Hanpazarı,1992
Duvardaki saatten gözünü ayırmayan Hülya üşüyordu. Şubat ayı soğuktu ama onun her an daha da fazla üşümesine neden olan bozkır ortasındaki bir kasabada olması ile alakalı değildi bu. Az ötede uyuyana bakıp ona karşı ne hissettiğini bilmeden dururken onu sevmenin de sevmemenin de bir günah olduğunu hissediyordu. Ona bakarken onu mutsuz eden bir surat olmasa da varlığı mutsuzluğunun nedeniydi. Gücünün kendini ayakta tutmaya yeteceğini, hayatta kalacağını sanmasına rağmen gücünün bittiğini ve ne yaparsa yapsın başaramayacağını artık anlamıştı. Daha fazla çabalamasının anlamı da yararı da yoktu. Gitmek kalmaktan kolayken yıllar evvel düşündüğünü yapmanın daha doğru bir zamanı olduğuna inanmıyordu. Ölmek yaşamanın ve yaşamının tüm acılarını süpürecek iken küçük bir cesaretin, kendini uçurumun kenarına sürüklemenin bir kurtuluş olduğunu hissediyordu. İmdadına uzanmayanlara diyecek lafı yoktu ama kendisine uzanmaya çalışıp çabalayanların elinin kırıldığını gördükten sonra dahasını görmeye dayanamayacaktı. Kendisi olmadığında her şey daha kolay olacakmış gibi görünürken kendini artık durdurmaması gerektiğinden başka bir şeyi bir an için bile olsun düşünmüyordu.
Gözünü kapatıp uyumaya çalışsa da aklındaki düşünceler kendilerine ait bir gerçekliği yaratmakta uslu durmazken uyuyana değil uyumayan düşüncelere inanıyordu. Onunla arasında bir bağ yokken, istediği halde onunla bir bağ kuramamışken birbirlerine daha kötü günler yaşatmadan son kez birbirlerini görmeleri gerekiyordu. Uyku ile kapanan mavi gözlerinin bir daha açıldığında kendisini görmemesi gerektiğine inanıyordu. Bir ihtimalde onu sevseydi onu yanından ayırmak istemez, onu da kendisiyle beraber o gitmek istediği yere götürürdü. Lakin onu sevmediğini düşündü. Onu nasıl düşünürse düşünsün, onunla ne yaparsa yapsın onu sevmeyi başaramıyordu. Kalbine çöreklenen kin ona olmasa bile onu var edene iken onunla hiçbir zaman arasında sevgi olmasına ihtimal görmüyordu. Yollarının ayrılması gerektiğine inanırken kimin ölmesi kimin yaşaması gerektiği bir an aklını daha da karıştırdı.
Uyumaya devam eden bebeğe bakarken kendisi ile beraber ölemese de onun ölmesini yeğledi. Dünya’nın ne kadar kötü olduğunu bilmiyordu ve bilmeden ölürse hiçbir an acı çekmemiş olurdu. İçine doğduğu dünyanın kirlerinden haberdar olmadan giderse, hiçbir şeyi bilmezse daha mutlu olurdu. Kendisi bu dünyanın acılarıyla tanışmış ve bir şekilde onlara alışmışken habersiz olanı kurtarabilirdi. Canını yakan insanlar ve acılar yüzünden göz yaşı dökmeden buradan kurtulabilirdi. Onun sonsuza kadar masum bir kalbi olmasını sağlayabilirdi. Cennete gider, acı duymaz ve asla kirlenmezdi. Lakin o zaman kendisi kendi bebeğini öldürmüş olurdu. Allah’ın verdiği bir canı almış, onun yaşayabileceği günler hakkında kendi karar verirdi. Onun iradesini de rızasını da yok sayardı. Kendi de ona kötülük yapanlardan farksız olup kötülük ederdi. Kendisine ait bir hayat olmasa da özgür iradesini almış olanlardan farksız bu dünyaya tıkılıp kalır ve asla ölemez, ölmekten her gün daha fazla korkardı. Günahı ile yüzleşmekten korka korka öldüğünde de onu karşısında bulduğu an dünyadaki azabı yetmemiş gibi bir de öbür dünyada azap çekerdi. Daha fazla azap istemezken, kendine yapılanı küçük bir bebeğe yapmasının imkanı yokken tek çaresi vardı.
