II

Kasvetli ve yağmurlu bir akşamdı Timur’un içinde olup sıyrılarak geçmeye çalıştığı. Her zaman olduğu gibi işinden, o köpek kulübesinden çıkmış ve evine dönüyordu. Hiçbir zaman etrafına bakmazdı çünkü kulağında kulaklıkla yürürdü ve eğer çalan şarkı Hümeyra’dan 'Kördüğüm' ise etrafına bakmanın ayıp olduğunu düşünürdü. Sonuçta o da şarkıdaki gibi ya her şey ya da hiçti.

"Öyle uzak ki yerim, uzakları aşıyor."

Sözlerin bu kısmında bir an için kafasını kaldırdı, Hümeyra’dan özür dileyerek. Çünkü bu heyecansız hayatında en azından gideceği yolları değiştirerek heyecan yaratabildiğini düşünüyordu. Zaten eğer gidilecek yollar her gün aynı olursa insan çok geçmeden canını alır ve bir kenara fırlatırdı. Yeni şeyler görülemeyecekse yaşamanın anlamsızlığı girilen her sokağın başında, hayatınızı rüşvet alır gibi parça parça yerdi. Rüşvet ve hayat birbirini tamamlayan ve eksiksiz çalışan iki adet mekanik parçaydı. Eğer eğlenmek istiyorsanız rüşvet olarak zamanınızı verirdiniz. Eğer uyumak istiyorsanız rüşvet olarak zamanınızı verirdiniz. Ve eğer daha çok yaşamak istiyorsanız rüşvet olarak verdiğiniz zamanı geri almanız gerekiyordu.

"Bir kördüğüm ki içim, çözdükçe dolaşıyor."

Kendisinin farkında olmadan verilen rüşvetler ve nerede toplandığını bilmediği ama adını bildiği Rüşvet Bank’ı düşündü. Etrafından geçen insanlara baktı, her birinin acelesi vardı, onlar da Timur gibi rüşvet vermeliydi. Çünkü yaşamda rüşvet-zaman grafiği ne kadar yükselirse o kadar çok zaman harcanmış oluyordu. Zaman da borsada en çok değer kazanmış para birimiydi.

Sarı Ruslar tekele girip Türkiye ekonomisine para kazandırıyordu; onların da vazgeçemediği para birimi votka ve sigaraydı. İngilizler ve Amerikanlar, bir ülkede ilk nereye gidilirse oraya gitmek üzere tramvay ve metrobüsü deneyimliyordu. Çekik gözlü Çinliler de sarkık ağızlı köpeklerini alıp sokaklardan defoluyordu. Onlar daha çok kaloriferlerin son raddede açıldığı otellerine kaçışıyorlardı. Çünkü hava tam anlamıyla iliklerine kadar soğumanın fiziki haline bürünmüştü.

"Bütün özlediklerim benden ayrı yaşıyor."


Timur biraz daha düşündükten sonra, otobüsle gidebileceği yolu daha farklı bir şekilde gitmeye karar vermişti. Ceviz, meşe ve çam ağaçlarının kardeşçe bir arada durduğu bir park görüyordu uzaktan. Etrafı siyaha boyanmış demirden çitlerle çevriliydi. Çit herhangi birinin yapabileceği kadar basit desenlerle süslenmişti: Bir daire ve içine konmuş yatay bir demir parçası. Fakat bu örüntü ne olursa olsun huzur vericiydi. Park ve haliyle karanlığı, oldukça büyük bir alana yayılmıştı ve içinde onlarca bank vardı. Bankları aydınlatan da sabahları güneş, akşamları belediyenin yerleştirdiği dört beş adet sokak lambasıydı. Yeni biten çimlere basmak için kendini tutamıyordu Timur.

Şarkıyı değiştirmek için cebine elini soktu ve telefonunu çıkardı. Karışan kulaklık kablosunu zorlanmadan düzelttikten sonra Katatonia’dan 'Decima’yı açtı. Böylece yolun zevkini en üst derecede alabilecekti. Karşıya geçtikten sonra, parkın onu selamlayan girişinden içeri ilk adımını attı.

