Çaypazarı, 1989


Hayatlar hayatlara, hayaller hayallere değerdi. Bir kasaba, bir insan ya da bilmeden paylaşılmış bir hayal insanları bazen aynı yere, bazen birbirinden en uzağa fırlatırken zamanın içindeki insanlar birbirinden habersizce yaşıyordu. Küçük bir kasabanın en az bilineni, bazen kimsenin unutamadığına dönüyordu. Unutmak pek çok açıdan insanı korusa da aynı hikayelerin yeniden yaşanmasına, acıların yenilenip de daha fazla acıyı yanına alarak bir sonrakinde daha fazla acıtmak için kayıplara karışıyordu. Kayıplarının arasında unuttukları ile yaşayanlar ise unuttuklarından da habersiz bir başkasının tek hayalini ve umudunu hiç düşünmeden söküp alıyordu. Bir hikayenin başı, ortası ve de sonu başka hikayelere ve hayatlara değerken, sonun veya başın neresi olduğu gerçeği anlaşılmazken bir zincire bir yeni halka daha ekleniyordu. Zincirin nerede bittiğini bir an bile sormak mümkün değilken her acı bir başka zincir olmaktan öteye gidemiyor, gitmiyordu.

Kasım ayının bulutsuz ama kemiklerini donduran bir ayazın olduğu bir cumartesi gününde baba evinden çıkan Hülya, kocasının evine gidiyordu. Davulların zurnaların çalınması bitmezken insanlar eğlense de o bunların hiçbirini bir an olsun istemiyor, buna engel olamıyor, orada öylece duruyordu. Engel olmaya çalıştıkları elinde kalmış, tutunduğu dallar kırılmışken başka bir yolu istediği halde ne yazık ki bulamamıştı. Başına gelenlere de gelecek olanlara da kayıtsızlaşmış görünüp bir taş gibi dursa da kalbi de düşünceleri de bir yangın yeri gibiydi. Öyle bir yangın ki sönmesinin ihtimali yoktu. Yakacağı tek bir şey kalmasa bile yanmaya devam edeceği belliydi. Küllenmeyecek bir ateş içinde yaşayacakken yaşamını ne kadar zaman sürdüreceği de bir muammaydı. Yaşamak istemiyordu ama kendini öldürmekten de korkuyordu. Dünyanın cehennemine dayanamayıp kendi canına kıyar, bir masumdan bir günahkara dönerse ahiretin cehennemine nasıl katlanacağı belirsizken düşünceleri her an değişiyordu.

Baba evinden çıkıp o evi geride bırakırken ardına bakamamıştı. Bakışları elindeydi ve kendi elinden başka bir şeyi görmeyi de istemiyordu. Düğün salonuna gidiyor olması ona bir anlam ifade etmezken ölüme gitmek ile yanındaki adamla evlenmek arasında bir fark olduğunu düşünmüyordu. Hayatının elinden alındığını düşünüp kına yakılan ellerine gözyaşlarını düşürürken aslında hayatının hiçbir zaman elinde olmadığını bir an için kendine itiraf etti. Geride kalan yaşamın yirmi altı yıllık kısmında da bu anın sonrasında da kendine ait bir hayatı yoktu. Tıpkı annesi gibi o da hiçbir şeye kendisi istediği için sahip olamıyordu. O en sonunda istediğine kavuşmuş olsa da kendisinin bu kadar şanslı olmayacağını daha ilk anda anlamıştı. Onunla kendisi arasında çok ama çok büyük bir fark vardı.

Hülya ile annesi Elif arasında hem benzerlikler hem de farklılıklar vardı ve ilk fark görünüşlerindeydi. Yüzleri birbirine ikiz kardeşler kadar benzemesine rağmen annesi uzun boylu bir kadındı. Babası da annesi de uzun, kavaklar kadar uzun ve güçlü olan iki insandı. Daha annelerinin karnından çıktıkları anda annesinin de babasının da çok uzun olduğunu düşünürdü. Annesi her zaman gülerdi, yani en azından Hülya için bir zamanlar her an güldüğüne dair anıları vardı ama bu anıların bir rüya mı gerçek mi olduğunu anlayabilecek kadar ona sahip olmamıştı. Yine de orada, hâlâ anılarında ve kalbindeydi.

Elif bir köyde bir ağanın kızı olarak doğmuştu. Şımartılan, el üstünde tutulan her neyi isterse elde etmişti. Uzun boylu, kara gözlü, yay kaşlı ve bembeyaz tenliydi. Onu bir görenin bir daha unutması mümkün değildi. Mutlu bir çocukluk geçirmiş ama sonra mutlu olamamıştı. Elif Hülya’nın babası Cemil ile evlenmeden önce üç kez evlenmiş ama asla evliliklerini devam ettirememişti. Çocuğu olmadığı için onu kusurlu görenler çoğunluktayken o kimselere inanmamıştı. Son evliliğinin bitip baba evine geldiğinde köye geri dönen Cemil’i görüp sevmişti. Lakin kendisi üç kez evlenmişken bekar bir delikanlıya kendisini yakıştırmayacaklarını da biliyordu. Kendi bile kendisini onunla bir göremezken bu sevdayı unutmaya niyetliydi. Niyeti bu olsa da hayat ona başka bir ihtimali hazırlamıştı. Cemil onunla evlenmek istemişti ve babası da onu reddetmeyi aklından geçirmemişti. Ummadığı bir düş bir an sonra gerçeği olmuştu.

Hayali gerçeği olan Elif ile Cemil arasında on yaş vardı. Elif Cemil’den büyüktü ve bu asla unutturulmadı. Bir anda gerçekleşen bir hayalle on yıl evli kalıp üç çocukları olurken Elif’i baba evine göndermek için bahane üretenlerin bahanelerinin gerçek olmadığı aşikardı. Ana hayatın Elif’e fazla iyi davrandığı da ortadaydı. Canlarını bir şekilde sıkacak, onları üzecek bir şeylerin yola çıktığı evliliklerinin beşinci yılında yavaş yavaş kendini belli etti. Sevgi ve Hülya’nın doğumundan sonra Cemil’in annesi bir erkek torun istediğini hiç çekinmeden yüzüne der olmuştu. İlk günden beri her daim erkek torun isteyen kayınvalidesinin altı tane oğlu vardı ve erkek çocuktan başka bir çocuk olamazmış gibi konuşurdu. Bu nedenle ikinci kez hamile kaldığında bebeği erkek beklemiş, erkek çocuğu olacağına inanmıştı. Lakin kucağına Hülya’yı vermeleri ile her şey tuzla buz olmuştu. Üzerine hastalığı da geldiğinde hayat Elif için her gün daha fazla can sıkıcı ve üzüntü verici olmuştu.

