Yüce bir yaratılışın ardından dünyaya düşen melekler kötü olmayı seçmedi. Onlar zaten hep kötüydü, hayat onları bir kenara itip anüslerini yırtana kadar tecavüz etmişti. Genç ve henüz altı günlük dünyada yapılabilecek tek şey biraz eğlenmekti. İnsanın eğlenmeye nasıl ihtiyacı varsa, bu “kötü” meleklerin de vardı. Bunu nasıl sağladılar? Tabii ki de cinayetle.

Cinayet, birinin kafasına okkalı bir şekilde bir odunla vurabilmek ve beyninin pekmezini akıtmakla benzerdi. Pekmez kimi yamyamlara göre gerçekten tam bir gün üstünde uğratılmış bir pekmez olabilirdi, kan yerine. Bunu içip alınlarına “ben kazandım!” demek için sürebilirlerdi. Çok geçmeden ilk cinayet işlendi. Üstelik insanın ilk duygusuyla: Kıskançlık. Geçmişe bakıp melekleri örnek alarak bu hayatın devam etmeyeceğini bilen ilk insanlar da vardı ama onlara masaya oturup kumar oynamak kalıyordu.

Şimdi ise bu “kötü” meleklerin dölleri insanlığa yağmur diye yağıyor. Bulutların yoğunlaştığı ya da meleklerin ağladığı yok! Düşen her damla kötü meleklerin zevkten dört köşe olup titreyen vücutlarından çıkan cinsel sıvılar. Buna inanmamak, kendi bildiğine inanmak için birçok sebebi vardır insanların. Kimileri meleklerin varlığına kimileri de kötülüğün varlığına inanmaz. İkisinin tek ortak noktası, kumar masasından kalkmalarıdır.

Kalkabilenler ise masadan kalktıktan sonra birisi sağ birisi sola giderek iki doğrunun bir daha asla kesişmeyeceğini tekrar irdeledi. Zaten hayat böyledir, masadan kalkmak istediğin an gücün de yerindedir. Kelimenin tam manasıyla hayatı sımsıkı kavramışsındır ya da hayatındaki engelleri aşmak için bir Ortaçağ savaşçısı gibi kılıcını savurarak kalabalıkları yarmaya başlamışsındır, ilk yaracağın engel bir kâğıt kadar ince görünen duvar olur; “kolay!” dersin. Sonra fark edersin ki, duvar durmadan yiyip kapitalizme paralar yatıran holding sahipleri gibi büyümeye başlamış. Önce enine büyür duvar, bunun nedeni en küçük beyinlerin dahi anlayacağı kadar basittir; sen küçüksündür. Hayallerin küçüktür. Ardından dikine büyümeye başlar, bu da bir ergenin hızlı büyüme aşamasıdır. Sürekli bir yerleri ağrır. Ve sen engeli aşmaya çalıştığın an fark edersin ki aslında ilerlemeye dair elinde hiçbir şey yok. Arpa boyunun bile büyük bir ölçü olduğunu fark etmen iki dakikanı alır. Eski bir Yunan sporcu gibisindir; 1’den 2’ye gitmenin imkanı yoktur.

Pes etmenin erdemini bilirsin çünkü hayatın peslerle geçmiştir. Tam ulaştım dediğinde bıraktığın zamanları hatırlarsın. Aşık olduktan sonra pes ettiğini, bir daha aşık olmayacağını hatırlarsın. Haliyle geriye dönersin. Bu dönüşe 180 derece derler. Artıların eksi olduğu ve açıkça kimsenin kazanamayacağı yere doğru depar atarsın. Bir zaman sonra koşunun gereksiz olduğunu anlarsın ama ne diye koştuğunu hatırlamazsın. Gerideki duvar da geldiğin yer gibidir. Bu da sana pusulaların ve kartografyanın boktanlığını belirtir.

