Beşinci sınıftaydım. Sinem adında bir kız vardı. Sinem benden bir yaş büyük ancak eteğini kıvırdığı zaman anında tevellüdü üç sene geriye giden, dönemin trendlerini yakinen takip eden, Sergen'in Sergen olduğu zamanları kasıp kavuran bir güzellik. Her an kaybetme korkusuyla peşinden ayrılmıyorum. Kızın yakasına kader kadar kuvvetli yapışmışım ama yine de bu bunaltan bir yapışkanlık değil. Çok fazla soru sormuyor, pek gülümsemiyor, onu gördüğümde görmezden geliyor ve hatta zaman zaman onun icadından bihaber takılıyorum.


O sene sabahçı olduğum için altı buçukta kalkıyor, eğitim öğretim köleliği üniformamı giyiyor, saçlarımı jöle kutusuna sokuyor, evde bulduğum en güzel kokulu oda parfümünü üzerime boca ediyordum. Her sabah Sinem’in oturduğu sitenin önüne gidip kanatlı kapının önünde onu bekliyordum. Kapıda incecik bacakları belirince içten içe gülümsüyor, onun yarım ağız tebessümü ve baş selamını estetik bir biçimde göğsümde yumuşattıktan sonra kirpiklerinden havalanan yılgın sabah serçelerine yuvalarına kadar eşlik ediyordum.


Bizim ev okula görece daha yakındı ama delikanlı adama koymaz bu gibi meseleler. Bir de ablası var bu Sinem’in. Yirmi, bilemedin yirmi bir yaşlarında. Her sabah Sinem’den yedi dakika önce çıkar, suratına yapışan uykunun tahta beşiğinde sallanarak apartman kapısının camından şekline şemailine bakar, siteden çıkana kadar ağzındaki tel tokaları saçlarına takarak kadınlığın pratikliği üzerine aforizmalar yazar. Kanatlı kapının önünde beni görünce, “Günaydın ablacım, Sinem birazdan gelir.” der ve gülümseyerek uzaklaşır. Aradan kaç sene geçmesine rağmen şimdi oraya gitsem, sabahın sikinde orada öylece beklesem, Sinem’in adını bilmediğim ablası beni görünce hiç yadırgamadan aynı şeyleri söyler, eminim. Sonra bir sigara yakar onu takip ederim gençliğimin ve güzelliğimin verdiği tüm cüretkarlıkla. Buhara Caddesi üzerindeki Güler Düğün Salonu'nun önünde dolmuş beklerken yaklaşırım yanına. “Siktir et şimdi Sinem’i falan, senin adın neydi?” derim. Adını unutmuş da hafızasını bende arar gibi uzun uzun bakar suratıma. Bu cüretkâr tavrım biraz şaşırtır onu. İsmini bağışlarken boğazında kederli bir neşter varmışçasına, iki dudağını ayaklı Singer'le birbirine dikmişler de dikişi patlatmaktan korkarcasına kısık bir tonla söyler. “Uzak memleketlerde sefalet içinde yaşayan çocukların yüzü var gözlerinde, öyle mahzun. Bana her gülümsediğinde bu dünyanın kaç köşeli olduğunu düşünüyorum.” derim ona. Belki elini tutmaya falan yeltenirim, belki beklenen dolmuşa ben de biner, şehrin kaosunda eriyip yok olmaya çalışırım.

 

Birkaç hafta bu rutin devam etti. Altı buçukta kalk, eğitim öğretim köleliği üniformanı giy, saçları jöle kutusuna sok, evde bulduğun en güzel kokulu oda spreyini üzerine boca et, Sinem’in evinin yolunu tut, Sinem’in adını bilmediğin ablasıyla kısa bir sabah sohbeti et, yedi dakika sonra Sinem’in ince bacaklarını gör, kirpiklerinden havalanan yılgın sabah serçelerine yuvalarına kadar eskortluk yap, Sinem’in yanağına bir öpücük kondur, arada bir iki rekât bir şeyler konuşup aşk yuvamıza doğru yol al. Her gün bir öncekinin kopyasıydı artık ve bu sinir bozucu bir durumdu. Artık farklı bir şeyler yapıp bu işe heyecan getirmek istiyordum. Küçük beynimi zorlayınca ya gidip Sinem’i dudağından öpmek ya da müdürün odasına dalıp anasına avratına nazik ve gereksiz bir taşlama yapmak geldi aklıma. İlk seçenek daha tehlikesiz geldi, kız sevgilim sonuçta, zaten ilk seçenekler daima daha tehlikesizdir.