Elif Hülya’nın erkek olmamış olmasına üzülse de onu sevmediğini söylemek bir an da olsa gerçek olmamıştı. Birbirlerini sevmişlerdi ve kocasını sevdiği kadar çocuklarını sevmekten de kaçmamıştı. Yine de üçüncü hamileliğinden sonra birlikte geçirecekleri günlerinin azaldığını anlamıştı. İstediği oğlu kucağına almış olsa da bu gerçekleşen son dileğin belki de bir şekilde son dileği olduğunu anlamıştı. Doğum yapmasından sonra her geçen gün kötüleşmişti. Daha iki yaşına basalı birkaç gün olan oğluyla doya doya zaman geçiremeden, ona kızları kadar bakamamış iken ölmüştü. Bu annesinin istediği bir son olmadığı halde Hülya her daim annesini suçlamıştı. Gitmesine, onları yalnız bırakmasına neden olan hastalığı umurunda değildi. Sadece gitmemiş olması ve yanlarında kalmasını dilemiş ama ilk dileği gerçekleşmemişti. Ki o günden sonra bir daha da düşlerinin gerçekleşeceğine inanmamıştı.

Karısını kaybeden bir adam ve anneleri ölen üç çocuk için hayat kolay devam edecek bir yapıda değildi. Bir kez hayatın en kötü yüzünü karşısında bulanların bir kez daha onunla karşılaşması kaçınılmazdı ve onlara olan buydu. Baba çalışırken kızlar ya evde ya okuldaydı. Küçük kardeşe bakmak çoğunlukla Cemil’in yengesinde olurdu. Kızlar okuldan eve geldiklerinde kardeşlerinin bakımını ise Hülya üstlenirken Sevgi ev işleri ile ilgilenirdi. Buna karşın ikisinin de yapmadığı bir şey olmazdı. Yemek yapmaktan evin düzenine kadar her şey anneleri öldüğünde dokuz ve altı yaşında olan kızların üzerine yüklenmişti. Oyun ile işleri karıştırıp hayatlarına devam ediyorlardı ama bir annenin olmadığı her zaman akıllarında ve gerçeklerindeydi. Anne olmadan kendileri yaşamayı öğrenirken neyi ne kadar öğrendikleri anlaşılabilecek kadar kolay olmaktan uzaktı.

Sevgi daha on yedi yaşındayken babasının tüm isteksizliğine rağmen evlendi. Küçük olduğunu, evliliğin onun sırtına çok büyük yükler bindireceğini kızını anlatmasına rağmen kız yengesine inanmıştı. Evliliğin bir kurtarıcı olduğuna inanıp baba evinde iş yapacağına koca evinde keyif süreceğini düşünerek evliliğe razıydı. Babasının sözleri onun bir kulağından girip öbüründen çıkarken Cemil için yapılacak bir şey kalmamış, kızının daha dünyayı da kendini de görmesi mümkün olmamışken onu evlendirmiş ve sevemediği damat adayına kızını emanet etmişti. Kızına her zaman geri gelebileceğini, baba evinin kapısının ona her daim açık olduğunu söylemişti. Ancak kızı eve asla geri gelmeyi düşünmemiş, eve dönmeyi bir kusur sayıp evliliğindeki mutsuzluğunu devam ettirmişti. Cemil ise daha ilk günden sevmediği damadını bir kez olsun sevmemiş olsa da torunlarını asla sevmemezlik ettiği bir ana sahip olmamıştı.

Ablasının evliliğinden sonra Hülya’nın üzerine bütün evin yükü binmişti. İlkokuldan sonra okumak istese de ablası okula gitmemişken babası kızının devam etmesine izin verememiş, büyük kızının kalbini kırmamak istemişti. Büyük kızı evlenip gitmiş iken de bunu yapmayı asla düşünemeyecek hale gelmişti. Hem kendisinin hem de oğlunun bakımı için bencillik etmiş, bunu da asla affetmediği, unutmayacağı bir günahı olarak kendisinin boynuna asmıştı. Hayat bir şekilde akıp giderken oğlunu okutmak istese de oğlu da okumamayı seçmişti. Annesinin bakımı olmadan büyüdüğü için daha hassas ve hastalıklı olan oğlunu zorlamayı istemediğinden de evlatlarının birinin hayali olan hiçbirinin gerçeği olmamış ve unutulmuştu.

Sevgi’nin evlenmesinin üzerinden altı yıl geçmişken Hülya’nın erkek kardeşi bir kaza sonrasında ölmüştü. Gece geç saatte karanlıkta yol kenarından giderken bir minibüsün ona çarpması ile zaten nazenin olan delikanlı son nefesini vermişti. Olabilecek pek çok ihtimalden biri bu olsa da gece ne için yolda olduğu gerçeği aile arasında bir tür unutulmayan acıya daha dönüşmüştü. Çünkü oğlanın o saatte yolda olmasının sebebi ablasıydı. Onun yanında kalmak için birkaç günlüğüne Hanpazarı’na gitmişti. Onunla kaldığı ilk günde kavga ettiğinde eve dönmeye karar vermiş, akşam olmaya yakın bir zamanda henüz güneş batmamışken yola çıkmıştı. Köye giden yola dönmeden şehir yolundayken minibüsün kurbanı olmuştu. Issız ve karanlık yolda ölü bedeni öylece dururken evinde ne olduğu da belirsizdi.

Kardeşinin öldüğü gece hiçbir şeyden haberi olmayan Hülya’yı uyku tutmamış, evin üst katındaki camdan karşıdaki dağı izlerken köpek hiç susmadan uluyordu. Köpeğin susmaması canını sıksa da onu durdurmanın yolu olmadan Sarıkız adı verilen düzlük alana baktı. Gökte tabak gibi olan ay bulutsuz geceyle de birleştiğinde düzlüğü tam hali ile gözünün önüne sererken orada geceleri ermişlerin dolaştığını anlatan babanesi aklına geliyordu. Elinden çekmediği eziyet kalmayan kocakarının torunlarına nasıl bir cadı olduğunu unutmuyordu. Ölmesine yakın kendi oğullarına bile etmediğini bırakıp canlarından bezdirmişken bir anda ölmeseydi ve yataklara düşseydi olacakları tahmin bile edemiyordu. Yine de onun içinde de iyi biri olduğunu düşündü. Bir defasından ona verdiği çikolatayı unutmuyordu. Bunu gerçi torunları karıştırdığından yapmış olsa da bu gerçeği o günlerde de sonrasında da Hülya önemsememişti.

Hülya kolunun biri tarafından canını yakmak istercesine tutulmasıyla yaşamaya mecbur olduğu gerçeğe dönerken düğün salonuna geldiklerini anlamayı başardı. Daha fazla devam etmek istememesine, bir anda ortadan kaybolmak hatta yok olmak ister olmasına rağmen elinden hiçbir şey gelmiyordu. Kolunu çekmeye devam edene itaat edip arabadan indiğinde karşısındaki adamın geceden kara gözlerini yine gördü. Onun gözleri bile kendisini korkutmaya yeterken onunla nasıl yaşayacağını bilmiyordu. Ona tahammül edemeyeceğini bilirken kalbinin atışları ve korkusu daha da arttı. İstemeye geldikleri günden sonra her Allah’ın günü kapılarında biten bu adamdan tiksindiği kadar hiç kimseden de hiçbir şeyden de tiksinmiyordu. Ama en nihayetinde en nefret ettiğinin karısı oluyordu. İmam nikahı da hükumet nikahı da yapılmışken ondan bir şekilde kurtulmasına artık yolu yoktu.