Tam o sırada parkın ortasında üç beş adam bir teneke kutunun içine ne bulduysa atmış ve soğukla mücadele etmekteydi. Timur bir tehlikenin olduğunu sezebildiği gibi onlara bulaşmadan geçebilmenin yollarını da araştırıyordu. Dolayısıyla daha fazla bela çekmemek için kulaklığını çıkarıp suni deri çantasına atıverdi. Isınmaya çalışıyorlardı belli ki. Kıyafetleri o kadar yırtık pırtıktı ki sanki on-on beş köpek saldırmış da hepsi sağ kurtulmuş ve “Aman canım! Cana geleceğine mala gelsin” demiş gibilerdi. Telaşla bir adam diğerine şarap şişesini verdi. Hallerine ve zavallılıklarına bakmadan bir de şarap şişelerinin dibindeki tortulu ve acı alkolü dönerken diğer meretten de eksik kalmayarak sigaralarını da dönüyorlardı. Yemek alıp biçare midelerini, mide asidinin devridaiminden kurtarmak yerine alkol ve sigara almışlar fakat bu durumdan hiç de pişman olmamışlardı. Zaten bazen açlık o kadar da zorlamazdı insanları, onları zorlayan kafalarının uyuşuk olmaması ve tam bir zihin gücüyle “neden?” diye sormaktı. 5N1K adlı organize suç çetesi, kabarık dosyalarına zar zor bir olay daha sıkıştırıyordu böylece. Dolayısıyla bir suç işlemiş de hemen unutmak ister gibi içiyordu teneke etrafında toplanmış insanlar.


O an parkın içinden süzülerek geçmeye çalışan bir adama, sarhoşların gözleri takıldı. Tam on çift göz, hayattan sıyrılıp geçmiş ama parkta yakalanmış adama bakıyordu. Adam grand tuvalet denen Fransızca terimi üstüne en iyi şekilde yakıştırıp giyinmişti. Biraz da içten gelen bir sesle “Hassiktir!” dedi, “Sağ salim eve ulaşayım da başka şey istemiyorum. Zaten burayı kestirme diye seçen kafama sıçayım!”

Adamın kalbi ritimsiz bir şekilde bir iki yüz, bir de elli atıyordu. Hatta öyle ki yüzü bembeyaz olmuştu ve gecenin şavkı yüzüne vurdukça daha da parlıyordu, böylece peygamber gibi nurlanıyordu yüzü. Geri de dönemezdi artık, bir kere o üç beş kişi onu fark etmişti, koşsa belki kaçardı ama yapamadı. Hayatta hiç telaşı olmamıştı ve bunu deneyimleyecek yer ve zaman burası değildi. İnsanlar gibi önce deney yapmalı daha sonra “BAKIN! İŞTE BÖYLE! GEÇEBİLİYORUM ARANIZDAN!” demeliydi.

Tenekenin içinde yanan ateş onu bir deniz kızının yellozluğu ile kendine çekti. Yolunun üstü, tenekenin sıcağının en çok hissedildiği yerdi. Yaklaştıkça kalbi de güm güm atmaya başladı. Kalbi, bütün damar yollarını aşıp ablasyon ve bypass ameliyatına girdi kendi başına. Kalbi işte böylece ulaştı ağzına. Artık tam olarak ağzında atıyordu kalbi. Soluk alıp vermesi önce yavaşladı, daha sonra aniden gözü karardı. Uzakta yanan ateş gittikçe bulanıklaştı ve adamlar da ruhları emilen insanlar gibi bulanıklaşmıştı. Timur içten içe saçma buluyordu bu korkusunu. Kendisi insan olarak başka bir insandan korkuyordu. Üstelik onlardan üstündü çünkü mesai saatlerinde alkol denen zehri kullanmıyordu. Bir hamleyle işe götürdüğü deri çantasını göğsüne kadar çıkarıp sarıldı. Bıçak çekerlerse şayet “En azından deri çanta parçalanır.” diye düşündü, can havli içerisinde. Aslında biliyordu bir bıçak taksalar canı kurtulmazdı ama yine de daha az yara alır ve şanslıysa eğer onlar telefonunu bulmadan üç rakam tuşlayarak ambulansı arayabilirdi.

Midesi bulandı, henüz yemek yemediği için safrasını kusabilirdi yerlere. Fakat öyle korkuyor ve öyle içten titriyordu ki o anlarda, bir İngiliz hanımefendisiymiş gibi yere kusmaya bile utandı. Nasıl yapsaydı da bu zalimlere taviz vermeden gerçek bir özgüvenle kurtulsaydı bunlardan? Kendi kendine “Hadi o kadar kişisel gelişim kitabı okudun, tatlı dil kullan belki işe yarar.” dedi, biraz bekledi ve istediği cevabı beyni ona verdi. “Bok yarar!”

