Sonbaharın ansızın esen rüzgarlarının ortasından geçecek kadar cüretkâr bir adam tanıdım. Düşünceleriyle arşa çıkan bu adam, bir anda düşmüştü yerin dibine. Nedenselliğini soranlar oldu. Bilmiyorum, dedim soranlara. Ve sorulanların aleyhte olması, bu adam için gitgide büyüdü, kendini asacak kadar. Kış aylarının şarapçısı, sonbaharın cüretkâr adamını gözlerimin önünde iki eli bağlı şekilde buldum. Cübbesi üstünde, semayla beraberdi. Kararsız atılımlarının cezasını böyle ödedi, dedim içimden. Ben ölmemiştim ya, artık kim ölürse ölsündü. Ceplerimi bilinçsizce karıştıran bu adam, düşüncesel bütün atılımları denemişti. Tanrı’ya inandı, yaşadı, sevişti ve uyuması gerektiğinde de uyudu. Şimdi yokluğunu duyuyorsunuz. İnsanı sağır edebilir, diyor acı.

-Acı, insanı sağır edebilir.


Küllerinden bir tutamını vazoma koyuyorum. İlk senelerde vazoya bakınca onu görürdüm. Şimdileri yasemin aldım, onları görüyorum. Ve mor rengini ne tarafa yakıştırsam bu yaseminler içimde büyüyor. Yaseminleri neden içimde büyüttüğümü düşünüyorum. Onu neden içimde büyüttüğümü düşünüyorum. Ceplerimi karıştırırken yakalıyorum onu. Hişşşt, diyorum, yakaladım seni. Ceplerimde, bozukluklarımın arasında ölümünü şıngırdatan bir adam düşünün. Efendim, diyor. Ben ölüme bu derece kayıtsız olanı ilk defa görüyorum. Ve uyumadığım gecelerin bütün şafaklarında bu soruyu düşünüyorum: Ben de bu derece kayıtsız mıyım ölüme?