Zaman olarak çok eski zamanlardan bahsedeceğim. Siyah beyaz karıncalanan ekrana sahip bir televizyondan izler gibi olacaksın belki. Siyah beyaz bir hikâyedir bu. Bir aşkın doğuşu, yaşanışı ve bitişinin hikâyesi… Âşık olmanın sadece erkeklere özgü bir şey olduğu bir dönemden bahsedeceğim. Kadınlar, aşk nedir bilmeden evlendirilirken düzene meydan okuyan bir kadının âşık olmasını anlatacağım.


Şimdilerde âşık olma cesareti gösteren kadın veya erkek kaldı mı? Güven, aşk, sevgi hepsi birer sözcükten ibaret oldu. Güvenmek, kocaman bir dağa sırtını yaslamış gibi dimdik duruşun adıydı. Kime güveniyorsan o arkandaki koca dağ olurdu. İnsanların bir kişiden değil, tanıdığı herkesten dağları vardı. Şimdi babasını bile dağ edemeyecek insanlara dönüştük. Kimse gelip düzenimizi bozmadı. İnsanlar olarak bencilleştik ve bu düzeni bizler bozduk. Aşk, kadınların genç yaşlarında doyasıya yaşadığı bir şey değildi. Yaşayamamasının sebebi erkenden evlendirilmeleriydi. Bu yüzden âşık olmak zorunda oldukları kişiye âşık olurlardı. Sanıyor musun ki o kadınlar hiç âşık olmadı. Hepsi de âşık oldu. İlk giydikleri anda kefen gibi gelen gelinliklerini giyene kadar yaşadılar. Şanslı olanlar uzunca yaşadı. Uzun dediysem en fazla birkaç yıl. Sonrasında ise eşlerine de âşık olmayı bildiler ama bir mesajla aşk yaşamadılar. Aşk, hislerle olur. İstersen binlerce kelime yaz hissettiğin bir an etmez, o kelimeler. Sıcak yatağında gelen tatlı bir titremeden sonra kapattığın gözlerinin karanlığında görebildin mi, seviyorum dediğini? Bazı âşıklar görürlerdi. Gözleri görmeyen bile aşkına ne türküler söylerdi.


Şimdiye göre biraz eski zamandı. Okullarda iki grup olurdu. Sabahtan öğlene kadar bir grup, öğleden akşama kadar da diğer grup olurdu. Sabah grubundan Yusuf diye bir çocuk vardı. Eğlenceli, sürekli keyfi yerinde ama dersleri normal seviyede ve tam bir tembel gibi görünürdü. En arka sırada oturuyordu. Aslında bir gün uykusu geldiği için son derste arka sıraya geçmişti. O günden sonra arka sıradan kalkmadı. Uyandığında çoktan ders bitmişti ve öğlen vakti gelen grup, yavaş yavaş sınıfa yerleşir olmuştu. Masasını toplarken bir de türkü mırıldanıyordu. “Ele bir ellerim yoh olup menim.” dediği anda da sıradan kalmak için ilk hamlesini yapmıştı. Kalktığı an türküsü ağzına tıkanmış bir şekilde kaldı. Karşısında iki tane göz vardı. Başka bir şey görmüyordu. Utandı, kızardı şarkı söylediği için bu yüzden de fazla bakamadan hızlıca çıktı sınıftan. Aklından o gözleri atamaz olmuştu. Gece yatağa girdiğinde ve gözünü kapattığında sürekli o gözleri görüyordu. Öyle güzel gözlerdi ki kim görse aklını yitirebilirdi. Simsiyahtı gözleri ve yorgundu ama o yorgunluğa rağmen öyle güzel bakmıştı ki Yusuf’un gözlerine Yusuf, kendine gelemez olmuştu. Okuldan sonra arkadaşlarıyla vakit geçirmedi, ertesi gün okula gittiğinde o arka sıraya geçip sürekli o gözleri düşündü. Gözlerden başka bir şey görmediği için sokakta görse belki tanımayacaktı. Bu yüzden korkuyordu. Sabaha kadar aklından atamadığı gözler yüzünden uykusuz da kalmıştı. Derste uyur pozisyonda hayal kurarken yine son ders saatinde uyuyakalmıştı. Bilerek mi uyudu, gerçekten mi uyudu, bilinmez ama sonuç olarak uyumuştu.

