bir gülüş, biraz umut ve iki çimdik tutku. geride bıraktığımız şeyler bunlardı. gözlerimizin önünden gelip geçen minik jestlere, saçma hediyelere ve her aşığın birbirine söyledikleri içi boş kelimelerle dönmüştü bağlantımız. belki bu yüzden kaybolup gittiğini çok net fark etmedik. zaman dedik, iki birey ve zamanla olan savaşları diye avuttuk kalplerimizi; boşuna attıklarını, artık pompalayacak kanı kalmamış kalplerimizi... 

ne kadar sokak, şehir, ülke girdiyse aramıza o kadar hayata karşı soğudum ben. gözlerim bomboş bakmaya başladı, gri bulutların arkasındaki parlayan dolunayı göremedim bir türlü. sırtını göre göre alıştım göğsümdeki acıya. belki senin de acıyordur oracığın ama ben nerden bilebilirdim? 

tanıyamaz olduk birbirimizi; ağzımızdan çıkan sözleri, gözlerimizden süzülen bakışları… artık her gönülden cümle bizi şüpheye düşürür, her ufak hediye bizi rahatsız ettirir. bir fidanın yarısıydık ve sadece yarım olarak kalamazdık. belki de fidan daha çiçeklenmeden solmuştu ama ikimiz de yarısıydık ve sadece yarım olarak kalamazdık. yapamazdık işte bu zalim, soğuk dünyada. en azından ev gibi hissediyorum yanında. kendimdeki boşluğu sende de görmek bazen ev gibi hissettiriyor. acaba sen de benim bükük boynumu görünce böyle hissediyor musundur?

ellerinin gezdiği yerlere dokunuyorum hafifçe; koltuğun kenarında, baş ucu kitabının yumuşak sayfalarında, hep sarıldığın o battaniyede ve saçlarımın arasında uçuşturuyorum parmaklarımı. eskisi gibi hissettirmiyor… acaba sen de omuzlarına sarılıyor musundur benim dokunuşumu tekrar yaşamak arzusuyla? bilmiyorum, ve galiba bilmek istemiyorum… belki sonuna kadar soluk bir fidanın iki yarısı olacağız, fakat kimse bizi sulamayacak. sadece kendin ve içindeki eski sen için bir söz ver ve bir daha aşık olma. özellikle de tekrar bana…