Leo Tolstoy'un anarşist olduğu söylendiğinde bilmeyen insanlar için pek şaşırtıcı olabilir. Ama aslında Tolstoy'un sevdiğimiz yanları anarşist düşünceye kaymasından sonra başladı. Romanlarında gördüğümüz o etkileyici ahlakın temeli anarşist düşüncelerinden sonra atıldı ve kendisi de bunu uygulamaya çalıştı -ama bu ahlakı yaşatma konusunda hiç başarılı olamadı-. Tolstoy'un anarşizmi, bildiğimiz bir anarşizm veya son yazımda ele aldığım ana anarşizm akımları gibi değildir. Onun anarşizmine daha çok "manevi anarşizm" veya "hıristiyan anarşizmi" deniyor. Peki Tolstoy bu ruha nasıl sahip oldu, ne tür maceralar yaşadı ve diğer anarşistlere kıyasla ilkelerine hayatının sonuna kadar bağlı ve tutarlı kaldı? Tolstoy her zaman bir romancıdan fazlasıydı. Kendisi "Orduda olamadım ama edebiyatta general oldum" derken, daha sonraki zamanlarda "Yaptın da, ünlü oldun da ne işe yarayacak, ne önemi var?" diyen ve sözlerinde hep sevgi ve samimiyet barındıran biriydi. O halde bu pek de güzel durmayan girişimizden sonra yazımıza girelim, Tolstoy hakkında en önemli şeylerin belirli kısmını öğrenelim. Bunu yaparken tamamen akıcı bir dil kullanacağımdan, soyut bir yazı, havada uçan bir yazı olmayacağından okur gayet emin olsun.


Tolstoy, 1828'de soylu bir ailenin 3. çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Kont Nikolay, 1812 seferine katılmış ve Napolyon'a karşı savaşmıştı. Babasının Tolstoy üzerinde küçük ama mühim bir etkisi olduğu hususu doğrudur. Ama Tolstoy küçük yaşta yetim kalmıştır. 2 yaşında annesini, 9 yaşında ise babasını kaybetti. Babası ona hizmetlilere, kendinden aşağı olanlara iyi niyetli ve sevgi dolu yaklaşmasını, onları küçük görmemesi gerektiğini öğütledi -babası hizmetkarları asla dövmezdi, bu o zamanlar için önemli bir şeydir. İşte tam burası Tolstoy'un "evrensel sevgi" anlayışının ilk adımıydı. Tolstoy bu sevgiye ömrünün sonuna dek bağlı kaldı. Yetim kaldıktan sonra zenginlik meraklısı ama dindar ve yaşlı teyzesi tarafından büyütüldü.


Tolstoy düşüncelerini etkilemeyecek bir dünyada hiç yaşamadı. Bu açıdan şanslıydı. Bunun en önemli örneği ise abisi ile oynadığı ve en sevdiği oyun olduğunu söylediği gizemli ve etkileyici bir oyundu. Bu oyunu ağabeyi keşfetti. Ağabey Nikolay, yakınlarda bir yerde, ormanın içinde bir dal keşfettiğini söylüyordu Tolstoy'a, yemyeşil bir dal. Bu dalın üzerinde ise gizemli bir yazı olduğunu söylüyordu. İşte bu yazı okunduğunda insanlık bir daha hiç acı çekmeyecek imiş. Artık herkesin karnı tok olacak, mutlu olacak, sevgi dolu yaşayacakmış. Hatta bir daha hiçbir şekilde savaş olmayacak, hastalıklar dahi son bulacakmış. Böyle bir dalında, düşünde dünyamızda henüz var olmaması hüzün vericidir. Ama Tolstoy bunu hayatında ilke olarak belirlemeyi seçti. Her zaman gizemli bir doğrunun var olduğuna ve onun gerçekleşeceğine inandığını söyledi. Ben kendi payıma bunun önemsiz bir düş olduğuna inanıyorum. Olaylara gerçekçi bir şekilde yaklaşmıyorsak eğer; insanlığın daha iyi bir halde olduğunu sadece ama sadece umut etmekle yetineceğiz. Bu düş ve buna benzer Pollyanna felsefeleri insanları pasif olmaya götürür. Oysa yapmamız gereken çalışmak ve kötüye karşı savaşmak. İşte tüm hayallerin gerçekliği burada yatıyor!