Kendi canına kıymak bir masumun günahına girmekten daha zararsız göründüğünde ve buna artık inanıp tek çare olduğunu kabullendiğinde yapacağının ne olduğuna dair bir karar vermesi gerekiyordu. Nasıl ölürse kurtuluşu olmayacağına dair düşüncelerle sokaktan gelen ışığın vurduğu odada saatte bakmaya devam ediyordu. Gece yarısını daha yeni geçmişken sabaha bir ömür kadar uzun zaman vardı. Ki kış güneşinin pek bir yararı yoktu. Çoğunlukla bulutların ardında olanın kendisini gösterip değiştirdiği hiçbir şey yoktu. Güneşin hayatına doğmasının da bir yolu olmadığından, gecenin tüm karanlığı hayatını ele geçirmişken yapılacak şey az çok belliydi.
Gölgelerin arasında anıların birbiri ile yarıştığını hissederken onun aklına ilk gelen anı bu evde, bir yan odada geçirdiği ilk geceydi. Evlendiği, düğününün olduğu gün akşam olduğunda başlamış olan kabusu daha da şiddetlenmişti. Gerdek gecesi denenin kendi için ölümden daha kötü olacağını en başından beri bilirken tahmin ettiğinden da kötü olan onu bulmuştu. Aynı evde içinde, artık bir evi olduğunu söyleyen ablasına göre evi olan evde Samet ile yalnız kaldığı andan itibaren korkuyla atan kalbini duyuyor ve elleri titriyordu. Kapının açılacağını, onun geleceğini biliyor iken durduramayacakları oradaydı. Ne yaparsa yapsın değişmeyecek olan yaşanacaktı. Gözünü kapıdan bir an ayırmadan bir mucize olmasını ummasına karşın cehennemin ateşlerinin harlanmasına hiçbir şey engel olamadı.
Beyaz kapıdaki camın ardında yanan ışık sönüp salon karardığında kendisinin olduğu odaya doğru atılan her adımı duyuyordu. En sonunda kapı açılıp Samet içeriye girdiği an kafasını yere eğdi. Gözlerini ayırmadığı kapıya bakamıyordu. Ellerine yakılmış olan kınaları bedeninden söküp atmak isterken kendi canını yaktığını fark etmeden tırnaklarıyla derisini kazıyordu. Titreyen elleri bir amacı varken titremelerini unutup o kınadan kurtulmaktan başka bir şey düşünmeden hareket ediyorlardı. Kendinin bir kurban olduğunu, kurbanlara yakınlan kınanın kendi bedeni üzerinde olduğunu ve bu ölümün bu gece başına musallat olan bir canavar olarak istediğini almadan gitmesinin imkanı olmadığını kabulleniyordu. Onu istemiyor, kaçıp gitmek istiyor ama elindeki imkansızlık ona izin vermiyordu. Ölmeyi istediği halde kendini öldüremezken birinin bunu kendisinin yerine bu gece yapacağını biliyordu.
Hülya Samet’in kendisinden üç adım uzakta olduğunu bilirken düşündüğü şey ne o ne de içinde olduğu andı. Aklında gezinen kişi evlendiği adam değildi. Gönlündeki gizli yarası aşikar olmak istercesine orada duruyordu. Kendisini hatırlatıyor, kendisine bir an olsun ihanet etmemesi için ona yalvarıyordu. Düğününde gördüğü hüzünle boyalı gözler bir adım uzağında durur gibi ona yakınken Hülya ondan başka birini istemiyor, onun yanına gidebilmeyi, ona bir kez daha sarılabilmeyi arzuluyordu. Sonrasında onu görmenin rahatlığıyla ölmeyi becerebileceğinden emin olsa da ona gidemeyeceğinin farkındaydı. Ona gidemeyecek, ona sarılamayacak ve ölemeyecekti. Ondan ayrılacağı da onu bir daha göremeyeceği de aklından geçmezken gelen ayrılıktan sonra onunla son kez sarılamamış, kokusunu içine çekememiş olmak ayrılıktan daha acı gelmişken son olduğunu bilebilmiş olmak için neler veremeyeceğini aklından geçirdi. Bir daha onun mavi gözlerinin kendisine bakmayacağını, kaderin onların sonunu çok kısa bir zaman içinde yazacağını bilseydi bir daha yapamayacağı her şeyi yapardı. Kendisinin olan artık kendisinin olmayacakken onun gidişini geri geleceğini düşünerek sessizce izlemezdi.