“Ölmek bu kadar erken olmamalı. Eğer bugün bu alkoliklerden kurtulursam, bu yolu bir daha kullanmayacağım. Hatta var ya ben bugün bu yolu kullanan ayaklarımı da ayrı ...!” dedi. İçinden söylemiş olsa da her adımında daha da içselleştirdi sözcüklerini. Sarhoşlara son derece özgüvensiz ve dayak yemiş bir köpek gibi baktı ve son isteği dediklerini duymamış olmalarıydı.


Yaklaştıkça kuru gürültünün ve boş bir muhabbetin içine daha da yerleşiyordu. Haliyle çıkan sesler kulağına daha iyi geliyor ve daha da ürpertiyordu Timur’u. Bu pis düşünceleri ve düşünceleri kadar mide bulandırıcı olan kokularıyla, kaç tane kadınla yattıklarını birbirlerine güzelce betimleyerek anlatıyorlardı. Kimisi en son yattığı kadının ayaklarının güzelliğini. Kimisi de kaput takmadan kadını nasıl hamile bırakmadığını kahramanlık öyküsü tadında anlatıyordu. Adam bunları duyar duymaz yüzünü buruşturup en ağır şekilde yargıladı ve kısa bir sonuçla “iğrençler” diye düşündü. Haklıydı da, üç beş iğrenç mahlûktu bunlar sonuçta, neye hakları vardı ki? Sonuçta sokakta kalıyorlar ve iğrenç hayatlarını daha da berbat hale getiriyorlardı.

 Artık göz göze denebilecek mesafeye gelmişlerdi. Timur gözlerinde ağlamaklı bir korku barındırıyordu. Sadece gözleriyle bir an için “Beni öldürmeyin, evime gideyim. Zaten olabilecek en boktan hayatı yaşıyorum. İki bin lira maaş için yapmayacağım hiçbir şey yok.” dedi, tek bir kelime etmeden. “Acıması da yoktur bunların.” diye düşündü ilk başta. Fakat körkütük sarhoş olduklarını görünce, dünyayı eline alıp yöneten kâğıt parçalarından birini verebileceğini beyni ona hızlıca aktardı. Sonuçta Timur’da onlardan iki bin birim vardı. Beyaz yakalının en iyi marifeti de buydu zaten, her ay gelen ve her geldiğinde enflasyonu umursamadan aynı miktarda gelen kâğıt parçalarını, dikdörtgen bir kartta; dört haneli bir şifre koyarak saklayabilmesi.

Bir süre hayatının değerini düşünmeye çalıştı, yapamadı. Aklına sadece hayatının ne kadar kötü ve yaşanmasının dahi zaman kaybı olduğu geldi. Âşık bile olmamıştı şu yaşına kadar. Duyamamıştı karşı cinste gereken ilgiyi. Bir an için, ama sadece küçücük bir an için hayalinde yarattığı uçurumdan tek ayağını sarkıttı. Ona verilen zamanı hoyratça kullanmaması için hiçbir nedeni yoktu, isterse gider uçurumdan atlar ve göğe bile bakmazdı ama yapamadı. Eve gitmek istiyordu.

Aslında hayatına baktığında düşündüğü şu oldu: Eve gidip ne yapacaktım ki sanki?

Açıp bir kitap okumayacaktı, gecenin bu saatinden sonra kitap mı okunurdu hem? Hayatının boşluğuna yerleştirdiği başka rafine zevkleri vardı onun. Mesela, eve gidip gece bire kadar sabah programlarının özetini, ona hiçbir bok katmayacak gündemi ve anlık zevk yaşayıp beynine gün içinde sandviçinin arasına koyduğu dopamini salgılayacaktı. Kısacası parayla tutulmuş insanların, zevkle oynadığı pornoları izleyecekti. Belki, ölüm bu rezil hayatı için bir kurtuluş olabilirdi. Ama her insan zaman zaman ölmek istese de ölümün kıyısına yaklaştığı her an, içindeki şeytanları susturup korkarak hayata iki eliyle sıkıca tutunurdu. Buna da “Ölümün Ölümü” denirdi.