Hiçbiri işe yaramaz. Üç dilde de Kuzey, Güney’dir artık. Soluk almayı unutmamak için birazcık dinlenmenin sana faydası vardır, bu sayede kendini durdurur ve dinlenirsin. Kaçtığın şeyin ne olduğunu, nerede olduğunu, neden burada olduğunu anlamaya çalışırsın. "5N1K" denen altı kişilik suç çetesinin bir tuzağıdır sorgulama. Sorgulama! Sakın sorgulama, her şey daha kötü olur diye yalvarır beynin. Ama “Neden?” lakaplı adam kafana silahı dayamış, beynini kapatmanı beklemektedir, sorgulamanı beklemektedir. “Kim?” lakaplı kısa saçlı klip kızıysa ağzında lolipopuyla sana bakar ve lolipopunu aletinmiş gibi yalamaya başlar. Bunun zevkine varmadan, korku içinde sorgular yaparsın. Mekanın dört duvar olduğunu hatta aslında var olmadığını anlarsın, burası zihninin en dibidir. Burası geçmişindir, kaçıp kurtulmaya çalıştığın geçmişindir. Kötü anılarının birikmiş olduğu geçmişindir.

On yaşındaki bir kız çocuğunu Afganistan’daki yetmişlik adamın elinden kurtaramadığın, ölesiye dövülen bir kadını kurtaramadığın sanal zihnindir. Hepsi kokuşmuş beyninin ürünüdür. Bunların bir yerlerde her an gerçekleştiğini bilirsin ve biraz da bu yüzden yaşamak istemezsin bu dünyada. Kaçarsın. Tuğlalar gibi birikmiş geçmişinden kaçmaya çalışırken ufak bir kıvılcımın beynini delmesiyle dört duvarın içinde müebbet yediğinin haberini alırsın.

Sen ne ilerleyip geleceğe varabilirsin ne de geçmişin izlerini kapatabilirsin bu saatten sonra, mahkumsun “şimdi”yi iliklerine kadar yaşamaya.

O öyle bir odadır ki… "Sözlükler!" dersin, o sözlükleri Katolik bir kilise gibi toplatıp yaktırmak istersin anlamını değiştirebilmek için. Odanın anlamını hapis yaparsın! Yeniden söylersin cümleni! O öyle bir hapistir ki... Duvarlar üstüne gelir. Geçmiş ve gelecek arasında kaldığın tecrit hapsinin karşı konulamaz gücü karşısında efendisinden elli kırbacını yirmiye düşürmek için af dileyen bir köleye dönüşürsün. Duvarlara vura vura çıkışı ararsın, sürekli kaçış yolu ararsın ama filler kadar, hatta onların atası insanlığın vahşetinin ve açgözlülüğünün ikinci basamağı olan mamutlar kadar, büyük duvarları yıkamayacağını anlayıp susarsın.

“Erik Satie” gibi içine bağırırsın bazen. O da sadece yankılanır benliğinde, kendinin bile unuttuğu hafızanın en derinlerinde. Ne kadar kaçmak istersen iste o yerde yaşamaya mecbursun. Sonra aptalca bir düşünceyle kendini “Pavarotti” sanarak dışarı bağırmaya başlarsın “Aaaah!” diye. Ruhlarını tekila bardaklarının çevresine yapışan tuzlarda kaybetmeye başlamış insanların yüzüne bakarak yardım istersin. Esasında kimsenin de umurunda olmazsın, o da nafiledir. Hem kim duyar o kalın ve soğuk duvar ardından sesini? Tuzlu ruhlar, senin acı çekmene üzülecek kadar insaf sahibi midir?