Kendisine seslenildiğini duyduğunda ayağa kalkmayı geciktiren Hülya ne yaptığını fark etmeksizin hâlâ ellerini kazımakla meşguldü. Yüz görümlüğünü takmak için eli boynuna uzandığında Samet’ten kaçmak için geri gitmeye çalışsa da gidebileceği bir yer yoktu. Duvak yüzünden kaldırılırken onun eve girdiği anda atılan ve gelenekleri olan iki el silah sesinden daha çok korkuyordu. Beklediği halde korktuğu silah sesi bu gecenin yaşanacağını bile bile beklemesiyle aynı ölçüde korkutucuydu. Aklının uçup gitmesine acı izin vermezken yapabileceği hiçbir çareyi göremiyordu. Kaçamıyordu, bu andan kurtulamıyor ve gidemiyordu. Aklı selim olduğu zamanlarda bile yaşanma ihtimali olana bir çözüm görememişken bulunabilecek bir yol olmadığının farkında olarak yutkundu. O veya bu şekilde karşısında duran adamla evlenmişken onunla uyumak, onun yatağına girmek ve onun karısı olmak zorundaydı. İstemediğini ve bu evliliği nasıl kabul ettiğini bilse de Samet istediğini almaya bir an kadar yaklaşmışken onu durdurmazdı. Başka birini sevdiği, hâlâ onu düşündüğü halde onunla aynı yatağa girmek zorundaydı ama bunu yapamazdı.
Hülya duvağını açan Samet’e durmasını söylediğinde uzun süre sonra yerden başını kaldırmış, ellerindeki kınaları kazımayı bırakmıştı. Kendisine bakan siyah gözlerin gerisinde merakın ve öfkenin yeşerdiğini görürken ne diyeceğinden emin değildi. Ona onunla birlikte olmak istemediğini söylediği takdirde bunu anlayışla karşılamasının haricinde kötü bir ihtimal daha vardı. Onun dışarıdaki davranışları çok defa görmüş ve duymuşken evde farklı olacağını düşünmedi. Kendi babası da dışarıdaki insanlara, ailesinden olmayanlara karşı sertti ama karşısında duran adamla durumu aynı değildi ve asla kıyaslanacak iki kişi değillerdi. Babası sert olsa da kötü biri değildi. İnsanları, hayvanları ve doğayı severdi. Bozkırın sertliği ile sertleşen ancak sevdikleri yanında olduğunda bal gibi tatlı, pamuk kadar yumuşak olan bir adamdı. Samet ise hiçbir şeye karşı iyi olmayı beceremeyenlerdendi. Hamurunda kötülük varken iyi olmasını ailesi bile sağlayamamıştı. Gözü mahallenin kızından da kadınından da uzak durmaz, herkes bir şekilde ondan illallah ederdi. Hayvanlara eziyet ettiğini nice defa görmüş, onun etrafına topladığı çocuklara da kendi yaptıklarını öğrettiğini duymuştu. Kalbi kararma ile kalmayıp taşlaşmış bu adama diyeceklerinin onun için bir değeri olmayacak gibi görünse de şansını denemekten başka bir kurtuluş ihtimali yoktu.