Bu durum hayalinde yarattığın uçurumun üç boyutlu halidir. Boyutundan dolayı ayağını sarkıtmak bir yana, yaklaşmak bile zorlaşır. İlk önce adımlarını serbest bir şekilde atarsın, ta ki alan daralmaya başlayana kadar. Kafanın içinden geçen başıboş ölüm düşünceleri, ayaklarına çiviler çakar ve sonunda seni hiç ilerlemiyormuşçasına yavaşlatır. Hafif esen rüzgâr, yediğin sağlıksız besinler sebebiyle yağ birikmiş vücudunu, avuçlarında yaşamı bitmek üzere olan bir kelebeği tutar gibi sarsar. İşte o an vücudun irkilir daha da tutunursun toprağa. Hatta bir an için en başa dönüp toprak olursun, bilirsin ki toprakla bağın hep vardır ve sonsuza kadar sürecektir. “Gerçek cesarettir yaşamak da zaten” deyip ufak bir tebessüm ile kendine küçük plasebo telkinleri verirsin. Ama vücut, ölümü, hiçbir şeyi arzulamadığı kadar arzular. Sonunda iyice yaklaşırsın uçurumun kıyısına, vücudun öyle bir titrer ki türbülansa girmiş uçak bile daha konforlu bir seyahat sağlayabilir.

Nihayetinde hiçbir haltı beceremezsin. Ama zaten hiç kimse bunu adamakıllı beceremez, ölüm böyle bir şey değildir; senin arzulayabileceğin bir hissiyat değildir, yüce bir şeydir ölüm. Hatta seni uykularından alıkoyar, hayatını mahveder. Bazen bir palto giydirir, bazen de faytona bindirir. Ne kadar arzulasan da, istesen de ölemezsin. Vücudun zangır zangır titrerken, beynin sana biraz daha ilerle ve bütün sorunlarından kurtul diyemez. Evet, bunu ister, gel gör ki diyemez. Sen de bile isteye ilerlersin içinde sabun olmak üzere Yahudi biriktiriliyormuş gibi yanan tenekeye. Yani celladına zorla da olsa yanaşırsın. Zorundasındır biraz da başka yolun yoktur. Sonunda okuduğun kişisel gelişim kitapları işe yaramış ve proaktif bir insan olarak bütün sorumluluğu üstüne almışsındır. Özgüven, yer ve zaman olarak yanlış yerde gelse de önemi yoktur çünkü bir kere geldi mi gitmeyen, kanserin başka bir çeşidi gibidir özgüven. Zamanla öldürür, kurtulmak için radyasyon yemek, yani televizyon izlemek gerekir.

Ama gel gör ki üç beş sarhoşa o vakit harcadığın kitaplardaki hiçbir bilgi işlemez, senin şaşakaldığın bilgiler onların sert kafasından içeri hücum edemez. Kısacası, anlattıklarının ve anlatacaklarının hiçbirini beyinleri almaz. Hele insan psikolojisini kullanacaksan çok geçmeden hiç uğraşmaya değmeyeceğini anlarsın. Bu hayat, onlarda sağlıklı ya da sağlıksız psikolojiye dair hiçbir şey bırakmamıştır. Onlar, günlerini gün edip yaşayanlardır. Hayyam’ın ruhunu, lime lime edip aralarında paylaşanlardır.

Bir zaman sonra sarhoşlardan biri şarabını diğer arkadaşına paslayıp iğrenç kokan ağzını halen ıslak olan montunun koluna sildi. Kendini deri çantası ile korumaya çalışan adamın yanına ağır adımlarla ilerleyip gözlerini adamın onunkinden daha sönük ve korkak olan gözlerine dikti. Adam o anlarda hem hipotermi hem de öldürülme korkusunun pençesindeydi. Her şeyin üstüne gelmesi sebebiyle, kalp krizi geçireceğini düşünmeden edemiyordu. Kalbin daha fazla dayanamaması ve bir anda bütün fonksiyonlarını durdurması çok kolaydı. Birazcık heyecan ve bir anda gelen korku yeterdi. Sonra soğuk bir odada ayak başparmağına asılmış bir etiketten ibaret kalıyordu insan. O etikette ise şöyle yazıyordu: Ex.

Kısa bir sürede, adamın yalvarır gözleri gruptan ayrılıp sadece önündeki sarhoşa yönelmişti. Sarhoş adam ağzını açtı ve olmayan dişlerini seferber edip iki bin lira maaşla çalışan elemana gülümsedi.

