazla yönü vardı Edgar’ın. İkisinin de yabancılaşması ve karamsarlığı maddesellikten öte yerlerdeydi. Edgar Allan Poe elbette gotik edebiyatın tacını her daim başında taşısa da onun hikâyesinin ve şiirlerinin tekinsizliği, bir ruhun salt yansıması gibiydi ve deyim yerindeyse kategoriler ötesiydi hatta belki de her zaman otobiyografikti.

‘’İlham Perisi’’

Edgar, Virginia Clemm ile evlendi. Virginia, onun ilham perisiydi demek yaşanılan şeyleri güzellemek olabilir belki. Ama aslında Virginia ile yaşadığı güzel şeylerin ve ardından o büyük acının harmanlanıp ortaya çıkarttığı eşsiz ilhamla kâğıda dökülenler bundan çok daha fazlasıydı.

Katman katman ilerleyen travmalar, dost olunan aşırı alkol, ruhunun derinliklerindeki sanki doğuştanmışcasına içkin olan melankoli ve karamsarlık...

Virginia, belki de üçüncü veya halasını da sayarsak dördüncü diyebileceğimiz ‘’anne figürü’’, vereme yakalanarak hayatını kaybetti. Edgar, sanki uyandıkça devam eden bir kabusu yaşadı hayatı boyunca. Terk ediliş, yokluk, ölüm, ölüm, ölüm ve yine ölüm...

Ölüm, belki de hepimizin sonunda ulaşacağımız bir yokluk hâli olarak doğumundan beri Edgar’ın yanındaydı. Onu deneyimlemesi, kendi ölümünden önce binlerce defa ölmesine sebep oldu belki de. En büyük ilhamı ise Virginia’nın ölümü olmuştu çünkü onu kaybetmesinin ardından ‘’Kuzgun’’ isimli en çok bilinen, filmlere müziklere ilham kaynağı olan ve gotik edebiyatın sembollerinden biri hâline gelen şiirini yazdı.

Kuzgun, dizeler hâlinde anlatılan bir hikâyedir aslında. Kafiyeleri o kadar güzeldir ki okurken bundan keyif alırız. Bu tekinsiz ve kasvetli şiir, Edgar’ın katmanlar hâlinde üst üste birikmiş melankolisinin ve kederinin satırlarda can bulduğu hâlidir.

‘’ ... Gölgesini düşürüyor yere ışık, ruhum ise yerde süzülen bu gölgenin altından çıkamayacak, bir daha asla! ‘’


Edgar, Virginia’ya yazmış olduğu çok bariz olan son şiiri -ki ‘’Güzel bir kadının ölümü, hiç şüphe yok ki dünyanın en şairane şeyidir.’’ diyen bir şairdi o-

‘’Annabel Lee’’ ile sonlandırdı kariyerini. Bu şiir, aslında sevgili eşi için bir ağıttı. Gözyaşlarını şiire akıtmış gibi yazmıştı Annabel’i. Bitmek bilmeyen acıların en sonuncusu olmasıydı belki, şiir alanında en çok ilhamı vermesi. Biriktirilmiş bir acının kutlamasıydı belki de bu son şiirler.

Bir aşk hikâyesini anlattığı Annabel Lee şiirinde, şiiri Virginia’ya yazdığına ikna olduğumuz bir kısım vardır:

‘’... Bu krallıktaki bir sahilden, bir rüzgâr esiverdi buluttan, ve üşüttü benim Annabel Lee’mi, gelip aldı akrabaları onu, onsuz bıraktılar beni, mezara götürdüler gömmek için, deniz kıyısındaki...’’

Aşk hikâyesinin bir mezar ile son bulması ne kadar da kasvetli ve boğucu görünse de sadece aşk hayatı değil tüm hayatını anlatan bir melankoliyle yakalıyor bizi Edgar Allan Poe. Bu şiir ile veda

etti Virginia’ya, kim bilir kaçıncı acısıydı bu ve ne kadar dayanma gücü kalmıştı ki zaten?

1849 yılındaki ölümünün sebebi tam olarak bilinememekle beraber çeşitli kaynaklarda çeşitli sebepler gösterilmektedir. Mezar taşında: ‘’Burada Edgar Allan Poe’nun ölü bedeni yatmaktadır, sonunda mutlu bir biçimde.’’ Yazmakta olduğu ama daha sonra bunun da kırıldığı ve Edgar’ın isimsiz bir mezara alındığı söylenir.

Geriye bıraktığı onlarca hikâye, birçok şiir ve birkaç makale ile dünyadan göçüp gitti Edgar hem de görece genç bir yaştaydı. Çoğu romantik dönem İngiliz şairlerinin ‘’beyefendi’’ tavrı ile yazdığı şiirlere tam karşın olarak tezat bir kişilik sergilemekten çekinmeyen bir Amerikan yazar olarak kazındı akıllara. Tavrı, oldukça cesurdu. Frankenstein’ın yazarı Mary Shelley kadar cesurdu. İnsanların -psikanalizin gelişiminden sonra yorumlanan ama o vakitlere kadar da aslında içkin olarak bilinen- ölüm dürtüsünü, aslında ölümden kaçmak istercesine yazsa bile ortaya koyabilme cesaretini gösterdi. Ölümle yoğurulan hayatında, ölümden kaçarcasına yazdıklarının aslında travmalarını tekrar etmesine sebep olduğunu o da biliyordu... Ama karşı koyulamayacak kadar içsel bir melankoliydi bu.

Başta kendi annesi olmak üzere yitirdiği anne figürleri ve onun için daima kayıp bir idea olan ‘’sevgi’’ , tüm yazarlık hayatında dizinin dibinde durdu aslında. Kimi ruhlar şiddet yanlılığını ve yaptığı kötülüklerini maskelemek adına travmalarını kullanırken kimi ruhlar yaşadıkları ile yoğrulup kayıplarını ve acılarını dışa vuracakları yollar ararlar. Kayıp -birden çok- anne figürü, içi boş kalmış baba figürleri, yenilenen travmalar ve kompleksler, Edgar’ın ilham kaynağı olmakla kalmayıp terapi olmuş bile olabilir. Hayatı boyunca yas ve melankoli, belki de şimdi teşhis edilse depresyon olarak adlandırılabilecek duygu durumuyla yaşamış sanatçıların böylesine güzel başyapıtlar verdiğini görmemiz; belki de bize, acı olmayan veya zihin rahatlığı olan yerden sanatın biraz daha uzak oluğunu gösteriyordur tekrar tekrar.