Ardından en temel ihtiyaçlardan birinin yokluğu boğazına yapışır. Vahşi bir hayvanmış gibi salyalar dökerek boğmaya çalışır seni, gözlerin kanlanır; ağzından kanlar akar, midene onlarca yumruk yemiş gibi oturur kalırsın. Bununla da kalmaz, dişlerini dökene kadar yüzünün her bir noktasına sert yumruklar indirir açlık. Ta ki sen dişlerini yutana kadar, dişlerin hala seninledir sen sıçana kadar. Midenin durumu ise daha fenadır. Yıllardır aç gezdiğine inandırır seni, o an sadece üç gündür boş olmasına rağmen. Miden, soğuk tren raylarına yıllar sonra Doğu’dan bir tren yaklaşmış gibi titremeye başlar. Yağsız rayların gıcırdaması kulaklarına 38 kalibrelik kurşunlarla ateş eder. Filarmoni orkestrası, Paris’in ünlü meydanlarından birinde, üç gün sürecek bir konser veriyormuş gibi guruldar. Tüm bu baskıların altında acıkırsın, ama beynin seni hiç yoktan yere açgözlülük ile suçlar.

“Üç gün önce zaten ekmek yedin bir de şükretmiyor musun?” der, sert ve alaycı bir sesle.

 Artık öyle düşmüşsündür ki midenin bile sesi vardır. O bir yargıç olarak beyaz peruğu kafasına geçirmiştir ve en kötüsü de ona itaate başlamışsındır. Ne küstahtır o kahrolası miden, bilirsin. Buna, sana bağlı olanın senden bağımsız olması denebilir. Ülkelerin kendi içindeki azınlıklarının ayaklanması bu yüzdendir. Hazımsız mideler guruldar ve sonunda ishal olur, ishal parçaları özerk olmaya çalışan azınlıklardır, onları özerk yapmayan devlet ise ishalin başlangıcını sağlayan şey, yani birkaç antibiyotikle iyileşmeyecek virüslerdir. Bunu taşıyan vücut kimdir diye sorulursa rahatça kapitalizm denebilir. Kapitalizm ve onun oğlu emperyalizm. İshale, açlığa ve itaate alışınca, aklın ve beynin arasındaki eski ve titrek bir köprü arasında gidip gelerek o açlıkla uyumaya çalışırsın. Açlık insanların yaşama motivasyonun yegane karakterdir. Aç kalmamak için kalktığımızda geyik avlarız, yumurta kırarız ya da boktan shakeler içeriz. Komik olan kısmı hepsi de aynı düzeyde doyurur bizi. Bulamadığımız olur küçük bir kahvaltıyı. İşte o zamanlarda yapılacak en iyi şey oruç tutmaktır. Getirisi, yüce yaratılışın seni unutmuş sahibi tarafından, yaratılıştan önce kapılarını hizmete açmış cennette seni bekler. Cennetin tek memuru Alighieri’dir. Sivri dilli İtalyan, seni örselemeden önce sana sorular sorar ve ona göre yedi kattan uygun olana gidebilirsin. Ya Hades’tir arkadaşın ya da Zeus.

Miden bir zaman sonra sana pes ettirir. Kemiksiz ve kassız deriden oluşan vücuduna yapışır. Öyle bitmiş ve zayıflamışsındır ki “omurga kemiklerini sayma” adlı bir oyun icat edip açlığını unutmaya çalışırsın. Eğer doğru sayıp oyunu kazanırsan, ödül olarak güzel bir karın ağrısı verilir. Bu açlık, sıradan bir açlık değildir. Yediğin hiçbir şeyin kabul edilmemesidir. Proteinlerin yıkılıp aminoasitlere dönüşecekken vazgeçip kusmuğa katılmasıdır, karbonhidratların yıkılıp glikojene dönüşecekken kusmuğun pürtüklü kısmını oluşturmasıdır.

Bu saatten sonra vücudunda oluşan mekanik döngüye ne Ahuramazda ne Allah ne de Buda karışabilir. Zaten mekanik döngüler bunun için vardır, insanların ya da tanrıların yapamadığını ruhsuz bir şekilde yorulmadan yapabilmek için. Her nasılsa bu mekanik döngünün vidası bile değilsindir. Bu durumda bile umut kesmeyip “olsun” diyerek mışıl mışıl uyursun, başka çaren olmadığı için, katı ve bir o kadar da sert bankta.