Zorlanarak da olsa evlendirildiği adamın koluna girdi. Düğün salonuna girerken daha kötü ne olacağını düşündü. Hayatının en kötü anını yaşarken kurtulmak gibi daha kötü olanın da mümkün olamayacağına inanıyordu. Kalbi ağrıyor, gözleri yanıyor, nefesi daralıyor ama hiçbir şey yapamıyordu. Gitmek, kaçmak, çok uzaklara gidip bir daha geri gelmek istemiyordu. Okuduğu o gazetelerde, izlediği televizyonda hep İstanbul vardı. Taşı toprağı altın denen o şehre gitse, izini kaybettirse yaşardı. Kalbinin neden ve ne kadar kırık olduğunu belki bir gün unutup yine gülebilirdi. Kurtulmanın, burada olan her şeyi geride bırakmanın bir yolunu bulabilirdi. Isterse her şeyi başarabileceği masallar duymuşken kendi masalını da yaratabilirdi. Haşa, Allah yerine geçip kendi kaderini değiştirmek niyetinde değildi ama hayatını yanındaki adamla geçirmek için en ufak bir istek bile duymazken yapabileceğine inanıyordu. Ama ne yazıktır ki bunu yapamayacağını biliyordu. Hakkındaki karar bir kere verilmiş, babası kararını verme öncesinde onun yüzüne o soruyu sormuştu. Aklı bambaşka yerdeyken acıyla kabul ettiğini artık değiştiremez, babasının başını yere eğmezdi. Daha fazla babasının başını yere eğmeyi aklından geçiremezdi.

İstemediği bir evliliğin içine sürüklenmişken düğün salonuna girmeyi beklemek onun aklını karıştırsa da istediğinin ne olduğu belli değildi. Kendisinden beş santim de olsa uzun olmayan kara gözleri kara saçları ve kaşları ile birleşince bir karabasandan kadar korkunç olan Samet yerine bambaşka birinin yanında olmasını istiyordu. Yanındaki Samet’in kendisini izlemesinin aksine güzel insanlar olan onun anne ve babasını bir an izlediğinde onlardan bu adamın nasıl peydahlandığını anlamakta zorlanıyordu. Ona daha istemeye geldikleri günde gerçek yüzünü gösteren ve öncesinde de kim olduğu konusunda şüphesi olmayan Hülya onunla öleceğini daha ilk anda hissetmişti. Varlığı bile insanı tüketen o canavardan kurtulmak artık imkansızken yapacak hiçbir şeyinin kalmadığını son kez anladı. Katlanacak, katlanamadığı yerde babasına gidecekti. O an oradan kaçmaktansa babasının evine çok geçmeden dönecekti.

Düğün gününde, düğünü başlarken Hülya bir gelinden daha çok bir ölüye, bir kurbana benziyordu. Babası ve o dışında herkesin keyfi yerindeydi. Arada ellerinden kafasını kaldırdığında ablasının pistte oynadığını görüyordu. Herkesten daha mutlu olmasına anlam veremezken hayatında sevmediği her ne varsa onun yüzünden olduğunu çok iyi biliyordu. Çocukken istediği ayakkabının Hülya’ya alınmayıp ona alınmasından daha sonraları okula devam edememesine kadar pek çok kötü anıları ve yaşanmışlıkları var iken kardeşiydi. Ne kadar kızsa da onu severdi. Yine de kardeşinin ölümünün yegane sorumlusunu ondan başkası olarak da bellememişti. Minibüsü kullanan adama bile ablasına kızdığı kadar kızamıyordu. Kardeşinin gecenin yarısında ıssız ve karanlık bir yolda olmaması gerekiyordu. Onu ablasına emanet etmişti. Kendi ablasının yıllardan sonra bir defa da olsa sorumluluk alması gerekirken o gün yine kaprisli ve şımarıkça davranmıştı. Hassas olan kardeşinin üzerine gittiğinde ne olacağını sandıysa sandığı olmamış, kardeşinin gerçeği tekrarlanmıştı. Kırıldığında, üzüldüğünde her seferinde olan yeniden olmuş, evden çıkıp gitmişti. Lakin bu defa onun eve dönüşü eskisi gibi olmamış, kardeşi bir daha eve dönememişti. Ve ablası bir an bile asıl sorumlunun kendi olduğunu kabul edip gerçeğe göre davranmamıştı. O sadece gönlünü eğlendirip kendini kandırmayı bilirdi. Dünya ona göre onun gördüğünde ibaretti ama gördüğü o dünya gerçeklerle bezenmiş bir yer değildi.

Hülya’yı oynamaya kaldırmaya çalıştığında istemediğini belli edip Sevgi’nin onu bir an önce rahat bırakmasını umdu. Zorla bir kez dans edip oynamasına neden olmuşlar iken bir ikincisini daha onlara başarı olarak vermeyecekti. Gelenlerin ne düşündüğünü bir an bile umursamıyordu. Orada olan herkes eğlenmeye devam etseler de en azından Hülya kadar gerçeği biliyorlardı. Gelinin bu düğünü de adamı da istemediğini bilmek küçük kasabalarda güneşin doğması kadar olağandı. Herkes her şeyi bilir, en yakının hakkında demediğini bırakmaz ama sonrasında yanına, yöresine gidip onunla üzülür gibi davranırdı. İki yüzlüce yaptıkları, konuştukları onlar için normaldi ve yanlış olduğunu düşünmeleri mümkün değildi. Biri onlara ne yaptıkları, ayıp ettiklerini bir kez söylemeye kalktığında kendilerini savunurlardı. Olanı söylemenin dedikoduyla bir tutulamayacağını söylerken yüzleri kızarmazdı. İyi insan olmaları sadece evlerinin içinde olanlarla dışarıdan gelenlere karşıydı. Hatta bazen evlerinin içindekilere bile en kötü olmaktan sakınmazlardı. Kalp kırmak onlar için öylesine gündelik bir işken bir metre uzaklarında gönlü kırılarak evlenen birini görmeleri de bilmeleri de onların eğlenmelerini ya da göbek atmalarını asla engellemezdi.

Müziği de kendisine yapması gerekenleri söyleyenlerin sözlerini de duymazken onun düşündüğü şey iki yıl evvel olanlardı. Bir düğünün ortasında gelinle damadın olduğu düşünülen ama ona göre musalla taşından farksız olan masanın kenarında otururken gözünün önündeki görüntü de düşündüğü zamanda olduğu andan çok uzaktaydı. Bir pencerenin önünde oturup evinin tam önündeki sokak lambasının aydınlattığı yola bakmaya devam ediyordu. Yağmurdan ötürü sokakta kimsecikler yokken akıp giden küçük bir seli izliyordu. Toprak yolu parçalayan su akıntısının daha da devam edeceği ve kışın yoldan çok şey alıp gideceğini biliyordu. Küçük bir kasabada yolların hiçbir zaman değişmeyeceğine inanırken yirmi yıl geçse belki bir şeyler değişir diye bir an düşündü. Lakin geçen onlarca yılda hiçbir şey değişmemişken sonrasında da her şey ona göre aynı kalacak gibiydi. Yine de bir umudu vardı. Kardeşini kaybetmiş, kendi köyünden çok uzakta bir kasabada babasından ve yengesi ile amcası dışında kimseyi görmeden yaşarken hâlâ bir şekilde umudu da yaşama isteği de vardı. Çok uzaklarda olan ışıklı şehirleri düşlese de evi olan yeri bilirken güvendeydi.

