Leyla, birbirini bıkmadan usanmadan tekrar eden soluk renkli sabahlardan birine daha uyandı. Gözlerini açtığında ne vakittir aynı tavana umutsuzca baktığını dahi fark etmedi. Aynı aynaya, aynı pijamayla, aynı boş gözlerle kaç sabahtır baktığını düşünmüyor, görmüyor, duymuyordu. Sıcak su hazırlamak için su ısıtıcısının düğmesine bastı. Her seferinde ilkinde değil de ikincisinde çalışıyordu. Duraklamadan ikinci kez bastı düğmeye. Odasına gittiğinde işe gitmek için giyinmeye koyuldu. Son bir yıldır hiç giymiyor, sadece alıyordu. Dolabında duran onlarca etiketi üzerinde kıyafete baktı. Aralarından lise yıllarında kendisinin ördüğü zeytin yeşili merserize trikosunu çekip aldı. Bu renk ona huzur veriyordu. Taş rengi keten pantolonunu zor da olsa buldu ve giydi. Sabah ezanı okundu okunacaktı. Camiden gelen hoparlör seslerini işitiyordu. Birden kapıdan anahtar sesi geldi. Aynanın karşısında makyaj yapmaya devam ettiği gibi kapıdan gelen sesi de umursamadı. Olmamış sayıyordu. İçinde büyüttüğü hiçliğin faturasını kendine böyle kesmişti. Hiçliğinin sebebini hiç bilemese de faturasını kesmede bir usta gibi davranmıştı. Aynada gördüğü yüzle konuşmayı bırakalı dokuz ay oluyordu. Çok kısa birkaç anda iş yerindeki müşterinin gözünden çıkan dehşet dolu ifadeyi anımsıyor sonra bilinçsizce gözlerini kırpıştırarak silip atıyordu zihninden bunu. Vücudu, ruhu ve zihni baş edemeyeceğini fark ettiği bu dakikaları bastırıp unutarak ayakta kalmayı seçmişti. Belki de yaşama devam edebilmesindeki yegane sebep susmasıydı. Leyla halasının hediyesi inci küpelerini kutusundan çıkarırken kulaklarında sağır edici bir uğuldama hissetti. Rahatsız edici, mide bulandırıcı o bulanık erkek sesi kulaklarında çınlıyordu. O günkü hiddet ve kinle “Bana gücünün yeteceğini mi sanıyorsun? Telefon, anahtarlar… Hepsi bende!” diyordu. Ses kulağının her noktasında yankılandı. Kesik kesik görüntüler halinde camları kapatan, kapıyı kilitleyen ve kendisini tezgahın arkasında bacaklarını kendine çekip oturmak zorunda bırakan adam gözünün önünden gitmiyordu. Her sabah yaşadığı bu geri dönüşe alışmıştı, sessizce bitmesini bekledi. Yavaş yavaş sesler azalıp görüntüler bulanıklaşırken başka bir şey oldu. Baş ağrısına eşlik eder gibi bir görüntü geldi bu kez. Küçük bir kız çocuğu… Turuncu bir elbise, sarı cılız saçlar… Dur, dur. Leyla’ydı bu, kendisiydi. Uzunca bir tezgahın arkasına saklanmış kendisine bağırıp çağıran çirkin bir erkekten saklanıyor. Boynunu diğer tarafa atıp gözlerini devirerek çıktı içine yağda yüzmeye çalışıp her defasında daha çok batıyormuş hissi veren kaosun içinden.
Arif içeri girdi, su içti. Leyla’yı görse de bir şey demedi. Ne zamandır sevişmediklerini, konuşmadıklarını hatta bakışmadıklarını dahi unutmuştu. Yaşadıkları hiçliği normalleştirerek bundan etkilenmez hale gelmişti. Alkolden bulanan midesini boğazına parmağını sokarak rahatlattı. Yatağa gitmek üzere Leyla’nın yanından geçerken bir aralık aynaya doğru bakmış bulundu. Kısa bir an göz göze geldiler. Arif’in yanağına bir damla gözyaşı aktı, hemen o dakika. Buraya, hiç bilmedikleri bu ülkeye, niye geldiklerini hatırladı. Neler hayal ettiklerini… Tanıştıkları seramik atölyesini, dört ay içinde aşık olup nasıl evlendiklerini, geceleri uyumak yerine konuşmayı isteyen Leyla’sını, ilk göz ağrıları olan bu evi nasıl heyecanla boyayıp yuva yaptıklarını… Gözünün önünden akıp gidenler her geçen dakika anlamını yitiriyordu. Geçen dokuz ayda içinin bu en güzel anılarını Leyla’ya hatırlatmak için binlerce kez dillendirmek zorunda kalmış; söylenmemişlerin gizli büyüsünü içinde yitirir olmuştu. Arif gibi olmaktan çok uzaktı artık. Zavallı, çırpınan ama daima batan biri olmuştu. Eskiden önem verdiği gizli incelikleri artık Leyla’yı konuşturmak uğruna kullanan biri… Sevdiği kadını kurtarmak uğruna vazgeçtiği her detayın kendisinden birer parça olduğunu daha ilk zamanlar anladıysa da buna karşı koymamıştı. Arif’in değer verdikleri ya da vermedikleri, söylediği ya da söylemeyi tercih etmedikleri artık önemli değildi. Arif kendini kaybetmenin altında eziliyordu. Omuzlarına binen yük kendisinin cenazesiydi. Sesinden inciler, türkülerinden sevgiyi akıtan Arif, tükettiklerinin kalabalığında boğuluyordu.