Gece yarısı geldiğinde, dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir ormanlık alan sessizliğe gömülmüşken senin için öyle değildir, huşu ve sükûnet adına hiçbir ize rastlayamazsın içinde. Sessizlik, ölümün ilk çığlığıdır. Eli kanlı bir adamın ilk haykırışlarında bulunan o vahşet ve katliam zevki, hiçbir cinayette bulunmaz. Korku hissi ve korkunun ta kendisidir. Haliyle içine bir his çöker karabasan gibi, başını ağrıtır, tren garı kadar boş ve hüzün kaplı mideni bulandırır ve onlarca kişiden dayak yemişsin gibi uzanırsın kaldırıma. İşte o zaman anlarsın kaldırım mühendisinin bir şakadan ibaret olduğunu. Gelen giden olmayınca dediğin “olsun”lar için teker teker pişman olursun. Burnunda kan taşıyan damarları, belediyenin hiçbir zaman tam olarak çalışmayan işçileri patlatır. Bastırınca dayanamayan damarlar, üç dört şeritli yolların bir anda yerle bir olması gibi kendini salar. O zaman diyeceğin tek şey:

“Vurun! Daha çok kanasın! Vurun!” olur, bu boyun eğmenin ilk ve en önemli aşamasıdır.

İşte o an kusarsın ardını düşünmeden gözlerinden yaşlar gelerek safranı. Safranın o acı tadı bütün boğazını dolaşıp yutağında birikir. Kıkırdaklı yapı kireç çözücüyle birleşmiş gibi yanmaya başlar. Yutkunamadığın zaman, nefes alamadığın zaman ölmek için yalvarırsın; “Öldürün beni! Öldürün!”

“Safrayla birleşmiş boş midenin asidi boğazımı yaksa,” dersin, “imkanı yok ama beni öldürse keşke, daha fazla oksijen solumasam.” dersin hatta daha da ileri gidip “benim oksijene alerjim var bile diyebilirsin!”. Acizliğin tam da burada anlaşılır çünkü o acı tat bile bir şeyler eksiltir senden, sen safra sıvına bile muhtaçsındır. Bir zaman sonra o safra sıvınla burnundan gelen kan birleşir. Hayatında gördüğün en işe yaramaz birleşim karşındadır artık. Elinde olmayan durumlar için çözüm üretemeyeceğin gibi buna da çözümün yoktur. Hayatının bir kısmında Cicero'yu okumak en çok o gün yıpratır seni.

Bazıları aynen böyle yaşar bu boktan hayatı.

“Acaba bugün yemek yiyebilecek miyim?” diyerek, gününü hamallık ya da en ufak bir ayak işi arayarak geçirir. Gelecek on liranın bile hayatını belki de dönülemez şekilde değiştirmesi bir tesadüf değildir.

İşte o bayağı durumda insan kendi fiziki ve ruhsal durumunu düşünmeyi bırakır artık.

“Kursağımdan en azından bayat bir ekmek geçsin be!” diye, sızılı bir biçimde homurdanır.

Mesela, belinin skolyoz şüphesi umurunda değildir. Daha doğrusu, düşünecek hali yoktur ve anlaşıldığı üzere artık bir anlamı da yoktur. En başta sözlükleri değiştirdiğinden hapistir bu dünyaya.

Tüm bunlar zaten acı verirken yağmur yağdı mı iyice üzülür insan. Kötü melekler ve onların spermi pek de önemli değildir. Kim bilir belki de sevdiği biri o yağmurda başkasıyla el ele verip romantik anlar yaşıyordur. Kimileri de sokakta kaldığı için evini buzdolabı kartonundan inşa etmiştir, dolayısıyla ıslanmasın diye gösterime çıkarmaz.