Bu kez çantasını hazırlamış ve çantasına sarılmış bir şekilde uyuyordu. Kulağında ömründe duyduğu en güzel ses vardı. O sesle de uyanmıştı. “Gözümün yaşını silebilmirem.” diyordu, o ses. Yusuf heyecanla bir anda ayağa kalktı. Yine gözlerine takılmıştı. Teşekkür mü etsem kusura bakma mı desem derken sınıfa yeni yeni insanların girdiğini gördü. Bir şey diyemeden gitmişti.

*

Yusuf’un kulağına dün yarım kalan şarkının devamını söylediği için pişmanlık duymamıştı. Yine de kısa bir süre iyi mi yaptım kötü mü yaptım, diye de düşündü. Sonucuna varamadan Yusuf’un o uykulu gözlerle bakışı aklına geldi. Yusuf’un kaçıp gitmesine kızmıyordu. Hatta kaçıp gitmesi Yusuf’u daha çok sevdiriyordu. Sınıfta bir kişi bile onları konuşurken görse başına gelecekleri tahmin ediyordu. Adını bile bilmediği bu çocuğun yaptığı davranış kendisi için iyi olmuştu ama merak ediyordu; kimdi bu çocuk, adı neydi, sadece bu türküyü mü biliyordu? Bu şekilde birçok soru sorarak gizemi arttırıyor ve aşkını iyice alevlendiriyordu.

Sorularına cevap ararken sıranın altındaki kâğıdı gördü. Kâğıtta sadece “Mecnun’un olacağım. Dolaşacağım çöllerde.” yazıyordu. Yusuf, şiir yazmaya çalışmış ama becerememişti. Heyecandan eli ayağı titremeye başlamıştı. Bu şekilde iletişim kurabileceğini düşündü. Yazının hemen altına “Ben de Leyla…” yazdı.

*

Yusuf, hızlıca evine gitmiş ve yine hayallere dalmıştı. Kaçıp gitmesine üzülüyordu ama o da toplumun halini bildiği için aslında doğru olanı yaptım diyerek içini ferahlatıyordu. Konuşsa kendisi için hiçbir sorun olmayacaktı çünkü erkeklere kimse bir şey demezdi. Erkek adamdır, yapar diyen bir akıl vardı ama kız için hiç iyi olmazdı. Akşam karanlığında yine şiir yazmak aklına geldiğinde kâğıdını en son sıranın altına bıraktığını hatırladı. Korkuyla odasının içinde dolaşıyor, görmemiş olsun diye dualar ediyordu. Hissettiği duyguların aynısını karşı tarafın da yaşadığını düşünmediği için telaşlanmıştı. Sonrasında korkusunu giderememiş olsa da şarkının devamını söylediği için umutlanmıştı. Güzel hayaller kurarak uyudu.

Sabah heyecanla okula gitti. Heyecanının sebebi, kâğıda ne olduğunu merak ediyor olmasıydı. Gittiğinde de ilk işi kâğıda bakmak oldu. Kâğıt yerinde yoktu. Nasıl böyle bir hata yaparım diye kendine kızarak geçirdi bütün dersleri. Kimseye de anlatamadığı için içinde her şeyi büyütmüştü. İçinde büyüyen düşüncelerinin ağırlığı yüzüne de vurunca arkadaşları tarafından da soru yağmuruna tutuluyordu. Ailevi sorunlar var ve özel olduğu için anlatmak istemiyorum, diyerek de arkadaşlarını kandırıyordu. Bu kez sırada uyuyamamıştı. Beklesem mi beklemesem mi, diye karar vermekte zorlanıyordu. Kâğıdı büyük ihtimalle güzel gözlü kız almıştı. Beklese utanacağından korkuyordu. Yine de anlık gelen bir cesaretle beklemeye başladı.

*

Ders biter bitmez içeriye girmişti. Hızlıca Yusuf’un olduğu masaya doğru ilerledi. İlerlerken gözlerini Yusuf’un gözlerine dikmişti. Yusuf’un gözlerinin gülmeye başladığını yanına geldiğinde fark etmişti. Yusuf o korkusunu gülen gözleri gördüğü için yenmişti. Hemen avucunun içinde sımsıkı ettiği kâğıdı Yusuf’un önüne bıraktı. Yusuf şaşkınlıkla bakarken Leyla da gülüyordu. Yusuf bu kez sınıftan çıkarken arkasına dönüp bakmıştı. Leyla, o son bakışı aklına kazıyarak güzel zamanlar geçirmişti. Yusuf, giderken gülümsüyordu.

