Mai ve Siyah romanı, Ahmet Cemil ve ailesi etrafında dönen klişe hikâyeyi konu alan, Halit Ziya Uşaklıgil'in kaleme aldığı eserdir.


Ahmet Cemil babasını küçük yaşta kaybetmiş, annesine ve kız kardeşine karşı büyük sorumluluk hisseden, iyi şekilde para kazanmak için her yolu deneyen ve kendisine çizdiği yolda adım atarak matbaa kurmak isteyen bir başkarakterdir. Herkesin dilediği gibi; annesine ve kız kardeşine iyi bakmak istemektedir, güzel bir hayat sürmelerini istemektedir.


Ahmet Cemil bir süreden sonra kız kardeşini matbaa sahibi olan bir bey ile evlendirir ama o evlilik kız kardeşinin sonunu getirir. Artık hayat Ahmet Cemil için anlamsızlaşmıştır. Sevdiği kadının da başka biriyle evlendiğini öğrenince hayata karşı artık beklentisi de umudu da kalmamıştır. Annesi ile vapura binerek bütün yaşanmışlıkların olduğu memleketini terk etmiştir. Romanda eksiklik, yoksunluk söz konusudur. Kitapta kaçış konusu, çocukluğuna geri dönmek istemesi düşüncesi var mıdır? Bir ihtimal olabilir çünkü babası küçükken vefat etmiş, çocukluğunu yaşayamadan büyümek zorunda kalmıştır.


Çocukların yorum yetenekleri yoktur, soru sorma ama cevabı yetişkinden bekleme vardır. Mai ve Siyah'taki çocukluğa dönüş konusu reel dünyada dönebileceği bir yer değildir. Döndüğünü düşünüp döndüğüne dair hareketler sergilemesi onun aklını yitirdiğini gösterir. Evet, maziyi düşünüp içerleriz ama oraya kesinkes dönmek durumu bizi deli konumu ile karşı karşıya bırakır. Bu çocukluğa dönmenin yanı sıra baba ve tamamlanamamış anlarda eser eksikliği göze çarpar. Ama romanda asıl eksik olan şey o mudur? Evet, onlar da eksikliktir fakat romanı tam anlayıp yorumlayabilmemiz için eksik olan şeyi bulmak gerekir. Eksik, yoksun olan şey “okur”dur.


Biz romanı okurken o dönemin şartlarına, yazarın kişisel hayatıyla olan ilişkisine bakıyoruz, kendimizi bir çerçeve ile sınırlandırıyoruz ve romanın asıl anlatmak istediği şeyi anlamıyoruz. Roland Barthes'ın, Yazarın Ölümü denemesinde dediği gibi: “Kitabı oluşturan şey yazar değil, dildir. Ama şekillendiren kişi okurdur.” Romanı okurken kendimiz ile bağ kurarak herkesin çıkarttığı anlamı değil de kendimize özgü fikrimizi sunmak her zaman bizi daha farklı kılar. Romanı, dönemi ve yazarı ile ilişkilendirdiğimiz zaman, romanı kendimiz ile uzak tutmayı bırak, dili sınırlayıp örtük bir hale sokuyoruz.


Romanda "Masanın başında yedi kişiydik," denildiğinde orada sadece yedi kişinin olduğu değil, sessiz, gergin bir ortamın var olduğunun anlaşılması gerekir. Romanı sınırlayarak onu sadece tekdüze bir hale sokarız. O zaman, edebiyat tekdüze olduktan sonra ne heyecanı ne de merak uyandırıcı bir tarafı kalacak.


Okurun sorumluluk olarak bireyselleşme eğiliminde olan romanın toplumsallaşmasına mani olması gerekir. Bu bizim Mai ve Siyah'ı en baştan yanlış okuduğumuz anlamına gelir çünkü hep aklımızda şu düşünce vardır: Kitapları yazarın geçmişini, otobiyografisini ele aldığı, çektiği zorlukları dönem ile ilişkilendirdiğini düşünerek okuyoruz. Bu da bizi iyi bir okur değil, dili sınırlayan, başka perspektifler getiremeyen okur yapar. Asıl okurluk romanda yazılan yazıların altında yatan manaları anlayarak yorumlamaktır ve romanı toplumsallıktan kurtararak bireysel bir hale getirmektir.