Sokakta bir ses duyduğunda babasının gelip gelmediğini görmek için cama doğru tek hamlede gitse de sokakta kimse yoktu. Cama daha da yaklaşmışken amcasının evine doğru baktı. Yengesinin camın önünden geçişini görmesinin ardından evin içini daha iyi görmeye başlamıştı. Kuzenlerinin yemek yediğini görürken amcasının sofradan uzak durduğunu, bir şeyler düşündüğünü fark ettiğinde onun bakışlarını takip edip ne olduğunu anlamaya çalıştı. Amcası yaşı Hülya’ya yakın olan kızına bakıyor, ona bir nedenden ötürü kızıyordu. Öfkesinin yakacağını bildiğinden de susuyordu. Gördüğü ilk defa karşılaştığı bir durum değildi. Amcasının genelde Nuran’a kızdığından ve de Nuran onu her daim öfkelendirmek için hareket ederken o sahnenin içinde olduğu pek çok zaman olmuştu. Babası ile beraber amcasını sakinleştirmeye gittiklerinde kendine ait bir suç olmasa da orada Nuran’ın aksine suçlu görünen o olurdu. İstediği her şeyi elde edip babasını parmağında oynatan Nuran’ın son isteğinin gerçekleşmemesi onun evi savaş haline getirmesine neden olurken Hülya hiçbir şey demezdi. Diyebileceği hiçbir şey Nuran için değildi ve amcasını sakinleştirecek masalları da söylemeyi kendi kendine engellerdi.

Camdan uzaklaşıp yerine oturduğunda kafasını pencere pervazına dayayarak yakında Nuran’ın istediğini alacağına karar verdi. Babasının onu sevdiği adama vermesini bir şekilde sağlayacağını anlamak için ona bakması yeterliydi. Lakin bu evliliğin amcası tarafından izin alınsa bile ne olacağı belirsizdi. Ekrem uzaktan iyi bir insana benzese de zaman geçirdiği insanlar iyi değildi. Özellikle Samet denen evlerden ırak olasıyla yakın arkadaş olmasından ötürü Hülya ondan da şüpheleniyordu. Yüzüne bakıldığı zaman onun kadar kötü değildi ama insanı arkadaşı ele verirdi. İyi olan da kötü olan da yüze ve göze yansırken Ekrem’i arkadaşı olarak kötü göremese bile yanındakine olan güvensizliğinden kardeş gibi büyüdüğü Nuran’ı korumak istiyordu. Kendisini korumayı o istemezken dil dökmenin anlamsızlığını anlamıştı. Hayatında istediği şey eğer seçtiği bu yolsa artık konuşmayacak, onu sürtüşmeye itmeyecek ve hakkında iyi olan ne ise onun olması için dua edip kenara çekilecekti. Ki birkaç saat önce kendine bunu söylemişti ve Hülya’nın söyleyeceği bir şey kalmamıştı.

Evin kapısının açıldığını duyduğunda ayağa kalkıp babasını görmeyi umdu. Babasını görmeden önce onun ardından eve gireni fark ederken gözünü ondan ayıramadı. Onun kim olduğunu bilmezken babasının eve getirmesinden güvendiğini anlarken babasının sesini duydu. Kendisine yemek hazırlamasını söylediğinde onu ikiletmeden mutfağa doğru gitti. Babasının yanındaki adama bakamasa da kendi üzerinde olan gözlerini hissetti. Yanından geçerken kalbinin hızlandığını bilse de bu gerçeği görmezden gelip yoluna devam etti. Aklının ucundan geçmemesi gerekenlerin zihnine dolduğuna an ve an hissederken işine odaklandı.

O gece babasının yanında gelen adamın adı Okan’dı. Hülya’nın hayatının ortasında bir anda belirdiği gibi kalbine de girmişti. Birkaç gün onlarda kalmasından sonra onu başka bir yere yerleştiren babasından her şeyi öğrenmişti. Okan o gün evlerine geldiği zaman babasına kızıp evden ayrılmıştı. Babası Okan’ın babasını tanıdığından onunla ilgilenmeyi kabul etmiş, yanında bir iş bulmuştu. İşte ne kadar kalacağını da babasıyla arasını düzeltip kasabasına ne zaman döneceğini de bilmediği çocuğa evini açmasının ardında eski bir can borcu olduğunu da söylemişti. Neyden ötürü böyle bir can borcu olduğunu sormasa da aklına gelen bir zaman olduğundan susmayı tercih etti. Okan’ı aklından çıkaramazken yaptığının doğru olmadığını düşündü. Hayal etmenin ona bir kez bile istediğini vermesine yetmediği tüm zamanlardan sonra yine hayalinin elinden alınacağını hissetti. Korkuları öyle güçlüydü ki gerçek olmayacakları bile öyle ya da böyle gerçeğe çeviriyordu. Bunu bildiği halde korkmaya, hayatına kötü olanı çağırıp kalbini parçalamaya devam ediyordu. Korkularına rağmen korkuları gerçeğe dönmeyi reddettiği zamanlar da vardı ve bu zamanlardan biri Okan’ın olduğu zamanlara denk gelmişti. Hiçbir şeyden korkmadığını kendine söylediği, farklı bir ihtimali hayallerine aldığı ilk ve tek sefer yaşanmaya başlarken umduklarıyla ummadıkları birbirleriyle savaşmaya başlamıştı. Savaşın sonunda kimin ya da hangi ihtimalin kazanacağını da aslında Hülya belirleyecek ama ne yaptığını ilk zamanlar görmeyecekti.

Hülya Okan’a olan aşkını bir süre kendi içinde saklamayı seçti. Gözlerine bakan ve onu gören biri eski Hülya olduğunu düşünemezdi. Aşkın gelişinde olan neşe gözlerine de haline de sirayet etmişti. Lakin onu, ondaki değişimi kimse görmedi. Görmesi en mühim olandan başkası dışında kimse onu görmezken söze dökülmeyenlerin söze de kanıta da ihtiyacı yoktu. Kendini ayan beyan etmeyi seven aşk aralarındaki sessizce edilen yeminden güç alarak beklemeyi kabullenmişti. Aylar birbiri ardına geçip de mevsim değiştiğinde Nuran’ın nişanlandığı gün kendini saklamayı bıraktı. Hülya onu zaten bakışlarıyla anlamışken Okan da ondan başkasını görmemişti. Birbirlerine aşık olmaları için doğru zamanda doğru yerdeydiler ve hiçbir nişana gerek görmeden tek gözleriyle aylar boyunca bunu bilmiş, birbirlerini çoktan canları kabul etmişlerdi.