Timur ilk başta şok oldu “ne diye gülümsüyor bu amına koyduğum!” diye düşündü. Bu bitmek tükenmez bilmeyen küfür etme isteği, beyninde biriktirdiği ahlak normlarından dolayı her söyleyişte dilini kamçılıyordu. İçinden ana avrat sövüyordu aslında. Ama her edişinde de yıkılmaz entel ruhu, rönesans dönemi resimlerinin eskimesi gibi darbe alıyordu. Sakladığı ve toprağa gömdüğü, insanın ilk versiyonunu topraktan çıkarıp sergileme vakti gelmişti. Artık yıllanmış ve üstüne koyarak büyüttüğü, entel anıtı Berlin duvarından farksızdı.

“Senden ne canını ne de paranı isteyeceğim. Beyefendi, şarabımız bitmek üzere.” dedi, şişesini elini kaldırmadan yavaşça sallayarak. Yüzündeki dişsiz sırıtış kaybolmamış, aksine estetik bir müdahale ile daha da oturtulmuş gibiydi. Timur tüm dikkatiyle sarhoşu dinlemişti. Cevaplar küçük ve artık yozlaşmış beyninden yavaş yavaş geçti. Hiçbir boka da yaramadı. O kadar uzun düşünmesinden sonra sadece “tamam” diyebildi.

Basit bir “tamam”ı, sarhoş adamın kucağına bırakmıştı. O anda bir yanlış yaptığını anlayıp hemen boğazını temizleyerek devam etti. “Ben… Ben size para verebilirim.”

Elini cebine götürüp cüzdanını elleri titrese de çıkardı. İçinden yüz lira çıkartıp adama uzattı ve yeniden konuştu. “Alın! İşte, bütün param bu. Daha fazlası bende de yok malum maaşlarım…” diyecek oldu fakat sarhoş adam, yüz lirayı kaptığı gibi koşar adımlarla tenekenin yanına gitti.

İlk defa meme görmüş on altı yaşında bir oğlan gibi incelediler yüz lirayı. Kimileri, fetişini gizleyemeyip parayı kokladı; bazıları da emmeye çalıştı. Bu kadar büyük anlamlar yükledikleri sadece paraydı. Belki de haklılardı parayı emerken. Belki de haklılardı paraya bu kadar çok değer verirken. Adam, ufak bir şokun ardından, cüzdanı cebine dikkatlice koydu. Kaşkolünü boynuna iyice sarıp yoluna evde çok değerli bir şeyi varmış gibi devam etti.

Diğer bir sarhoş, oradan sıyrılmaya çalışan Timur’un arkasından bağırarak, iğrenç ve alaycı bir sesle “Baksana buraya! Yine bekleriz!” dedi, Timur bunu bir tehdit ve alay olarak algılasa da onları duyduğu kadarıyla buna çok komik bir fıkraymışçasına gülmüşlerdi. Ölüm korkusu, Timur’a karşılık olarak “Tabii! Geleceğim hep burada olacağım!” dedirtti. Yüzünün korkusu, tüm vücuduna işlemiş ve istemsizce titremesine halen devam ediyordu.

Bir an önce eve gelip rahatlaması gerekiyordu işte. Sigara içerdi, parasının yettiği biralardan alıp içebilirdi, hiç olmadı bir porno açıp cilveli kadının, sahibine yaptığı şehvet dolu, enfes hareketleri izlerdi. Hayatı da bu tarz filmlere benzetirdi. Konulu olanlara. Biz de bir konulu pornonun içindeydik ve her senaryoda paramızı alıp bir dahakine hazırlanıyorduk. Sahip, hayattı. Hatta hiç olmadığı kadar sahipti bizlere, kaderimizi üç cadıya bırakmadan yönetiyor ve bazen de en zor seçimlerle baş başa bırakıyordu bizi. Bu sayede zorla da olsa tecavüze uğrayıp bir kenara fırlatıyordu bizi. Yüzümüze parasını fırlatıp kenara bir yere tükürmesi de aşağılanmanın nasıl bir etki yaratacağını gözlemlemek içindi.


