Gecenin karanlığı yeryüzünü örttü. Gizlemek istercesine günahkârların tüm kirlerini. Her yanı kapladı. Ama yıldızları da vardı. Onları hediye etti kalbi acıyanlara. Umutlarını kaybetmemeleri için. Ama Lamia’ya yetmedi bu armağan. Onun kalbi acımaktan bile yorulmuştu. Çok fazla kanamıştı. Artık umut yoktu içinde. Bir şeyler kırılmış, bir şeyler sönmüş ve bir şeyler ölmüştü yüreğinde. Gözlerinden akan yaşı silerken hissetti, bunların akıttığı son inci taneleri olduğunu. Haklı da çıktı. O günden sonra, bir daha ağlamadı. Ne güldü ne şaşırdı ne korktu ne de ağladı. Kayboldu. Kimse anlamadı. Yorulmaktan yoruldu. Kimse anlamadı. Öldü. Kimse anlamadı. İyi bir yalancıydı belki de. Ya da harika bir oyuncu. Kim bilir? Belki de sadece... Gitmişti. Ama hiç kimse umursamadı. “Evlen!” dedi biri. “Neden çalışmıyorsun?” dedi öteki. “Kilo mu aldın sen?” dedi beriki. “İyice bıraktın her şeyi. Biraz topla kendini!” dedi diğeri. Dediler, dediler ve dediler. Bitmek bilmedi bu densizlikler. Ama Lamia önemsemedi. İlk defa hissizliğine şükretti. Yoksa bu insanların içinde hepten kafayı yerdi. Belki de çoktan kaybetmişti aklını. Durdu, döndü ve aynaya baktı. Donuk gözlere, kısa saçlara, çatlamış dudaklara, ben dediği yabancıya... Yakının aslında ne kadar da uzak olduğunu o an anladı. Ruhu, içine hapsolduğu bu bedene son derece uzaktı. Bu tezat karşısında kahkahayı basardı muhtemelen. Eğer unutmasaydı gülmeyi. Soyundu. Duşa girdi. Ayakta duracak gücü bulamadı kendinde. Mermer zemine külçe gibi yığıldı. Su aktı saatlerce. O, oturdu. Kolları iki yana açık, kafası önde, gözleri kapalı, öylece oturdu. Kaç saat sonra bilinmez, kendine geldi. Kalktı, havluyu vücuduna rastgele sardı. Zar zor odasına sürükledi kendini. Giyinmeye üşendi, öylece yattı. Uyudu, uyudu, günlerce uyudu. “Uyuyunca geçer,” derdi annesi, Lamia küçükken. Ama geçmedi. Hiçbir şey geçmedi. Yine de uyanmak istemedi. Kapı çalmasa asla kalkmazdı yattığı yerden. Gitti. Kapıyı açtı. Yalnızlıktı gelen. Tek dostunu kucakladı. Dikenliydi yalnızlığın kolları. Acıtıyordu. Ama yine de sıcaktı. Omzuna dayadı başını. Ekşimiş küf kokusu burnunu yaktı. Olsun, diye geçirdi içinden. Geri çekilmedi. Yalnızlık onu bırakana kadar öylece duracaktı. Ve biliyordu ki... Yalnızlık, onu hiç bırakmayacaktı. Çünkü yalnızlık, ona, kendinden daha yakındı. Sonra arsızca güneş doğdu. Yıldızlar kaçıştı. Gecenin örtüsünü tekmeleyerek açtı gökyüzü. Kuşlar cıvıldadı. Doğa ana uyandı, yavaşça gerindi. Sıcacık, iç ısıtan bir bahar günüydü. Ama tabiatın bu coşkusu, fazla uzun sürmedi. Lamia biliyordu. Mart ayına güvenilmezdi. Gri, asık suratlı bulutlar birbirini itip kakarak doluştular sahneye. Önce yağmur askerler intihar etti. Sonra huysuz şimşek korosu başladı uğursuz şarkısına. Gökyüzü üşüdü, koyu renk paltosuna sımsıkı sarındı. Lamia başını kaldırdı. Biliyordu, gelmeyecekti gökkuşağı. Siyah dışındaki tüm renkler ona küsmüştü. Sisin içinde giderek kaybolan evleri izledi. Sihirli evler. Öylece yok olabilen. Onlara imrendi. Olduğu yerde büzüldükçe büzüldü. Ve Lamia, bu evler gibi silinip gitmeyi diledi sessizce. Ama gökyüzü dileğini duymadı. Karanlığın tiz çığlığı, onun cılız sesini çoktan bastırmıştı. O da… Sustu. İçindeki son titrek ışık da tıslayarak söndü. Ve kesif siyahlık her şeyi yuttu. Son bir kez daha.