Evvel zaman içinde bir küçük peri kızı vardı. Bu peri kızı bir bülbül yuvasında gözlerini açtı, bir anne bülbül tarafından yetiştirildi. Küçük, mavi bülbül kardeşleri ile yıllarca iç içe yaşadı, onlar gibi şakımaya başladı. Bir gün anne bülbül yavrularına uçmayı ve kendi başlarına yiyecek bulmayı öğretmek için yuvalarından çıkardı. Peri kızının kanatları minik parlak beyaz transparan bir renkti. Kardeşlerininki gibi tüyleri yoktu onun, ince ışıldayan, estetik damarları vardı sadece. Kardeşleri uçmaya cesaret edemezken o yuvada oturduğu yerde kanat çırpıp havalanır, kardeşlerine gösteriş yapardı. Bülbül kardeşler ise hem imrenir hem hayranlık duyardı peri kızına. Farklı olduğunu bilirler ama onu dışlamazlardı.
Günlerden bir gün kardeşlerine uçmalarında yardımcı olup kendisi de eğlenirken küçük kardeşi arkada kaldı. Onu güvende tutmak ister gibi yavaşladı peri kızı da. Bir anda bir rüzgar esti ve yavru bülbül sarmaşıkların arasına savruldu. Kanatlarına dolanan sarmaşıklardan hareket edemiyordu. Peri kızı yanına uçtu hemen, minik güzel elleri ile dolanan sarmaşıkları bir bir ayırmaya çalıştı. Tam kurtarayım derken ikinci sert bir rüzgar esti, bu kez de peri kızı sarmaşıkların arasına savruldu. Bir anda karşısında bir çift kırmızı göz belirdi. Siyah heybetli bir kuzgundu bu. Gözlerini diktiği peri kızından bir an olsun bile ayırmıyordu, böylesine güzel bir varlığı daha önce hiç görmediğinden hem vahşice hem de merakla onu izliyordu. Peri kızının yavaşça kıpırdadığını ve kaçmaya çalıştığını hissedince hemen onu güçlü gagası ile yakalayıp büyük ve geniş kanatları ile kardeşlerinden çok ama çok uzaklara götürdü. Ara ara attığı gizli bakışları haricinde başka hiçbir ifade göstermeden kendi yuvasına uçtu. Peri kızı daha önce hiç bu kadar büyük bir ağaç görmemişti, karanlıklar içerisinde tüm heybetiyle ormanın derinliklerinde sanki tüm dünyaya uzanabilirmiş gibi görünen kökleri ve dalları ile peri kızını kendine hayran bırakan çok ama çok yaşlı bir ağaçtı bu. Ağacın gövdesinde kendiliğinden oluşmuş bir oyuntunun içine bıraktı peri kızını. Bu yeni yere alışmaya çalışan küçük peri karanlığın içinde zar zor yeri yokladı. Kuru ve sert oyuğun içinde yumuşak yapraklardan oluşan bir yüzey vardı. Peri kızı sırtını yumuşak yeşil yüzeye yasladığında korkudan sırt kaslarının ne kadar gerildiğini anladı. Kuzgun ona sırtını dönmüş, oyuğun girişi ve peri arasında tampon olmuştu. Peri kızının kaçacağını düşünüyordu ona bakmasa bile tüm duyuları ile onu takip ediyordu. Kuzgunun omuzlarındaki gerginlikten onu tutmak konusunda ne kadar kararlı olduğunu anlayan peri kızı sessizliğini koruyordu, en sonunda yorgunluğuna dayanamayıp uyuyakaldı.
Uyuyarak kuzgun için ne kadar büyük bir iyilik yaptığını bilmiyordu o sıralar. Başını omuzlarını üzerinden çevirip periyi izleyen kuzgun çok büyük bir belanın içine girdiğini biliyor fakat onu gördüğü ilk andan beri o belaya bile isteye uçuyordu. Bu nadide güzellik kızıl uzun saçları ve beyaz teniyle olduğu yeri sanki güneş gibi aydınlatıyordu. Kuzgun şimdiden onun yokluğunun küçücük oyukta ne kadar büyük bir boşluğa sebep olabileceğini düşünüyor, bunu düşündükçe tüyleri ürperiyor, içi üşüyordu. Daha önce karşılaşmadığı bu hislere o kadar büyük bir yabancılık çekiyordu ki, sordu birden kendine: "Aşk dedikleri hastalık, sevgi denen şey bu muydu?” Eğer öyleyse bir an evvel kendini korumaya almalı, hislerini bir sandığın içine hapseder gibi hapsedip ona binbir maskenin ardından bakmalıydı. Eğer kalbini ona açarsa güzel peri her güzel şeyin yaptığı gibi bilerek veya bilmeyerek onu paramparça ederdi. Çok korkuyordu bu yabancı histen ama korku faktörü karşısında mışıl mışıl tüm kaygısızlığı ile uyuyordu.
İşte şimdiden ormanın en vahşi ve acımasız varlığını çok da öteleyemeyeceği bir yol ayrımı bekliyordu.