Tolstoy 1854'te Kırım Savaşı'nda yer aldı. Ona batarya komutanlığı görevi verildi. Tolstoy burada savaşın nasıl vahşi bir şey olduğunu gördü, 1856'da ordudan ayrıldı. Ve savaş ve öldürme karşıtlığı ilkesine sonuna dek bağlı kaldı. Daha sonra gençleri askere gitmemeye teşvik etmeyi görev edinmişti. 27 yaşında farklı bir din anlayışı istiyordu. Mistisizmden arındırılmış, akılcı ve başka bir cennette değil burada sevgi aşılayan bir din. Olgun döneminde böyle bir Hıristiyanlık anlayışı geliştirdi, ama bu çok hoşa kaçmadı ve kilise tarafından aforoz edildi. Halk ise Tolstoy'un yanında yer aldı, onu bir peygamber gibi gördü. 1857'de Paris'te bir idam sahnesine tanık oldu. Bu hayatının en üzücü anlarından biriydi ve idam karşıtı biri olmak bir yana, anarşizmi benimsemeye de bu olaydan sonra başladı. Bir arkadaşına yazdığı mektupta şunlar yazıyordu:


Devletin kendi yurttaşlarını sadece sömürmek için değil, daha önemlisi yozlaştırmak için tasarlanmış bir fesat olduğu doğrudur... Bağlayıcı olmayan, ancak insanları uyumlu bir geleceğe yönelten ve vaatte bulunan ahlaki yasaları, ahlak ve din yasalarını anlıyorum ve daima mutluluk yaratan sanat yasalarını anlamlı buluyorum; fakat siyasetin yasaları bana öylesine dehşet verici geliyor ki, onlarda ne iyi ne de kötü hiçbir şey göremiyorum... bugünden itibaren bir daha asla böyle şeyleri seyretmeye gitmeyeceğim ve asla herhangi bir hükümete hizmet etmeyeceğim.


Sistem karşıtlığını belirtmişken Tolstoy'un sosyalizm hakkındaki görüşünü kısaca özetleyelim. Onun savaş karşıtı, sevgi yanlısı ve öldürmeye eleştirel yaklaştığını görüyorduk. O aslında sosyalistlere saygı duyar. Son ve en önemli romanı Diriliş kitabının sonunda onlara karşı tavrını gösterir. Onların fikrine katılmadığını, ama eşitlik için, dava için ölmeye razı olmalarına hayran kaldığını belirtir. Ama sosyalizme sıcak bakmaz. Çünkü kim yönetirse yönetsin o kötü olacaktır, o yozlaşacaktır. Hükmetmek daima kötü bir şey olacaktır. Ona göre sosyalistler elbette tamamen iyi niyetle hırsız, gaddar ve iğrenç olan bu hükümeti devirecektir. Ama kendileri yönetecektir ve bu her şeyi eski haline getirecektir. İşte Tolstoy böyle düşünür. Bu eleştiriye bundan önceki iki yazımda da yer verdim. İkinci yazım buna karşı çıkıyor, ilki ise destekliyordu.


Tolstoy her geçen saniye daha evrensel sevgi anlayışına yaklaşıyordu. Bu onun ulusalcılıktan, yurtseverlikten nefret etmesine neden oluyordu. Bunlar hem sevgiyi dışlıyor hem de bu gaddar, savaş yanlısı ve kansız sistemin çıkarlarına işliyordu. Tolstoy böyle düşünmekle kalmaz ve şunları söyler: "Ulusallık özgürlüğün yegane engelidir." Tolstoy hükümetten hayatının sonuna kadar nefret etti. Pek çok anarşist bu konuda gel git yaşarken o tutarlıydı. Hayran kaldığı ve çok etkilendiği Proudhon'nun (Proudhon bile bu kadar sadık değildi, en çok paradoks içeren düşünürdür) şu ifadesine sonuna kadar inandı: "Bütün hükümetler eşit derece de iyi ve kötüdür. En ideali anarşi."


1859'da köylü çocukları için okul açtı. Ne öğreteceği hakkında bir fikri yoktu. Ne kadar istese bile kendisi de din ve ahlak görüşlerinde henüz olgunlaşmamıştı. Yine de üç dört yıl bununla meşgul oldu. Ve yeni bir karara vardı: eğitimde özgürlük! Çocukların hangi şekilde yol alacağını kendileri belirlemelerini, özgürce öğrenmelerini uygun buluyor; bu konuda son kararın bu küçük çocukların vermesini uygun buluyordu. Okula kaydolmak ve çıkmak tamamen serbest olması gerektiğini düşünüyordu. Zor daima insanın ruhuna kötü geleceğine, aslında insanın kötü olmasının hep bu tür otoritelerden kaynaklı olduğunu düşünüyordu. Ama bir konuda fikri vardı. Çocuklara sevgi aşılamalıyız. Onları ayrımcılıktan uzak tutup evrensel bir sevgi anlayışı ile büyütmeliyiz. Her insanın kardeş olduğunu göstermeliyiz. Bu son nokta onun fikrinden çok dini anlayışın sonucudur.