Geçirdiği üç ayın sonunda bir gün Leyla hiç dönmemecesine ayrılmıştı evlerinden, aşklarından, Arif’ten ve kendisinden. Nedenini hiç bilememişler; üzerine konuşmak şöyle dursun, bahsini dahi açamamışlardı. Leyla’nın sessizliği öyle ürkütücüydü ki sanki çıt çıksa patlar gibiydi. Bildiği tek şey iş yerinde Leyla’yla kavga eden bir müşterinin varlığıydı. Leyla neden bu kadar etkilenmişti, onu aylardır susturan bitiren şey neydi? Hiç bilememişlerdi. Leyla’sının ne kadar güçlü olduğunu ne ateşlerden çıkıp bugünlere geldiğini bildiğinden ses çıkarmamış, ona ayak uydurmayı seçmişti. Aylardır öylece susuyorlardı. Karşılıklı susmayı öğrenmişlerdi. Anlıyordu. Leyla sadece Arif’e değil, içine de susmuştu. Uyumalar, uyanışlar, işe gitmeler, gelmeler, yemekler, en sevdiği kahvaltılar… Hiçbiri hayatın ışığını doldurmaya yetmemişti evlerine. Öyle bir karanlık gelip oturmuştu ki hayatlarına neresinden çekip aydınlanacaklarını dahi seçemez olmuşlardı. O anlık göz göze gelişle dökülen gözyaşı dahi Leyla’yı döndürmeye yetmedi. Kendisine ve Arif’e… Leyla programlanmış bir makine gibi yaşıyor,konuşmuyor, gülmüyor, gezmiyor, ağlamıyordu. Arif kendisini kaybetmekten deliler gibi korkan Leyla’sını nerede kaybettiğini anlamıyor, sırtındaki kamburla yaşamak için zorluyordu.
Leyla aynanın önünden kalkıp çantasını ve paltosunu alarak evden çıktı. Arif yatağa girdi. Kot pantolonu, sigara ve alkol kokularından yanına yaklaşılmayacak hale gelmiş gömleği ile derin bir uykuya daldı. Gözlerini kapatır kapatmaz bir damla gözyaşı yastığa döküldü. Uyandığında akşamüzeri olmuştu. Yataktan kalktı, usulca kıyafetlerini çıkarıp sıcak bir duş aldı. Duştan çıktığında kendini daha iyi ve güçlü hissediyordu. Bej rengi kargo pantolonunu ve üzerine Leyla’nın da çok sevdiği yeşil ince tişörtünü giydi. Nicedir eline almayı düşündüğü ama almaya bir türlü cesaret edemediği bavulunu sakladığı yerden çıkardı. Dolabına son kez baktığında Leyla’nın dolabının boş olduğunu dahi fark etmediğini anladı. Kapının girişindeki askıya bir not iliştirdi. Veda ederken bile bir şeyler anlatmaya çalıştığının bir ifadesiydi not. Leyla’yı zorlamanın bir başka yolu… İnanmayarak etmeye hazırlandığı bu vedanın sahiciliği bu notta gizliydi. Onca yaşanmış ve yaşanmamış şeyin sonunda ihtiyacı olan tek şey iki kelimeye sığmıştı. Evden çıkarken içini bir garip hüzün kapladı. Halbuki bu fikre çoktan alıştığını sanıyordu. Hüznüne bir damla gözyaşı ve sırtından akan bir ince ter damlacığı eşlik etti.
Leyla kapıdan içeri girdi. Ev yemek kokmuyordu, fark etmedi. Tam içeri girecekken askılıktaki not kendiliğinden yere düştü. Leyla notu okudu, yerine bıraktı. Yatak odasına gidip üstünü değiştirdi. En sevdiği yemek olan mantar sote yapmak için hazırlıklara girişti. Havuçları, patatesleri, soğanları, kırmızıbiberleri saatlerce doğradı ağzında hiçbir melodiyi andırmayan tuhaf bir ıslıkla. Yemeği pişmeye bırakıp mutfaktaki sandalyelerden birine oturup bir sigara yaktı. Nicedir ağzında büyüyen sigara, bugün iyi geliyordu. Yemeğini hazırlayıp masaya doğru ilerlerken ayağını sandalyenin kenarına çarptı. Leyla elinden yemek tepsisini düşürdü. Halılar, askılık, tablolar… Her yer yemek olmuştu. Yere oturdu, ağlamaya başladı. Ağladı, ağladı, ağladı… Dokuz aydır ilk kez ağlıyordu. Gözyaşları bitmek bilmedi. Sanki gerçekten aylardır akmak için birikmiş ama akacak gücü ilk kez bulmuşlardı. Dövündü, yere kapandı, saçlarını yoldu. Tekrar, tekrar ağladı. Arif’in bıraktığı notta “Beni duy.” yazıyordu.