*

Yusuf, kâğıdı okuduktan sonra çok mutlu olmuştu. Bir sevgilim var, diye düşünmeye başlamıştı ve onu mutlu eden şey, âşık olmuş olmasıydı. O günden sonra her gün o mektuplarla iletişim halindeydiler. Yusuf, Leyla gelmeden okulu terk etmezdi. Sıranın altında bir yerlere gizlice her gün birer mektup sıkıştırırlardı. Leyla hâlâ sevgilisinin adını Mecnun diye biliyordu. Bunu sormak düşünmek akıllarına bile gelmemişti. Leyla bir keresinde o sadece bir benzetme miydi, diye düşünse de o an aşkını düşündüğü için bunu sorgulamayı unutmuştu.


Sevgili oldukları günden itibaren neredeyse beş ay geçmişti. Henüz teni tenine değmemiş ve hatta bir şarkı dışında seslerini bile duymuyorlardı. Sadece gülüşmelerinin sesi akıllarındaydı. Yusuf, her mektubunun başına “Kedi gibi gülen kız. Kediler nasıl güler bilmiyorum ama sen kedi gibi gülüyorsun ve bunu çok seviyorum.” yazardı. Yusuf yine ders bittikten sonra beklemeye başlamıştı. Leyla’sı ise henüz gelmemişti. Diğer grubun öğrencileri geldikçe anlaşılmamak için sınıftan çıktı. Yavaş adımlarla yürümeye başladı. Belki Leyla gelir diye düşünüyordu. Okuldan biraz uzaklaştığında Leyla’yı gördü. Leyla, bakışlarını yavaşça yere eğerek arkasını döndü ve yürümeye başladı. Yusuf, peşinden gitmesi gerektiğini anlamıştı. Bir süre böyle ilerlediler. Leyla arada bir arkasına dönerek Yusuf’un gelip gelmediğini kontrol ediyordu. Sonunda eski ve kimsesiz bir kulübeye yine etrafını kontrol ederek girdi. Yusuf da aynı şekilde arkasından kulübeye girdi. Leyla, Yusuf’tan beklenilen cesareti kendisi göstermişti ve o dönemde âşık olmayı bırak bir erkeğin gözüne bile bakamayacak kadınların sesi olarak “Benim aşkımı yaşamama engel olamazsınız.” diye resmen bağırıyordu.


Kulübede eski bir koltuk, birkaç tencere, çatal, kaşık, çaydanlık, örümcek ağları ve kediler vardı. Yusuf içeriye girdiği an Leyla sımsıkı sarılmıştı. Yusuf da tüm gücüyle sarılmıştı. Birbirlerinin kokusunu içlerine çekmek için aldıkları nefesi tüm şehir duyacak gibiydi. İçerinin karanlığını birbirine aşkla bakan gözleri aydınlatıyordu. Heyecandan terleyen ellerini tutarak karanlıkta birbirlerinin gözlerine bakıyorlardı. Bir anda anlaşmış gibi ikisinin de ağzından aynı anda “Sana âşığım…” sözleri dökülmüştü. Kalbi duran insanın bir anda kalbinin yeniden çalışması gibi yeniden bir umut, yeniden bir hayat gibi yeniden âşık olmuşlardı. Leyla’nın bir fotoğraf makinesi vardı. O gün için özel getirmiş ve yan yana bir fotoğraflarını zor da olsa çekmişlerdi. Yakalanmamak için fazla kalamadan ayrı ayrı çıktılar. Yusuf, okula kadar Leyla’nın peşinden gitmeye karar vermişti. Hiç insan olmayan bir sokağa girdiklerinde Leyla’dan bir buse almadığını hatırladı. Kendisi de buse vermemişti. Bu yüzden belki de önce Leyla bekliyordu, diyerek insanların olmamasını fırsat bilerek hızlıca yanına yanaştı. Ellerinden tuttuktan sonra elinin de kokusunu içine çeke çeke öptü ve gülerek hızlıca gözden kayboldu.