Zaman söylenmesi gerekenlerin dilden düşmesi ile daha hızlı akıyordu. Birbirlerinin sesini, daha da önemlisi kalbinin atışının nedenini duyduktan sonra hayatın kötü olan bir anı yoktu. Zor, kötü, can yakıcı olanlar insanın yanında biri olduğunda, sevdiğini bildiği biri olduğunda yalnız olduğundaki kadar yakmıyordu. Hülya ve Okan için olan buydu. Ama mutluluk uzun süre kalmazdı ve onlardan da alınması gerekiyordu. Önce huzurlarının bozulmasına neden olacak olaylar başlarını mağaralardan çıkardı. Sonra ise asıl son darbe onların üzerine düştü. Yıkım ve ayrılık geldiğinde kimsenin bir kez bile geçmişte sahip olduklarını elinde bırakmamışken onlara olan da bundan başkası değildi.

Yeğeninin yardımı ile lavaboya giden Hülya’yı geriye döndüğünde düğün pastasının beklemesi ağzında olan tadını geri getirecek güçte değildi. Onun için can yakmaktan öte anlamı olmayacak bir seremoni iken yapmak zorunda olduğunu biliyordu. Düğün bitsin isterken ayak direyecek halde değildi. Ayak diremesinin bir yolu da anlamı da yokken yapılacak olan belliydi. Nereden geldiğini, kimin karar verdiğini bilmediği o pastayı kesecek ve düğünün bitmesi için dua etmeye devam edecekti. Başka can sıkıcı adetler yapılacak ve en sonunda günü bitirmeyi başaracaktı. Düğün bitecek ama asıl eziyet hemen sonrasında başlayacaktı. Koca evi denilen yere gidecek, orada yaşamaya başlayacak ve her anından nefret edeceği bir gece yaşayacaktı. Ki düğünden bile daha çok tiksindiği, midesini bulandıran şey kocası olan adamla aynı odayı ve yatağı asla istemediği halde paylaşacak olmasıydı. Onu istemediğini bildiği kadınla evlenmeyi gururuna yediren bir adamla ne kadar olacağını bilemediği bir zamanı geçirecek ve o olmadan bir hayatı olduğu düşünülmeyecekti.

Pastaya bakarken midesi bulandı. Bıçağın kesmediğini söyleyen adama para vermeye başlayan Samet’in yüzündeki gülümsemeyi bir an gördü. Onun için hiçbir sorunun olmadığını, bu evlilikten başka bir şeyi istemediği her halinden belliyken kendisinin o anda da öncesinde de bunu asla isteyen olmadığını bilen Hülya aynı anda aynı yerde olan iki insanın birbirine onlardan daha uzak olamayacağını düşündü. Birbirlerinden öyle uzak ve farklılardı ki bir an bunu kimin için düşündüğünü karıştırdı. Kendisiyle Samet’i mi yoksa Samet ile Okan’ı mı kıyasladığını bilemedi. Ancak bildiği başka bir şey aklına geldi. Samet’ten farklı olsa da Okan ile de aynı değildi. Yolları bir kez ayrı düşmüşken bir kez daha bir araya gelemeyeceklerini biliyordu. Ve bildiklerine karşın bir an bile onu sevmekten vazgeçmeyeceğinden de onu unutmasının mümkün olması gibi bir ihtimalin olmadığının da farkındaydı.

İstemeyerek pastadan bir çatal yediğinde alkışlayanlardan nefret ediyordu. Hiçbirinin bir suçu olmadığını bilmesine karşın hepsinin suçlu olduğunu biliyordu. Gözlerinin önünde bir kurban gibi hayatının sonuna doğru gittiğini bildikleri halde içlerinden biri bile bir tek kelime etmiyordu. Füsun Yenge her şeyi bilen olduğu halde gelinle damat masasının tam karşısına oturmuş onları alkışlıyordu. Üzerinde bu düğün için aldığını söylediği yeşil elbisesi varken bu andan daha fazla mutlu olabileceği bir zaman yok gibi ona gülen gözlerle bakıyordu. Hülya belki kendi kızının düğününde bu kadar bile mutlu olmaz diye düşünürken gözlerini ondan çevirdiğinde yine yeni evli çiftin pasta kesip birer çatal yemesine dünyadaki en muazzam an yaşanıyormuş gibi bakan başka insanlarla karşılaşıyordu. Akrabaları, öyle ya da böyle bir yerden tanıdığı insanlar, bir tanıdığı geldiği için gelenler, küçük çocuklar ve daha nicesi karşısında her şeyden her an mutlu oluyormuş gibi davranırken Hülya hepsine iki yüzlü olduklarını söylemek istedi. Çünkü kimse asla düğünlerden memnun olmaz, her zaman rol yapardı. Ona ya da başka düğün sahiplerine sahte gülümsemelerle hayatlarının en güzel düğünlerinden biri olduğunu söyledikten sonra beş adım uzaklaşmadan her şeyden şikayet eden bir ikiz ruhları onları önünü ardını düşünmeden konuşmaya zorlardı. Yakalanmadıkları müddetçe devam ederlerdi ve yakalansalar bile asla kibarlık yapmazlardı.

Hülya nefes alamadığını, daha fazla ayakta duramayacağını hissederken oturmak için masaya yönelse de Samet onu kolundan tutup durdurdu. Kolundaki ele bakıp başını kaldırdığında Samet’in yüzü ile karşılaştı. Onun kendisini neden tuttuğunu anlamadan bir an baksa da ablası geldiğinde her şeyi anladı. Sevgi Hülya’nın omzundan kırmızı bir kurdele geçirip onu takı merasimi için hazırlamaya başlarken bitmeyen çilesine bir an daha eklendiğini biliyordu. Ablası gülerken, kendisine gülümsemesini salık verip onu istediği gibi davranmaya zorlarken Hülya çıldırmanın eşiğindeydi. Çığlık atmak, sinir krizi geçirmek için en kötü ortamda olduğunu bilirken bastırdığı diğer çığlıklar gibi ablasına öfkesiyle boğazında düğümlenen bir başka çığlığı daha yutkunarak içine attı. Bitmeyen gününe devam etmek için bilinmez bir kaynaktan güç almaya devam ederek her şeyi olması gerektiği gibi yapmaya çalıştı.

Birileri gelip onu tebrik ederken yılgın gülümsemeler yüzünde, bilmediği bir şarkının sözlerinin bazıları aklındaydı. Hülya takılan altınları ya da paraları görmediği gibi ona mutluluklar dileyenleri de görmüyordu. Herkese gülmekle yetinmeye devam ederken biri ona bir başka şey söylese bile duyamayacak bir haldeydi. Dünyadan uzakta hiçbir zaman bilmediği bir yerdeydi. Kimseyi görmeden duymadan yapması gerekeni yapıp öylece dikilirken yüzüne en sonunda hiç silinmeyen bir gülümseme yerleştirmişti. Bir an ona bakıp onu görmek bile ruhunun çekip gittiğini anlamaya yetecekken kimse onu görmedi. Ne hissettiğini, ne yapmayı düşlediğini akıllarının ucundan geçirmeden tüm curcunanın ortasında kendi hallerinde ve eğlencelerindeydiler. Ona en yakın olması ve onu anlaması gereken ablası bile onu görmezken başkalarının görmemesi Hülya’ya zaten mümkün gözükmezken gittiği yerden bir anda geri döndü.