Şansını denemek her zaman başarmakla eş değildi. Hülya onu istemediğini, onunla karı koca olma fikrine bile dayanamadığını söylerken lafın başını da sonunu da bir an düşünmeden hareket etti. Sakin sakin söylemek belki odadaki gerilimi yükseltemeden konuşmalarını sağlayabilecek olsa da sonucun değişmeyeceği de belliydi. Hamurunda insana acı vermek olanın bir yalvarışı duymasına da acımasına da imkan yoktu. Onun duyacağı sözleri istemediği belliyken ve aylardır onunla evlenebilmek için çevirdiği tüm oyunlar ortadayken kimsenin Hülya’yı ondan kurtarmayı başarması hiçbir şartta mümkün değildi. Belki Hülya’nın babası kızını da olanları da görmezden gelerek her şeyi değiştirebilirdi ama bunun için geç kalınmıştı. Hülya’nın o cehennem odasından çıkması için bir çare kalmamıştı.
Karşı koymak için direnen, kendini korumak için savaşan Hülya’nın değiştirebildiği bir şey olmadı. Sevmediği biri ile olmakta, onun karısı olmaktan korktuğundan daha fazla cinsel ilişkiden korktuğu halde onun korkularını önemseyen kimse yoktu. Samet onun karısı olmaya gönülsüz olan Hülya’nın koynuna girdiğinde bunun aşkla ya da güzel olan bir şey yakından da uzaktan da bağı yoktu. Düğünün ardından gerdekte olan şey tecavüzden başka bir şey değildi. İnsanlar bunun tecavüz olmadığını, karı ile kocası arasındaki ilişkinin zorunlu olduğunu düşünürdü ama bir taraf istemezken bu sadece cinsel istismardı. Bedeni ve hayatı üzerindeki hürriyetini de davranış hakkını da elinden almaktı. Nikahlı olduğu için görmezden gelinenin dışarıda olandan bir fark taşımadığı aşikardı. Ancak bu kimsenin umurunda değildi. Şiddet de zorla yapılan bir cinsel birliktelikte umursanmıyordu. Dayak yiyen kadınlar, kocası ile sevişmeye ve ona çocuk vermeye zorlanan kadınlar, okuldan alınan kadınlar, yakınında bir erkek yürüdüğü için adı kötüye çıkarılan kadınlar sadece kurbanlardı. Onları kurban etmek isteyenlerin kurbanları olmaktan başka bir hayatları, gelecekleri ve hayalleri olacak iken yok edilen aydınlık günlerdi.
Gerdek gecesinin sabahında uyuyan sadece Samet idi. Hülya yaşadığı felaketten sonra gözünü kırpmadan gardıroptaki aynadan kendine bakmıştı. Yüzündeki, kollarındaki ve boynundaki morlukları gecenin karanlık olduğu zamanlarda bile görmüştü. Gün ışıyınca aynadaki yansıma belirginleşirken morluklar da belirginleşmişti. Ağzının sol kenarında kurumuş kan öylece duruyordu. Onun oradan çıkmayacağını bildiği gibi o gecenin de kabuslarından çıkmayacağını biliyordu. Gözünü bile kapatamazken ayağa kalkmayı düşünemedi. Samet işi bitip kendince bir doyuma ulaşınca arkasını dönüp uyumuştu. Ama Hülya uykuyu da ayağa kalkmayı da düşünemiyordu. Yine de gücünü toplayıp zorlukla ayağa kalkarken kötü bir gecenin bittiğini daha fazlasının ise kapıda kendisini beklediğini biliyordu. Bitmeyecek bir geceye dönüşen hayatı başlayalı çok olmamışken bitmesine imkanı yoktu.