Park boyunca yürüyerek sadece yere baktı. Bir adam gördü, görebildiği kadarıyla. Kartonun içine sokak lambasından çok az ışık sızıyordu ve seçtiği kadarıyla, yırtık pırtık bir palto ve uzunca bir sakaldan başka hiçbir şeyi yoktu adamın. Bir evi olmasını istemeyebilirdi çünkü ona kartonu hayli hayli yetiyordu. Hatta güneşi bile istemeyebilirdi çünkü sokak lambaları ona yetiyordu. Karton uzun yıllar yaşayıp çoğu şeyi görmüş ağacın altında müstakil bir ev gibi duruyordu. Adam ise uzanmış ve oraya sızmıştı “ne boktan durum” diye düşündü, “ben böyle olmak istemezdim” dedi kendi kendine. İyi olmuştu, kurtulmuştu bu durumdan. Bir daha da uğramazdı ne bu parka ne de hayata...

Eve vardığında bir kez daha düşündü intihar etmeyi ama ölmeyi değil. Çünkü ölmeye yüreği el vermezdi. Doğumundan öncesiyle asla ilgilenmiyordu. Doğumundan önce kaç savaş olduğu ya da kaç kişinin öldüğü hiç de önemli değildi. Yaptığı tek iş ölümüne yakın ve öldükten sonraki durumdu. Çünkü o anlarda yaşamı ne kadar boş yaşadığını anlayabilecek ve pişmanlıkla toprağın en dibine gömülecekti. Haftada bir toprağını sulayacak mezarcıdan başka hiç kimse olmayacaktı yanında. Yine de intihar onun için kurtuluşun anahtarı gibiydi. Her kapıyı açamayan ama bir kapının her kilitle açıldığı bir düzen içinde başka bir ihtimal de düşünülemezdi zaten. Bir kez daha uçurumun kenarına geldi. Ayak parmaklarını iyice yaklaştırdı ama bu sefer ayağını sarkıtamadı. Dolayısıyla hayalindeki uçurum onun için bir anda özgüvensizlik kuyusu olmuştu. Vazgeçerek hayatına devam etti.

Sabah uyanıp yemek yemeden bir sigara yaktı. İlk nefesini sigaradan aldığı için mutluydu. Oksijen yerine çeşitli kimyasallar daha iyiydi Timur’un vücuduna. Ardından, komodin üstündeki bir bardak suyu içti. Bu da uyanışın ikinci aşamasıydı. Dumanı suyla karıştırıp mideye yollamak, böylece karnı biraz da olsa doydu. Yatak artık onu istemeyince kalktı ve banyoya yüzünü yıkamak üzere yol aldı. Yüzünü yıkadıktan sonra, artık hiç önemsemediği dişlerini yarım yamalak fırçaladı. Salona, o küçük yetiştirme yurduna ilerledi, evi ilk defa görmüş gibi inceliyordu. Buna dünün şokunu atlatmak denirdi. Duvarlara astığı birkaç fotoğraf ve birtakım tablolar vardı. Artık ne fotoğraftakileri tanıyordu ne de tabloyu çizenleri. Hiçbir şeyin anlamı kalmadıkça onun da hayatının bir anlamı kalmıyordu. Çünkü böyle bir hayatı yaşamak, dibine kum serilmiş bir binaya yüzlerce liralık yatırım yapmakla aynıydı. Uzun koridoru geçip salona geldiğinde dikkatini çeken ilk şey, dün bıçak darbelerine şahit olmamış suni deriden yapılma çantasıydı. Dünün kahramanı ve korkağı oydu. Düşünmek istemiyordu artık. Tekli koltuğun kenarına çapraz olarak fırlatılmış çantayı omzuna aldı ve dış kapıya yöneldi. Aklına bir deyim geldi ama komikliğin ya da nokta atış sözlerin yeri değildi. Onun yerine, kimseyi uyandırmak istemezcesine yavaşça kapıyı açtı ve arkasından kapatıp kilitledi. Kedi edasında merdiveni indi ve apartman kapısını da açınca ölmemiş olduğuna dua etti.

Bazen sadece hayatta olduğu için onu yarattığına inandığı tanrıya şükürler eden insanları görürdü. Anlam veremez ve üstüne dalga geçerek “sen zaten bir kuklasın, tabii var olacaksın.” derdi. Şimdi anlıyordu ki aslında her düşüncesi boşuna ve anlamsızmış. Üç cadı değilmiş kaderi yöneten, kendisiymiş.

Kendi “beyaz yaka” tabiriyle, iki bin lira alıp yaşadığı bu hayatı seviyordu. Gömleğinin yakasını düzeltip pantolonunu paçasını düzeltti. Gömleğinin cebinden bir tane daha Camel White çekip yaktı, bırakacağına sözler vererek.