 

Zekice bir plan yaptım. Altı buçukta kalk, eğitim öğretim köleliği üniformanı giy, saçları jöle kutusuna sok, evde bulduğun en güzel kokulu oda spreyini üzerine boca et, Sinem’in evinin yolunu tut, Sinem’in adını bilmediğin gizemli ablasıyla kısa bir sohbet et, yedi dakika sonra Sinem’in ince bacaklarını gör, kirpiklerinden havalanan yılgın sabah serçelerine yuvalarına kadar yarenlik et, Sinem’in dudağına ince bir öpücük kondur, arada bir iki rekât bir şeyler konuşup okulun yolunu tut. Hayatımın en heyecanlı günüydü, ilk defa birini dudağından öpecektim, hem de beşinci sınıfta, boru mu?


Sinem’in adını bilmediğim ablası çıktı kapıdan, bugün bir ayrı güzel, “Günaydın ablacım, Sinem birazdan gelir.” Dokuz dakika sonra Sinem geldi, bugün iki dakika geç kaldı, bir problem olmalı. Kanatlı kapının demir sürgüsünün önünde gördü beni. Avuçlarımda iri iri alev topları hissettim, çivi yutmuş gibi oldum, otuz beş ekran SEG marka tüplü televizyonu ekmeksiz mideye indirmiştim sanki. Adımları sıklaştıkça kardiyograf cihazı geldi gözümün önüne. Heyecan kulaklarımda birikip hacim kazandı, heyecandan ölen var mıdır acaba? Baktıkça istikbalime mücrim gibi titriyordum. Gözlerimin iskelesinde nahak yere sallanıyordu dünya. Mütereddit bir köstebek vardı içimde, oydukça oyuyordu deli gönlümü. Ruhum takallüsü her zerremde hissediyordum. Gözlerim mutat zevatı seçemiyordu, dünya yabancılaşmıştı artık; nakavt.

 

— Seninle bir şey konuşmam gerek Oktay.

— Evet, dinliyorum.

— Burada olmaz, oturalım bir yere.

— Okula geç kalırız.

— Gitmeyelim bugün.


Ciddi bir problem olduğu muhakkak. Bir aşağıdaki sokağa indik, parkın ağaçlarla kaplanmış banklarından birine oturduk. Eteğini iki bacağının arasına sıkıştırıp ellerini arasında birleştirdi. Omzunun üzerinden arkamızda kalan güneşe gözlerini kısarak baktı. Ağzından çıkardığı bulut kümesinin arasından bir şeyler söyledi, dudağının hemen üzerindeki beni öpmek istedim o an, basınçtan kulaklarım kapanmıştı, “Anlamadım.” dedim.


— Artık sabahları beni almana gerek yok.

— Peki akşamları bırakmama?

— Akşamları bırakmana da gerek yok.

— Teneffüslerde yanına gelmeme?

— Teneffüslerde yanıma gelmene de gerek yok.

— O iki dakika geç kalmanın alamet-i farikası bu muydu?

— Anlamadım.

— İki dakikada mı aldın bu kararı?


Şiddetli bir çavlan uçurumdan aşağı döküldü. Akıntıya doğru yüzüyordum. Sinem ise çavlanın kuytusunda saçlarını örüyordu. Suyun içi cıvık kanla doluydu. Suyu dolduran kan, yüreğimin ‘en acılı film sahneleri’ bölümünden akıyordu. ‘Yüksek sesli işgünü sabahları ve ambulans sirenleri’ baharatıydı suyun. ‘İhanet dolu aşklar’ ormanının ‘sahtekâr kalpler’ isimli meyveleri düşüyordu Newton’un kafasına. Bütün hayallerimi sustalıyla deşiyordu Tatar Ramazan. Bütün yaralarım Vivident Stormingle yama edilmiş gibi bir bir patlıyordu. Aragon fısıldıyordu kulağıma, “Mutlu aşk yoktur.” diye.