Hülya yatağında gölgeleri izlemekten yorulup kalktığında gerdek gecesinin sabahında olduğu gibi yine o banyoya gitti. Derisini kazımak istercesine kendisini keselerken suyun sıcaklığını düşünmeden üzerine boca ediyordu. Yeniden ve yeniden keseleyip görünmeyen ve de olmayan kirleri yok etmeye çalışıyordu. Kaynar su yinelenerek onun vücudundan akıp giderken temizlenmesinin sonu gelecek gibi görünmüyordu. O sadece üç yıldan uzun sürenin kirini, Samet’in vücuduna değen ellerinin izlerini ya da düşüncelerindeki kötü düşünceleri temizlemeye çalışmıyordu. Hülya yıkanıp paklanıp ölüme gitmeyi kuruyordu. İçinde kalanları da yaşamaya mecbur bırakıldıklarını da bir çırpıda üzerinden atmasının ardından ölüme gitmeye hazırlanıyordu. Kızını, kızı olsa da kızı olarak göremediği kızını bu dünyadan kurtarmaktan vazgeçip kendi acısının sonunu yazmaya niyetlenmişken niyetini nihayetlendirmeden güneşin kendi hayatına doğmayacağını biliyordu. Güneş kasabanın üzerine doğduğunda o sabahı görmeyecek olsa da kendi hayatında olacak sabaha artık hazır hissediyordu.
Banyoda geçirdiği zamandan sonra aladlayarak işini bitirdi. Küçük bebekle beraber kaldığı odaya gittiğinde üzerinde pazen geceliği vardı. Saçları havludan kurtulmuş omuzlarına düşmüştü. Kurutulmamış, kurulanmamış saçlarından sular akmaya devam ediyordu. Üşümesi gerekirken üşümeyi bile unutmuştu. Pencerenin önüne gidip bir hamlede perdeyi açıp sokağa bakmaya başladı. Camı yok sayarcasına cama yaklaşıp gözlerini kimsenin olmadığı sokağa dikmişti. Bir şey, bir işaret bekler gibiydi. Birinin sokaktan geçmesini ister gibi beklenti içindeydi. Ama o sokaktan geçeceklerin kim olduğunu bildiği gibi geçmeyecek, geçemeyecek olanları da biliyordu. Baynıyan kiraz ağacının bu yıl artık daha fazla kiraz vereceğini bildiği gibi beklediğinin yine oradan geçmeyeceğine emindi. Uzaktan gördüğünü son kez göremeden, gözlerine bir an da olsun bakamadan ölecekti.
Camdan dışarıyı izlerken kar yağmaya başladığını gördü. Sokak lambasının ışığının önünden ağır ağır düşen kar tanelerine bakarken üşüdüğünü hissetmesine rağmen bir an bile kendisini ısıtacak bir şeye sarınmayı, üzerine herhangi bir şey almayı düşünüp harekete geçmedi. Kalbinin üzerinde bir baskı vardı. Baskıdan daha çok kalbinin o an ağrıdığını hissetti. Kar ona çocuk olduğu günleri, annesinin ölmediği yılları ve hiç kötü olan biri ile tanışmadığı zamanları anımsatıyordu. Bir bebek gibi annesini, onun kendisini korumasını istiyordu. Ancak annesinin onu korumayı yıllar evvel bıraktığı gerçeğini anımsasa da onun olduğu zamanların anıları, mutlulukları aklından geçerek onu kendilerine gelmesi için davet ediyordu. Karanlıkta hiçbir şey görünmese de onun özledikleri, hasret oldukları ona görünüp kalbini kazanmaya, aklını oradan alıp çok ama çok uzaklara götürerek zincirlerinden ve zorunluluklarından kurtulması için tüm güçleri ile uğraşıyordu.