Hiç kimseyi görmez, hiçbir sesi duymazken içeride bir rüzgarın estiğini hissedip bir an ürperdi. Bir şey ya da biri onu izlermiş gibi hissederken kendisine bakan ve koluna bir bilezik takan amcasını gördü. Onun tebriğini kabul edip elini öperken aradığının o olmadığını bilerek etrafa bakınmadan edemedi. Tanıdığı yüzler arasında tanımadığı bir yüz aramıyordu ama onu bulamayacağını sandı. Lakin en sonunda salonun arkası dikkatini çekti. Daha çok erkeklerin oturduğu o yerde ayakta olan birini ve gözlerini seçmesi uzun sürmedi. Gelenlerin hepsinden daha uzun ve düğüne gelenlerin aksine üzgün olan biri kolona yaslanmış takı merasimini izliyordu. Gözü gelinden başkasını görmezken ona bakmasının yasaklanmış olduğunu anımsayıp Hülya’nın gözleri ile bir an kendi gözleri birleştiğinde bakışlarını yere çevirdi. Yine de Hülya onun gözlerini gördü. Mavi gözlerinin alevler arasında kaldığının farkındaydı. Kızarmış gözleri eski günlerde olduğu gibi mutlu değilken bakışlarında acıdan başka bir şey kalmamış, onu bitmeyecek bir azap ele geçirmiş gibiydi. Ki Hülya ikisinin de azabının ve acısının bir an olsun bitmeyeceğini, bu yangının sönmeyeceğini ve sönse bile kalplerine salınan ateşin sönüp geri kalanların soğumayacağını biliyordu.

Başını yere eğen Hülya yeni gelen tebrikle yeniden karşısındakine baktığında ondan önce duvar dibindeki uzun adamı aradı. Ama onun gittiğini anlaması birkaç saniyeden daha kısa sürdü. Yeniden dünyadan, içinde olduğu andan uzaklaşırken kendisinin o an nerede olmak istediğini biliyordu. Babasının evinde, o pencerenin önünde olmayı her şeyden çok istese de zaman sadece ileriye akarken geriye dönemeyeceğini öğrenmiş, değiştiremeyeceklerini ezberlemiş, ezberlemek zorunda kalmıştı. Ağlamaları da isyan etmeleri de çözüm değilken ipin ucunu bırakmıştı. Olacak olana engel olamayacakken başına geleceğe o gün olduğu gibi razıydı. Yanında durandan bir kez daha nefret edip onun gibi birinin var olmasını istememekle yetindi. Bu isteğe karşın dünyanın sadece kötü olanların mutlu olması, dileklerine kavuşması için kurulduğun düşünmeden de edemedi.

Hülya düğünden ve etrafında olanlardan koparken anılarının arasındaydı. Annesinin aniden rahatsızlanmasıyla Hanpazarı’na giden Okan’dan haber alamadığı kaçıncı gün olduğunu bilmiyordu. Aramıyor, haber göndermiyor ya da herhangi biri onunla ilgili hiçbir şey söylemiyordu. Babasına soruyor ama cevap alamadan susmaktan başka bir yol olmadan odasına gidiyordu. Günler geçerken umutsuzluğu artıyordu. Bir daha asla ondan haber alamayacağını, onun geri gelmeyeceğini düşünmeden edemezken bunun olması halinde delireceğini hissediyordu. Her gece ağlaya ağlaya uykuya dalarken uykularının anlamı da yararı da yoktu. Uykuları kabuslarının meskeni iken Okan’a her rüyasında kötü şeyler oluyordu. Kabusları onu her seferinde öldürüp acı çekmesine sahne olurken uykuları da kabusları da bitip uyandığında acı çeken bu defa sadece Hülya oluyordu. Gelmeyen haber ve geri döneceğini söyleyip onu unuttuğuna artık inanışı ile yaşamaya alışırken kabuslar bile Hülya’ya etki edemez olmuştu. Ancak hiç beklemezken, beklediği haberden umudunu kesmişken bir değil üç haber birden ona gelmişti.

Neyin iyi neyin kötü olacağı hiçbir zaman bilinemezken Hülya için aldığı haberlerin ne olduğu belliydi. Haberlerden biri iyi, biri kötü ve biri alacalıydı. Okan’ın annesinin iyileştiğini, babasıyla olan meselesinin çözüldüğünü bilmek rahat bir nefes almasına yetiyordu. Üzüntüleri de korkuları da dağılıp güneşin açması her an bir düş olmaktan çıkıp gerçeğe dönebilirdi. Fakat diğer haberler ilk haberin güzelliğini alıp götürmüş ve geriye bir felaket bırakmıştı. Alacalı olan haber Okan’ın askere gitmesi gerektiğiydi ki askerliğini daha fazla ertelemesinin imkanı kalmamıştı. Son haber olmasaydı bu bile her şeyi aklamayı başarabilirdi. Aklanmak onların hikayesi için düşünülebilecek bir son olmaktan çıkarken son haber kötülüğünü ve karalığını her şeye bulaştırmış, bir başka sonu ellerinden almıştı. Her şey ikisi için bitmişti.

Hülya’nın aldığı son haber Okan’ın nişanlandığıydı. Askere gitmeden üç gün önce bir uzak akrabasının kızıyla nişanlanarak asker ocağına gitmişti. Kızla daha önceden de ilişkisi varmış ama sonrasında ayrılmıştı. Annesi için kasabasına döndüğünde ise bir şeyler değişmiş olmalıydı ki onunla nişanlanmasına yetecek kadar onu etkilemiş ve Hülya’ya bir haber göndermesinin bile önüne geçmişti. Ki haber gönderse ne olacağı da Hülya için hem belirsiz hem de anlamsızdı. Okan’ın kendisine başkasıyla bitmeyen bir ilişkisi olduğunu ve nişanlandığını söylemesi hiçbir acıyı değiştirmeyecekti. Onun asker dönüşü nişanlısı ile evlenecek olmasının kendisi için bir mucize yaratmasının imkanı yoktu. Onun nişanlandığını bilmek ya da evlendiğini görmek onun kalbinin tutsaklığına son vermeyecek, aşkın acısını içinden söküp almayacaktı. Acısının bir an soğuması mümkün olmayacakken onun ölmüş gibi sessiz kalması belki de her şeyi kolaylaştıracak olan tek yoldu.