Tolstoy sadece özgürlük aşığı değildi, ahlaka sımsıkı bağlıydı. Ruhsal çözümlemeleri ile tensel zevkleri arasında hep sıkışıp kaldı. Bunu romanlarına da yansıttı. Zaman zaman fahişelerle sevişti hatta ilişki kurdu. Kendi mülkünde çalışan evli bir kadınla dahi yattı. Sonra başkasıyla evlendi ve 13 çocuğu oldu (sekse ne kadar da bağımlı). Ama bunca şeye rağmen kadınlar hakkında iyi görüşlere sahip değildi. Proudhon ile aynı düşünüyordu:


Her kadın, ne giyerse giysin, kendine ne derse desin, ne kadar incelikli olursa olsun, cinsel ilişkiden kaçınmaksızın çocuk doğurmaktan kaçınıyorsa eğer; bir orospudur. Ve bir kadın ne kadar düşmüş olursa olsun, bilinçli olarak kendini çocuk bakımına adıyorsa, hayatta en iyi ve en yüksek hizmeti vermiş, Tanrı'nın emrini yerine getirmiş olur ve onun üzerinde yer alacak kimse yoktur.


Yine de hiç çekinmeden kadınları erkekleri daima baştan çıkarıcı tehlikeli yaratıklar olarak görüyordu. Tolstoy'un bunları söylemesi utanç vericidir. Kendi cinsel bağımlılığının farkında iken ve bundan acı duyuyorken; özeleştiri yapmaksızın bunları demesi saçmadır. Evet, bu günahından dolayı hep mutsuzdu. Ama çektiği acı bunları söylemesini gerektirmez, aksine anlayış ve empati gerektirir. Bir erkeğin günaha düşmesi gibi kadın da düşebilir, Tolstoy bunu düşünebilecek biridir. Ayrıca o çağda yaşaması bunları değiştirmiyor. 18. yüzyıldan itibaren kadın görüşleri arasında ayrılmalar daha da derinleşmişti. Kadınları kimisi eşit görmeye tek farkın eğitim olduğuna, eğitim ile onlarında erkeklerin seviyesinde olacağına inanlar başlamıştı. 19. yüzyıldan ise bu popüler bir düşünce oldu. Ve Kadınlık Sorunu denilen bir direniş başladı. Rusya'da dahi etkisini gösterdi ve yayıldı. Yani Tolstoy bu tür şeylerden haberdardı. Yine de bu küçümseyici bakış açısına sadık kaldı. Bu konuda Proudhon'dan tek farkı kadınlarında eğitim görmesini onaylamasıydı. Küçük görmekten ziyade kısıtlıyordu. Ama Tolstoy özgürlük aşığıydı ve kadınları bu konuda bundan mahrum bırakmak istemedi. Proudhon ise onların hayvan ile insan arasında evrimsel bir ara-form olduğunu düşünüyordu. Bu açıdan az da olsa Tolstoy'a hakkını teslim etmek gerekir. Yine de bunların kadın düşmanlığını hafifletmez.


Tolstoy'un özgürlük arzusu tarih anlayışına da yansır. Marx'a yakındır ama onun "kaçınılmazlık" fikrine yaklaşmaz. Satranç gibi değildir ona göre tarih. Daha çok birbiri ardına gelen rastgele olayların rastgele sonucundan doğan pek çok koşulun sonucudur. Bu felsefesini esas olarak Savaş Ve Barış romanında ortaya koyar. Her şeyin zoraki olduğuna inansaydı, tarih felsefesinde determinizmden ibaret olurdu. Ama rastlantısallık fikri ile Tolstoy, özgürlüğe de pay bırakır. Bu romana yakın zamanlarda Tolstoy, bir subayı vurmakla suçlanan eri mahkeme karşısında (mahkemeye karşı olmasının sonucudur, o suçlamanın ve hapse atmanın insanı düzelteceğini sanmaz; aksine onu iğrenç bir insan yapacağını düşünür, bu anarşist felsefenin ahlakını barındırır) savundu. Ama bir işe yaramadı ve idam edildi. Yıl 1908 olduğunda ise Sessiz Kalamam adlı broşüründe idam cezasına karşı çıktığını belirtti, suçlama yazdı.