 

Psikolojik enkazımın altından birkaç milyon saniye sonra ytongları fırlatarak kurtulabildim. Sinem’in dudaklarına meyus bir öpücük kondurdum. Başım dönüyordu. Ayrılığın baş döndürücü etkisi değildi bu, sanki asırlardır orada nefes nefese, birbirine değen ruhlarımızın soysuz unutkanlığıyla, dudaklarında ihanet, kırgınlık ve tuzlu gözyaşlarıyla, uygun zamanda ve uygun mekânda, şartları olanaklı hale getirip de bir şeyler paylaşmanın verdiği baş dönmesiydi.


Birkaç hafta gizliden takip ettim Sinem'i. Adını bilmediğim ablası hala aynı, hep aynı. Bir süre sonra oraya Sinem için değil de ablası için gitmeye başladığımı fark ettim. Dolmuşa binene kadar uzaktan gözlüyor, binip gittiğinde ise araç gözden kayboluncaya dek arkasından bakıyordum. İçten içe Sinem’in adını bilmediğim ablasına mı aşık oluyorum lan yoksa diye düşünmeye başladım. Her sabah nereye gidiyordu bu kız? Bu kadar erken hangi iş yeri açılıyordu? Bu sorular aklımda büyüdükçe anıt kesilmişti, her gün bir önceki günün kopyasıydı artık ve bu oldukça sinir bozucuydu. Artık farklı bir şeyler yapıp bu işe heyecan getirmek istiyordum. Küçük beynimi zorlayınca ya gidip Sinem’in adını bilmediğim ablasına açılmak ya da müdürün odasına dalıp anasına avratına nazik ve gereksiz bir taşlama yapmak geldi aklıma. İlk seçenek daha tehlikesiz geldi, Sinem’in adını bilmediğim gizemli ablasıydı sonuçta, zaten ilk seçenekler daima daha tehlikesizdir.

 

Şöyle söyledim kendime, “İşte biz bu dünyada canımızı yakana canan diyoruz. Bir şekilde hayatını ertelemiş insanlara dolu bu şehir. Herkes kendi yarım kalmışlığını başka bir yarımla tümlemeye çalışıyor. Kimsenin tamamlandığı yok, yarımlığımız da tükeniyor gittikçe. Şanımız da şöhretimiz de yerin dibine batsın. Gözyaşlarımız yazacak bizim destanımızı. Bütün yarım kalmışların şerefine kaldırıyorum kadehimi, hiç bütünleşemeyecekler adına atıyorum bu adımı, yatan iddia kuponlarından kitap ayracı yapanlar için yazıyorum bunları. Babamın verdiği harçlıkla sigara aldığım gün allah belamı verdi.”


— Vaktin varsa birbirimizi daha iyi duyabileceğimiz bir yerde konuşmak istiyorum.

— Ne hakkında?

— Kendini haklı sanan haksızların haklıların hakkını yemesi hakkında.

— Anlamadım, dedi. Bağırarak tekrarladım.

— Neden bağırıyorsun? Dibindeyim zaten.

— Dibimizdekiler bizi en zor duyanlar değil midir?

— Anlamsız konuşmayı sürdürecek misin?

— Evet.


Gayet ısrarcı olduğuma kanaat getirip uykulu gözlerini birkaç saniye çehremde gezdirdi. Korkunç bir rüyada olduğunu düşünüyordu sanırım ve sadece bir rüya olduğunu kabullenircesine rahatlamış bir ifade vardı suratında. Çakıldığı yerden bir hışımla kalktı. Arkasında bıraktığı bana bakmadan bindi dolmuşa. Dışardan öylece baktım yüzüne, tek kası bile oynamıyordu, belki ölmüştür diye düşündüm. Dolmuş güne doğru usul usul giderken ceplerimi kontrol ettim. Ceplerimde kalan son paranın bir kısmıyla üç maçlık kupon yaptım. Diğer kısmıyla iki tek sigara, birazcık umut, bir paket vivident storming, kalanıyla da dünyaları aldım.


Bu öyküyü yazarken şu müzikleri dinledim:


-Neşet Ertaş/Dost ile Sohbet

-Mehmet Güreli/Sen ve Ben

-Selami Şahin/Ben Sevdalı Sen Belalı

-Münir Nurettin Selçuk/Dertliyim Ruhuma Hicran

-Aşık Mahzuni Şerif/Ben Beni

-Bob Dylan/Man in the Long Black Coat


*Görsel Wombo Dream yapay zekası ile yapılmıştır.