Ellerinin titremesini sonlandırmayı başaramazken masaya oturabildiğinde onun piste gelmesi için ısrar edenleri duymazdan gelmeyi denese de başaramadığında çaresizce yeniden ayağa kalktı. Karşısına geçenlere isteksizce eşlik ederken Okan’ın evlendiği günü merak etti. Onun nasıl davrandığını, insanlara nasıl karşılık verdiğini düşünmek onu içinde olduğu ana çekerken kendisi gibi olmadığını, olamayacağını düşündü. Onu evlenmek için seçtiği kişiyle dans ederken gözü önünde canlandırabiliyordu. O kızın neye benzediğini bilmese de aralarında olduğunu inkar edemiyordu. Onun varlığının olması yüzünden kendisi yok sayılmışken ondan nefret ettiğini düşünse de nefretinin hedefi olması gerekenin Okan olduğunu biliyordu. Aklında başka biri varken, onunla bir şekilde geleceğini paylaşmayı düşünürken kendisine umut vermesinden nefret edebilirdi. Hiçbir şeyden ve kendisinden haberi olmayan masum bir kızdan nefretin asla anlamı olamazdı.

Kuzeni Nuran’ın karşısında gücünün el verdiği kadar kollarını kaldırmış parmaklarını şıklatırken onun gibi gülebilmeyi, mutlu olabilmeyi arzuladı. Kalbinde açılan deliğin olmadığı bir hayatta mutlu olabileceğini biliyordu. Ancak bu hayatta ve bu zamanda mutlu olmasının imkanı yoktu. Birkaç dakika önce karşısında gördüğü adam aklının her bir yerini işgal etmişken o son bakışa ne demesi gerektiğini bilmiyordu. Onu en son annesinin hastalandığını öğrenmesi sonrasında görmüştü. Geri geleceğini, annesi iyileşir iyileşmez geri gelip babasından Hülya’yı isteyeceğini söylemişti. Lakin geri gelmemiş, haber vermemişti. Hülya uğraşarak, didinerek ne olduğunu öğrenmişken istemediği bir evliliğin içine mahkum olmuş ve düğününü yaparken bir anda karşısına çıkmıştı. Sadece bir an süren o bakış hiçbir şeyi değiştirmemiş ama her şeyi tek hamle ile binlerce parçaya ayırmıştı.

Mavi gözleri bir kez daha bir an için kendi kahverengi gözlerindeydi. Babasından da daha mavi olan gözleri alev çukurlarının içinde kendisine bakıyordu. Ömrünün sonu gibi karşısında duruyor, ona veda ediyordu. Bin yılda ancak bir kez gerçekleşmesinin mümkün olduğu bir an gibi hem kısa hem de binlerce ömür kadar uzundu. Kalbine ne musallat olacağını bilse asla izin vermeyecek olan Hülya’ya aşk hiçbir şey sormadan gelmiş ve onun rızasını almadan onu acı denizine atmıştı. Kurşundan daha ağır olan havadan ciğerlerine nefes çekemezken ağlamaması bir mucizeydi. Herhangi bir tepki verse her şey ortaya serilecek iken put gibi durmuştu. Asla hareket etmesi beklenmez bir beton parçası gibi soğuk ve hareketsizdi. Karşısındaki adam gibi kendi içinde acısı ile başbaşa kalmıştı. Acısından kurtulmanın yolu yoktu ama onun da acıdan kurtulma ümidi yok gibi görünüyordu. Üzgün, kırgın ve acılı görüntüsünün nedeninin kendisi olmasına inanmak zor gelse de başka bir neden göremedi. Kendisinin ne yaptığının farkındayken kendisinden başka bir şeye üzüldüğü için orada olmayacağını bilmek bir nebze bile olsa Hülya’ya nefes aldırdı. Nefesine rağmen hiçbir şey anlam ifade edip onun da kendisinin de kurtulmasına yetmeyecekti.

Zulümden farksız olan düğün bir şekilde bitip eve doğru yola çıkılırken peşlerinden gelecek bir kalabalığın ve orada, o evde bekleyenlerin varlığını biliyordu. Hemen bir adım ardında olan Füsun Yenge’nin kahkahalarını duyarak arabaya binerken ondan ne için yardım istediğini artık bilmiyordu. O bir canavardan başka bir şey değildi. Onun kötülükle kararmış yüreğinin kendisine yardım edeceğine inanmayı nasıl başardığını bilmeden kendine kızıyordu. Yalancı, iftiracı ve çıkarı için sahip olmadığı değerlerin kuyusunu kazacak olana güvenilmemesi gerektiğini herkes bilirken Hülya neden o an bunu bilemediğini anlayamıyordu. Ona yardın eder gibi görünüp kuyusunu kazanın yanında otururken ondan daha çok kendinden nefret ediyordu. Bilip görmezden gelme kendi tercihiyken bir zamanlar kendisine dokunmayan yılanın artık kendi başını yiyip bu evliliğe mecbur ettiğini bir kez daha kabul ederken sakladığı gözyaşları bir anda artık durdurulamaz bir sele dönüştü. Ağlaması dinmezken hıçkırıklarını yutmaya, ona kötülük edenden acısını saklamaya çalışıp kendi canını daha da yaktı.

Hülya kına yakılmış, kınayla beraber renklenmiş ellerine bakarken üzerlerine damla damla düşen yaşları fark etmiyordu. Aklında sadece yengesi ve görmezden geldiği, asla bir an önemsemedikleri vardı. Çok uzun zaman önce olmasa da ona bir ömürden uzun gelen o günlerde ne olduğunu biliyordu. Okan’dan haber alamazken delireceğini düşünüyordu. Ağlıyor, uyuyamıyor, yemek yiyemiyordu. Uyuduğu kısacık zamanlar kabusların musallat olmasından kurtulamıyordu. Canı her an daha çok yanarken gün değiştiğinde ve ondan bir haber alamadığında yeniden ve yeniden kalbine bir hançer saplanıyordu. Bitmeyen bir işkence yeni yaralar açarken bir masalcının anlattığı bir masalı anımsıyordu. Yunanların tanrıları arasındaki en önemli ve güçlü olan Zeus’un kendisini kandırıp ateşi çalan ve insanlara veren Prometheus’a verdiği ceza aklından çıkmıyordu. Her gün Zeus’un kartalı gelip onun ciğerini yiyip tüketiyor ve katlanması zor acılar veriyordu. Her gün Prometheus’in ciğeri yenilenip acılarına acı ekleniyor ve bu döngü asla sonlanmıyordu. Hülya da kendini o cezanın bir başka kurbanı olarak görmekten kendini alamıyordu.

Uyuyup uyanıp Okan’ı düşünen Hülya hiçbir şey yemeden günler geçirirken günden güne zayıflıyordu. Babası Cemil onunla konuşmaya çalışıyor ama ona ne derse desin kızının dikkatini çekemiyordu. Babasının yemeğini yapıp evin işlerini görürken başka bir şey ilgisini çekmeyen Hülya tüm gün Okan’ı ilk gördüğü gün oturduğu pencerenin önünde oturmaya devam ediyordu. Arkadaşları onu dışarıya çıkmaya zorlasa da kurs hocası onu evden almaya kadar gelmesine rağmen dünya ile asla bir bağ kurmanın yakınına bile yaklaşamıyordu. Kalbinin acısı bitmezken çare aradığı zamanları gelip çatması da uzun sürmemişti. En sonunda da çareyi en son gidilecek yerde aramaya bir anda niyet etmişti. Başına gelecekleri de olabilecekleri de düşünmeden sadece tek bir haber için denize atlayıp yılana sarıldı.

