Anlatmak için bir şeyleri bilmeye ihtiyaç duyduğumuz kadar bilmemeye de ihtiyaç duyarız. Nasıl oluyor bu diyecek olursanız şöyle açıklamaya gayret edelim. Öğrenmeye devam etmeyen bir insanın öğretmede pek başarılı olamayacağı malumdur, çünkü her daim değişen sistem sürekli öğrenilecek ve öğretilecek şeyleri gerisinde bırakır. Bu değişime ayak uyduramayan öğretici eksik kalır. Bütün hayatımız boyunca değişime ayak uydurmaya çalışırız, değişmek istemez ama sürekli değişiriz. İnsan değişmemek için değişen bir canlıdır. Bireysel olarak ne kadar değişmemek çabası içinde oluyorsak olalım toplum olarak da bir o kadar değişme çabası içinde olmamız dikkat çekicidir. Burada bir dilemma var gibi görülebilir fakat doygunluk hissi ile yaşayan insanlar muhafaza isterken hüsrana uğramış insanlar değişim ister. Bir trenin vagonlarına benzetirsek yaşamı, vagondakiler bir ön vagona geçmek için değişim ister ama geriye düşmemek için de değişmekten geri durmaya çalışır.  

       

Dolayısıyla bilmiyorum demek gerekir ki öğrenilsin. İnsan çoğu zaman varlığını ispat etmek için bildiği şeyler ile kendini var etmeye çalışır, kendini kanıtlama ihtiyacı olgunluk düzeyine varıncaya kadar ya sükûnet (sakinlik ve kendini bilme hali) ya da takdir ve tebrik beklentisi (ben de buradayım, görün beni de söylemi) içerisinde geçip gider… Eskiler “La edri nısfu’l-ilm” -Bilmiyorum (diyebilmek) ilmin yarısıdır- derlermiş. Tevazu ile yarısına erişmek dururken biz hep küçük olsun da benim olsun mantığı ile hep bildiğimizi sandığımız “biliyorum” kelimesinin ardına sığınan ürkek bir aslan edasına bürünmekten geri durmayız. 

        

Felsefi olarak birçok düşünürün bilmediğimi biliyorum demesi, alimlerimizin ben biliyorum demekten defaatle sakınması bundan ileri gelir. Elbette bu bilmiyorum lafzı karşı tarafın övgüsünü kazanmak yahut nefsini tatmin etmek için yapılıyor olabilir onlara da şöyle diyebiliriz. "Bila-hacet tevazu/tezellül içten içe tekebbür ihtiva eder." (Gereksiz yere -gösteriş olsun diye- tevazu göstermek gerisinde bir kibir barındırır.)

             

İnsan alışması ve unutması ile kaim olan bir canlıdır. Alışır, öğrenmeye alışır, unutmaya alışır, söylemeye alışır, susmaya alışır, kazanmaya alışır, kaybetmeye alışır sanki sürekli aynı şekilde yaşayacak gibi alışkanlıklarına güvenerek belli bir minvalde yaşamını sürdürür. Düşünelim, yarınımızın garantisi yok diyebiliyoruz ama yarına garanti gözüyle bakarak yaşıyoruz, bu alışkanlığa örnektir. Evet, eğer böyle olmasaydı insan alışmasaydı, alışamasaydı o zaman da problem üzerine problem olurdu elbet, kaygılarından uyuyamaz, yiyemez, konuşamaz vs. hale gelebilirdi.

            

Bir diğeri unutmak; unutur, iyiliği unutur, insanı unutur, öğrendiğini unutur, kaybettiğini unutur, insanın unutması ona bir denge bir düzen sağlar. Unutmak bir nevi alışmak gibidir, az kullandığınız, az zaman geçirdiğiniz, üzerine az düşündüğünüz birçok şeyi unutursunuz. Hemhal olduğunuz şeyler aklınızda yer eder, farklı açılardan bakıp görebilme fırsatı elde edersiniz ve daha iyi anlayıp kavrama imkânı bulursunuz. Nitekim gün içerisinde o kadar çok gereksiz şeye maruz kalıyoruz ve onu istemeden dahi olsa öğreniyoruz ki eğer unutmasaydık işte o zaman bize yük olurdu, hemhal olduğumuz şeylerle meşguliyet kurmak mümküniyeti tehlikeye girerdi.

             

Hayatımızdaki aksaklıklar ve eksiklikler bazen fazlalıklar bizim bilmeyişimizin tezahürüdür. Bir önceki yazıdaki üçleme dönecek olursak zikir, fikir ve fehim şarttır. Bilmemek cehaletin sembolü değil, bilakis bilmeye, öğrenmeye açılan en büyük kapıdır, bazen bilmemek, ona sığınmak ondan emin olmak bir erdemdir.

             

Her yazının bir muğlaklığının olması hem yazanın hep de okuyucunun bir şeyler bilmediğinin göstergesidir, gösterilmeli ve görülmelidir. İnsanın kendini bilmesi, eksikliğinin farkında olması gerekir. Kendini bilmek, bilmediğini bilmek demektir; kendini bilmemek, bilmediğini bilmemektir. Cehalet kendini bilmemekten ötürüdür, nitekim şairin dediği gibi "ilim kendin bilmektir".

             

Bilmek yerine göre insanı belirli bir yere kıstırırken bilmemek bazen özgürlük kazandırır. Nitekim bilmek, bir bilinmeyen varsayılması halinde mümkün olur. Sonuç olarak bilmemek de kademeli bir mefhumdur. En kötüsü kendini bilmemek, en iyisi ise haddinden gayrısını bilmemektir.