Günler, sıra altına bırakılan mektuplarla geçiyordu. Yusuf önceki gün “Mecnun kedi gülümsemesine hasret kaldı.” yazarak mektup bırakmıştı. Leyla da cevap olarak “Leyla buradaydı. Mecnun’unun mektubunu okurken kedi gibi güldü ve Mecnun’unu çok özledi.” yazmıştı. Ayrıca çekilen o ilk buluşmadaki fotoğrafı da arkasında bir notla bırakmıştı. Yusuf bu nottan dolayı son derse girmeden okuldan kaçtı ve Leyla’nın onu beklediği yerde Leyla’yı bekledi. Leyla geldikten sonra yine aynı şekilde evleri haline gelen kulübede buluştular. El ele oturarak sohbet ettiler. Sarıldılar ve dakikalarca o şekilde hasret kalmalarına ağladılar. Birbirlerinin gözyaşlarını sildiler. O gün, Yusuf’un doğum günüydü. Bunu Leyla bilmiyordu ama varlığı, Yusuf için verilmiş en güzel doğum günü hediyesiydi.

 

Zaman böyle geçerken yaz dönemi başlamıştı. Mektuplaşamıyorlardı. Okulların açıldığında ikisi de son sınıf olacaktı ve belki de önlerindeki son mektuplaşacakları yıl olacaktı. Yusuf her fırsatta Leyla’nın kendisini beklediği sokağa giderdi. Belki Leyla gelir de evimize gideriz diye düşünürdü. Bazen de kulübeye gider oradaki kedilere bakar etrafı düzenlerdi. Evi gibi benimsemişti.


Tatilin ortalarına doğru beklediği de olmuştu. Leyla da ilk fırsatta oraya gelmişti. Kısa da sürse görüştüler. Günlerce biriken mektuplarını birbirlerine verdiler. Ayrıldıktan sonra gitmek istemiyorlardı. İkisi de karşılıklı kaldırımlara geçmiş birbirlerini izliyorlardı. Öylesine dalmışlardı ki geçen insanları bile fark etmiyorlardı. Gülümsüyorlardı. Bir anda Leyla gözden kayboldu. Annesi mi, ablası mı, akrabası mı belli olmayan birisi onu sürükleyerek götürüyordu. O günden sonra Yusuf hep bekledi ama gelen giden olmuyordu.

*

Leyla’yı götüren halasıydı. Yusuf’la neyse ki sadece bakıştığını görmüştü. Halası, aslında babasının halasıydı. Eve gittiğinde Leyla’yı şikâyet etmiş ve "Bu kız yoldan çıkar benim oğlan da askerden geldi, evlendirelim." dedi. Babasının sinirli bakışlarının altında "Gelin isteyin halam, yabancıya mı gitsin." cümleleri dökülmüştü. Leyla’nın insan olduğunu bile düşünmüyorlardı, insan olduğunu iddia edenler. Kimse Leyla’ya bir şey sormamıştı. Leyla, babasının halası gittikten sonra o güne kadar hiçbir kızın yapamadığını yapmıştı. Ailesinin karşısına geçerek ben birisine aşığım, halanızın oğluyla evlenmem, ben mal değilim yabancıya gitmesin diyemezsin diye babasına bağırıyordu. Konuşamayacak hale gelene kadar yerden yere vurdular, Leyla’yı. Leyla bir kez olsun ağlamamıştı. Güçlü durmak için gözyaşlarını içine gömerek acısından inliyordu.


O haliyle her gün Mecnun’una mektuplar yazdı. Birazcık toparladığında birkaç kez evden kaçmaya yeltenince ailesi iyice gerilmiş ve hızlı bir düğün hazırlığı yapmışlardı. Leyla’nın dayanacak gücü kalmadığından sürekli ağlıyordu. İnsanlar ise ağlamasını alkışlayarak ellerine kına yakmışlardı.