Tolstoy olgunlaştıkça Ortodoks olmayan bir Hıristiyanlık anlayışı geliştirdi. Bu anlayış oldukça farklıydı. İsa, tanrısal değildi, Tanrı'nın oğlu da değildi. O Tanrı'nın gönderdiği bir ahlak öğretmeniydi. Ayrıca ölümsüzlüğü de dışladı. Ölümden sonra hayatı reddetti. Ve her şeyi dünyaya indiren seküler bir din anlayışı ortaya koydu. Adalet burada sağlanmalıydı ve hıristiyan çileci bir ahlaktan sıyrılmalı, yeryüzünde sevgiyi hakim kılarak yaşamalıydı. Tanrı'da bizi yargılayan bir hükümdar değildir: "Tanrı kendimizi bir parçası olarak gördüğümüz bir bütündür: Bir maddeci için madde; bir bireyci için sınırsız bir insan; bir idealist için, kendi İdeali, Aşkı." Sevgi ile de akıl arasında ayrımı reddetti. Aklın sevecen olmasını, yürek ile birlikte yürümesini istedi. Bu görüşleri kiliseden aforoz edilmesine neden oldu. Halk ise onu daha da çok sevdi. İncil'den 5 emir çıkardı: 1- Öfkelenme, barışı iste, 2- Cinsel hazlarla sarhoş olma, 3- Vaatte bulunma, 4- Kötülüğe direnme, öfkeyle yargılama, mahkemeye başvurma, 5- Ulus ayrımı yapmadan herkesi sev. 1881'de Çar'a mektup yazdı. Tanrı'nın yasasının ondan üstün olduğunu hatırlattı. Katilleri bağışlamasını istedi. Elbette hoş karşılanmadı. Eserleri yasaklandı. Sonraki zamanlarda kanlı sporlara karşı çıktı ve vejetaryen oldu. Sevgi ahlakını hayvanlara kadar genişletti.


Tolstoy, özgürlük kadar eşitliği de savundu. Özel mülkiyet istemiyordu. Hatta birçok suçun başlatıcısı ve nedeni olarak bunu görüyordu. Hükümet ise bunun en büyük destekçisi idi. O daima kanunları kendi çıkarlarına göre diziyordu (Marx bunu egemen sınıfların yaptığını söyler, hatta devleti bile ele geçirirler, ne var ki Tolstoy buna katılacak kadar derinden bakamaz). Hükümet daima fakir halkı daha fakir bırakıyor ve eziyor, kendi çıkarına göre düzen inşa ediyor, mülk sahiplerini daha da güçlü kılıyordu. Bu arada zengin kişiliklerin sahtekarlığı hakkında şunları söylüyordu:


Hepimiz kardeşiz, ama her sabah bir erkek ya da bir kız kardeşim banyo küvetimi hazırlıyor. Hepimiz kardeşiz, ama her sabah, eşitlerim, benim erkek ve kız kardeşlerim tarafından sağlıkları pahasına üretilen bir sigaraya, biraz şekere, bir aynaya ve başka nesnelere ihtiyaç duyuyorum; bu nesneleri kullanıyor, talep ediyorum... Hepimiz kardeşiz, ancak eğitim, tıp ve edebi eserlerimi yoksullara ancak para karşılığında veriyorum.


İşte hakikat!


Tolstoy sanatı sanat için yapmadı, onu ahlakın bir uzantısı olarak gördü. Bu konuda ona bazı eleştiriler yapılmıştır. Bu eleştirilerin hepsi hem yersiz hem de yüzeysel bakış açısından doğmuştur. (Sanat Nedir?)


Yinede Tolstoy bu fikirlere rağmen direnmeme, bunlar için savaşmama (Gandhi'yi bu konuda kısmen etkiledi ama Gandhi savaşmasa, direnmese bile büyük bir kitle ayaklanmasından yanaydı) konusunda kararlıydı. Bu konuda tozpembe yaşamaktan kendini alamadı. Thoreau'nun sivil itaatsizlik denemesini okuduğunda ise içi sevinçle doldu. Onun için Gerçek Hıristiyanlık devrimci idi, ama yumruk yerdi, yumruk atmazdı. Özgürlük ve onun uğruna yazdığı onca fikre karşılık Tolstoy her zaman bir otoriteyi istedi ve diledi: Tanrı. O'nun ve O'nun sevgisinin her yerde hakim olmasını istedi. Ve insanlığın bir gün gelip akıllanacağını, (delirmek daha çok lazımdır şu an bize) kendilerini fakir ve güçsüz bırakanların kimler olduğunu anlayacağını söylüyordu. O gün gelince ise artık dünya değişecekti. İnsanlar bu hayatı artık düzene sokabilecekti. Bu onun için sadece bir umuttu. Nasıl olacağına dair hiçbir fikri yoktu, hiçbir zamanda sunamadı. Yine de bir tren yolculuğunda ölene dek, belki o zaman dahil, yeşil bir dalın üzerindeki insanlığı sevgiye ve mutluluğa götürecek gizemli yazıyı daima aradı. O yazının bulunacağı ya da bunun gerek bile kalmayacağı eşit bir dünya dileğiyle...