Hülya artık Okan’dan haber almamaya dayanamazken Füsun Yenge’nin kapısını en nihayetinde çaldı. Ona olanları bir bir anlatıp yardımını istediğinde aklından geçen tek şey yengesinin Hanpazarı’nda olan akrabalarının onu ve ailesini tanıması ihtimalinden başka bir şey değildi. Sevdası aklını da kalbini de ele geçirmişken kötülüğe dair hiçbir şey aklında yoktu. Yengesinin kendisine verdiği yardım sözünü mutlulukla karşılayıp ona sımsıkı sarılmıştı. Yengesi ona bir hafta sonra Okan ile ilgili üç haberi verdiğinde de ona sarılmış olsa da iki an arasında bir uçurum vardı. Birinde umut ve mutluluk her yeri kaplamışken diğerinde umutsuzluk, çaresizlik ve büyük bir yıkım vardı. Gün bir cümle ile gece gibi kararırken onun omzunda ne kadar ağladığını da orada ne kadar zaman geçirdiğini de bilmiyordu. Kendisini toplaması uzun saatler almış olsa da onda değişen hiçbir şey olmamıştı. Dibi olmayan dipsiz kuyulara dönen gözlerini alevlerin sardığı ortadaydı. Kalbi sökülürcesine canı acırken hayalleri de gerçekleri de elinden alınıp ortada bırakılmıştı.

Yengesinden aldığı kötü haberin ay dönümünde yengesi ona bambaşka bir haberiyle gelmişti. Babasının evinde artık kanıksadığı pencere önünde otururken yengesi daha önceden haber vermediği halde bir anda evlerine gelmişti. Hızla ona ikram edecek bir şeyler hazırlarken akşam yemeğine kalıp kalmayacağını sormuştu. Ama onun niyeti akşam yemeğine kalmak değil, başka bir mevzuyu konuşmaktı ve çok fazla bir zaman geçirmeden de ağzındaki baklayı çıkarmıştı. Ona talip olan birinin olduğunu söylemiş ve talibinden daha çok onun ailesini, ailesinin zenginliğini anlatmaya koyulmuştu. O kendisine adını söylemediği adamdan bahsettikçe onu susturmaya çalışmış, susmasını sağlayamadıkça göğsü daha da daralmıştı. Bir talip istemediğini, evliliği hiçbir zaman istemeyeceğini ona anlatmaya çabaladıkça başarısız olmuştu. Sözlerini bitirip gitmesi için bekler olmuştu. En sonunda talibinin kim olduğunu söylediğinde ise Hülya için bu talip daha da kötü birine, bir ihtimale dönüşmüştü.

Füsun Yenge’nin talip olarak bahsettiği kişi Samet dışında biri değildi. Oğlu Uraz’ın arkadaşı olan Samet’i bütün kasaba, hatta civar kasabalar gibi Hülya da tanıyor ve en az o insanlar kadar ondan hoşlanmıyordu. Beladan başka bir şey olmayan Samet’in sevilecek hiçbir yanı yoktu. İnsanları kendisinden yaka silktirir hale getirmesi yeni bir şey değildi. Çocukluğundan beri her mahalleye her sokağa bela getirir, insanların ona katlanmasını güçleştirecek şeyler yapardı. Ki bu huyu büyüdükçe daha kötücül ve rahatsız edici bir hal almıştı. Genç kızların peşinde koşar, dul kadınlara musallat olup onları canlarından bezdirirdi. Hülya’nın da peşinde dolaşırdı ama Uraz’ın varlığından ve arkadaşının kuzenine diğerleri kadar bela olamadığından Hülya biraz da olsa rahat yaşamıştı. Ancak karşısında bulduğu tablo her şeyin kendisi için daha kötü olduğunu gösteriyordu. Samet diğerlerine olduğu gibi kendisine askıntı olup sonrasında peşini bırakmayı düşünmüyordu.

Hülya’nın yengesine verdiği tek cevap vardı ve bu cevap olumsuzdu. Babasının da bu talibe hayır diyeceğinden emindi. Ki düşündüğü gibi de oldu. Yengesi Hülya’nın ne dediğini duymazdan gelip onun babasının gelmesini beklemiş ve Hülya’dan aldığı yanıtı ondan da almıştı. Lakin vazgeçmiş gibi görünse de vazgeçmemiş, sadece kısa bir sessizliğe bürünmüştü. Sonrasında olacakları planladığına dair hiçbir izi ortada bırakmadan evine gitmişti. Hülya başına bir anda olsa musallat olduğunu düşündüğü o beladan kurtulduğuna inanmış olsa da tedbirli davranmaya karar vermişti. Aşk acısına devam etse de kendisini korumayı, karşısına herhangi bir köşeden çıkıp canını sıkma ihtimali olandan korunmayı en birincil görevi olarak bellemişti. Ama karar verdiğine sıkı sıkıya bağlı olsa da hiçbir zaman yalnız kalmamayı başarsa da korktuğundan daha kötüsü olmuştu.

Araba durduğunda nihai sondaydı. Hikayesinin de hayatının da sonunda olduğunu çok iyi biliyordu. Bilmemeyi, unutmayı istedikleri çevresini sarmışken arandan inmemeyi dilese de dilekleri gerçek olmuyordu. Alnına yazılmış olan yazıyı silip atmasına hiçbir şey yardım etmiyordu. Çabaları boşuna gitmişken içinde olan anın gereklerini yapmak zorundaydı. Sağ ayağını açılan kapıdan dışarı çıkarıp diğer ayağını da onun yanına bir an sonra getirip koydu. Elini uzatanın elini tutmadan arabanın metaline tutunarak iki ayağı üzerine dikildi. Önünde boğazı kesilmek üzere olan koyuna baktı. Ondan hiçbir farkı yoktu ve hatta o koyun ondan daha fazla şanslıydı. Ölüp kurtulacak, bir daha bu dünyada korkuyla nefes almak zorunda kalmayacaktı. Lakin kendisi yaşamaya da acı çekmeye de devam edecekti. Kendisini kurtaracak bir bıçak, kendisi için dua edecek bir imam olmayacaktı. Gelin ve damat için dua eden imamın da insanların da elinin ne kadar kirli olduğunu bilirken duayı eden imamın kendi eniştesi olduğunu bilerek onun iki dünyada da iyi bir insan olmadığını kendisine hatırlattı. Dini olsa da ahlakı asla olmamış eniştesinden de ablasından da hemen bir adım ardında olan akbabalardan farkı olmayan yengesinden de bir kez daha hiçbir şey istemeyeceğinden emindi. Ama hakkını da helal etmeyecekti. Bir gün haklarını helal etmesini öyle ya da böyle bir an isterlerse onların yüzlerine karşı da aynısını demekten çekinmeyecekti. Kendisinin günahına girenlere hiçbir zaman hiçbir yerde helallik vermeyecekti. Cehennemde bir bir yandıklarını görse bile onları asla affetmeyecekti.