*

Yusuf, günlerini mektup yazarak ve Leyla’yı bekleyerek geçiriyordu. Özlemiş olsa da en azından okulların açılmasına az kaldı diyerek de yetiniyordu. Akşam arkadaşlarıyla arka mahalleden gelen düğün sesine doğru gittiler. Arkadaşlarıyla akşam yemeği yeriz düşünceleri geçirseler de Yusuf, belki Leyla da orada olur diye düşünüyordu. Yemeklerini yediler. Etrafı inceleyerek eğleniyorlar, gürültü içerisinde muhabbet ediyorlardı. Bir anda herkes susmuştu ve bir adam bağırmaya başlamıştı. “Gelin kızımız Duygu ve damadımız…” derken gelinin duvağını damat açmıştı. Duygu isimli gelin, Mecnun’un Leyla’sıydı. O kadar kalabalığın içinde Duygu, Yusuf’un yerini biliyor gibi onun gözlerinin içine bakıyordu.

*

Birbirlerine baktıkları saniyeler içinde sanki bütün olup biteni birbirlerine anlatmış gibilerdi. Bu yüzden Yusuf, Duygu’yu hiç suçlamadı. Duygu ismine de alışamamıştı. Her zaman “Kedi gibi gülen Leyla’sı” olarak hatırlayacaktı.

Yusuf babasından çaldığı plağı alarak kulübeye gitti. Sigara içmeye başlamıştı. Kulübeye gelir, sigarasını yakar ve plaktan Tanju Okan’ın “Kadınım” şarkısı eşliğinde düşüncelere dalardı. Leyla’sını düşünerek girdiği hayal dünyasında uyuyakalır ve rüyasında bir çölün ortasında bulurdu kendisini. Elinde de bu kulübede ilk buluştuklarında çektirdikleri fotoğraf vardı.

*

Mecnun kendi çölüm diyerek rüyasında Leyla’yı arardı. Leyla ise evlendikten sonra tam da kulübenin karşısındaki binada oturuyordu. Her gün Mecnun’u görürdü ama seslenemezdi. Mecnun ise bir kez olsun kafasını kaldırıp geçmemişti oradan. Sürekli ayrılıp barıştıklarını düşünürdü Mecnun. Kulübede bazen ona kavuştuğunu bazen de ondan ayrı kaldığını düşündüğü için rüyalarında da hep bir veda sonucunda çölde olduğunu görürdü. Oysa Yusuf, Mecnun olma yolunda düşerdi o çöle. Leyla ise yani Duygu her zaman çöldeydi. Pencereden onu izlemişti ama bir kez olsun Mecnun onu görmemişti. Bir keresinde karşı kaldırımda da olsa yine kendini gösterememişti. Leyla, son zamanlarda eşinin başka bir şehirde iş bulmasından dolayı taşınacaklarını biliyordu. Bu yüzden cesaretini topladı ve Mecnun’un olduğu kulübeye girdi. Mecnun rüyadaydı. Yüzüstü yatmıştı. Elinde de fotoğrafları vardı. Önce yavaşça fotoğrafı elinden aldı. Bir daha Mecnun’unu göremeyeceği için bunu kendisi saklamak istiyordu. Sonra eliyle sırtına dokundu. Sıcaklığını hissetti Mecnun’un. Mecnun uyanmadan da dikkatlice evine gitti. Yaklaşık bir hafta sonra taşınmak için kamyon kapıya dayandığında Mecnun da yine kulübeye doğru geliyordu. Kamyonun etrafındaki telaşa istemsizce baktığında Leyla’yı gördü. Leyla işleriyle ilgileniyordu ve Mecnun’un geçtiğini bile görmemişti. Fotoğrafın kaybolmasını o ana kadar hiç düşünmemişti. Kulübeye doğru ilerlerken “Mecnun oldum, düştüm çöllere. Sen Leyla değilsin.” diye mırıldanıyordu.

Her ikisi de farklı çöllere hapsolmuş ve sevdiklerini kendi çöllerinde beklemişlerdi. Oysa sadece ikisine ait olan çöl onların çok uzaklarındaydı. İkisi de aşkı ve sevgiyi sonuna kadar yaşasa da bunun için ilk mücadele eden Duygu, çoktan Leyla olmuştu. Yusuf ise hiç savaşmadan bu aşkın ortasında bulmuştu kendisini. Ne zaman ki Leyla ondan fotoğrafı aldı. Öylece yokluğunu yaşamış olmuştu. Leyla ile Mecnun’un hikâyesinde vuslat yoktu. Vuslatı görmek için Duygu ve Yusuf’un çölüne gitmeleri gerecekti ama ikisi de kendi çölüne hapsolmayı tercih etmişlerdi.