“— Yani oğlunu Gürcüler mi öldürdü?

— Evet, ama ne fark eder?

— Nasıl yani, oğlunun mezarının yanına bir Gürcü gömdün.

— Ahmed, fark eder mi?

— …

— Cevap ver!

— Hayır, fark etmez.”


Cemre düştü. Mandalinalar filizlendi. Hayat, hayat buldu. Sonra bir ses değdi yüreklere savaş karşıtı İsviçreli yazar Hermann Hesse’in Öldürmeyeceksin adlı kitabından: “Yeryüzündeki bütün yasa kitapları gün gelip cana kıymayı yasaklasa, hatta savaşta öldürmeler de yasak kapsamına girse yine de 'Öldürmeyeceksin' çağrısı sona ermeyecek. Çünkü öldürme eylemini yalnızca o aptalca savaşlarda yapmıyoruz… Dört bir yanda yaşam bekliyor bizi, dört bir yanda gelecek çiçek açıyor, oysa biz hep birazını algılıyoruz bunun; pek çok şeyi ayaklarımızın altında ezip geçiyor, adımbaşı öldürüyoruz.”


Mandalina Bahçesi ya da Mandalinalar… 90’larda kimsenin anlam veremediği her savaş gibi anlamsız olan Gürcü-Abhaz savaşını konu ediyor film. Savaş ve yıkım başlamıştır. Savaştan yüzyıl önce bölgeye Estonyalılar yerleştirilmiştir. Ancak savaş, onları köylerini terk etmeye ve ana vatanlarına dönmeye zorlar. Ivo ve Magnus ise dönmek istemez. Çünkü onlar tüm ümitlerini köylerine bağlamıştır. Mandalina ağaçları dikmişlerdir ve hasada başlayacaklardır. Başlayan savaş tüm planlarını altüst eder. Bir gün iki yaralı asker bulurlar. Bu askerlerden biri Gürcü, diğeri ise Çeçen’dir. Savaşta karşı cephelerde savaşan bu iki asker, Ivo ve Magnus’un inanılmaz mücadelesi sonrasında dost olurlar.


Mandalina Bahçesi bir savaş filmi değil. Savaşın güzel olan her şey gibi insanlığı da öldürdüğü bir ortamda sakin, sevgi dolu, iyi kurgulanmış ve yer yer de gülümseten bir insanlık öyküsü. Dinî, etnik ve milliyetçi nefretin her yeri kapladığı bir ortamda bir barış ve insanlık çağrısı aslında. Savaşın anlamsızlığına ve insanlığa dair güçlü bir çağrı. Karışık bir durumun saçmalığını ortaya serebilmek için ya durum karikatürize edilmeli ya da minyatür hale getirilmelidir. İşte Mandalina Bahçesi de Gürcü-Abhaz savaşını alıp bir evin içinde minyatür bir savaş haline getirip bize sunuyor. Dinsel ve milliyetçi bir nefret ile başlayan süreç, iyi bir kurgu ve zekice -az ama öz- yazılmış diyaloglar ile bir insanlık öyküsüne dönüşüyor.


Gürcü yönetmen Zaza Urushadze, Gürcü-Abhaz savaşı gibi izleri ve etkisi toplum üzerinde hâlâ süren bir savaşın ortasında; bir Estonyalı, bir Gürcü ve Abhazya adına savaşan Çeçen bir asker arasında yaşananları aktarırken politikaya bulaşmadan veya bu hassas konuda taraf tutmadan politika üstü bir bakış açısıyla insanlığa bakıyor. Zaza Urushadze filmi hakkında verdiği bir röportajda bunu şöyle açıklıyor: “Filmim, devletler arasındaki siyasi mücadeleye dair bir ifade veya bir şekilde bu mücadeleye bulaşan bir söylem olarak algılanmamalıdır. Bu film, her şeyden önce, kendi istek ve kontrolleri dışında gelişen ve onları insanlığından vazgeçmeye zorlayan bir savaşın içinde kalan insanlar hakkında bir hikayedir.”


Savaş insanoğlunun yaradılışından itibaren var olan, insanlıktan uzak bir gerçekliktir. Yıllardan beri uluslar gerek etnik, gerek dinî birçok sebep için birbirleriyle savaşmışlardır. İnsanoğlu var oldukça gelecekte de yeni sorunlar var olmaya devam edecektir. Aslında verilmek istenen mesaj filmin konusuyla, güçlü bir espri anlayışıyla birlikte filmin sonunda verilmiştir. İnsanların hep birlikte barış ortamında yaşayabileceklerine dair umut yeşertilmesine karşın filmin sonunda yine savaşa bir arada yaşayanların sebep olacağı gerçeği aktarılmıştır. Afiyetler dilerim…