Dışarıda yine kar yağan bir günde annesi saçlarını örmekle uğraşırken Hülya onun işini zorlaştırıp meleklerin büyük bir pamuk bahçesinden toplayıp attıklarına inandığı kar tanelerini izliyordu. Ablası ona meleklerin kar yağdırmakla uğraşmasının imkanı olmadığını söylese de ona inanmıyordu. Daha sonraları başka bir masala inanırken meleklerin gözyaşlarının soğuk yüzünden donup kara dönüştüğünü düşünecekken o an inandığı sadece pamuk olduklarını düşünüyordu. Annesi kızının simsiyah saçlarını örmeyi bitirip onu öptüğünde Hülya gülümsemişti. Babası evde olmadığı her seferde olduğu gibi yine onunla uyuyacakken ablasının yanlarına gelmesini istemiyordu. Yeni kardeşini daha çok seveceğini bilirken ablasını eskiciye vermek istediğini çok defa babasına söylese de onu kimse ciddiye almamıştı. Lakin bir yol bulacağına inanmıştı ve şansını denemiş olsa da eskici ona çocukları almadığını söyleyince daha fazla bu işin üstüne gidemeden eve dönmüştü. Hâlâ başka bir eskici arasa da bunun için ciddi bir uğraş içinde değildi ve annesine sarılarak uyumak ona yetiyordu. Kardeşinin kendi sesini tanıyıp tanımadığını merak ettiği gibi orada olmasından ötürü mutlu olmasını da umuyordu. Kendisi kardeşinin aralarına katılacağı günü iple çekerken onunla daha iyi anlaşıp onu oyuncağı etmenin hayalini kuruyordu.
Yatağa girip annesine sokulurken onunla soğuk ayak oyunu oynamaya bir süre devam etse de sonrasında uykusu ağır basmıştı. Annesine kendisine masal anlatmasını istese de masalın daha başında uyuyakaldı. Bir daha annesinden masal istemesine fırsatının olmayacağını bilseydi o gün uyumamak için direneceği hiç aklından çıkmamışken bir zamanlar annesi olduğunu dahi unuttuğu zamanlar olmuştu. Kendisi de anne olmuştu ama anne gibi hissetmiyordu. Bebeğe masal okumamış, ninni söylememişti. Uyuması ya da huzur bulması için hiçbir şey yapmayı düşünmemişti. Sütünü verse de sevgisini verememişti. Onu sevmezken, onun ölmesi için çok uğraşmış iken doğması son isteği bile değildi. Düşük yapmak için uğraşmış olduğu halde ondan kurtulamamasını her an kendine bir ceza olarak görmüştü. Yine de onu doğduktan sonra öldürmeyi de bir an için yapamayacağı belliydi. Onun dünyaya gelmesi için rızası alınmamışken ölmesini de rızası olmadan yapamazdı.
Hülya kar yağan bir günde diğer pek çok günde olduğundan farksız yanında uyuduğu annesini anıları arasında bırakıp başka bir karlı günün anısına doğru ilerlediğinin bir an farkında değildi. Çaypazarı’nda olduğu ve henüz baba evinden çıkıp koca evine gelmediği zamanlarda kar yağan bir başka günün düşünün içinde kayboldu. Ardına baka baka eve gitmeye çalışırken korktuğunu hatırlıyordu. Tek istediği bir an zaman kaybetmeden eve varmak, güvenli bir yere sığınmaktı. Geride bıraktıklarının kendini takip edemeyeceğini bilse de korkmasına engel olamıyordu. Elleri de bacakları da titrerken kötüsünün olmaması ile yetinmek zorundaydı. Kar tutmuşken kötülüklerin karın altında can vereceğine inanmayı seçiyordu. Dost sandığı arkadaşının evinde ona kötü gözle bakan ağabeyinin elinden kurtulmuş, her şey geride kalmışken bir daha ne ona gidip ne de onunla konuşmayı istiyordu. Bile isteye yapılanı görmüş, vicdansızca ve ahlaksızca üzerine gelişini gözü önünden silememişti. Ama oradan ne kendisinin ne de babasının başını önüne eğmesine neden olacak bir şey olmasına izin vermeden çıkmıştı. Ya da bir süre için öyle olduğunu sanmıştı.
Arkasındaki beşikte uyuyan bebeğin nefesleri ile saatin yelkovanın sesleri birbirine karışırken onun bir suçu olmadığını biliyordu. Bir bebeğin suçunun da günahının da olmasını kimse düşünemezdi. Onu sevmiyordu ama onun suçlanamayacağını da kabul etmek zorundaydı. Babası dünyanın en kötü insanı olduğu için onun kötü olmasının farz edilemeyeceğini biliyordu. Lakin bebekler anneler ve babaların birleşiminden başka bir şey değilken bebeğin siyah ile beyazın karışımı olduğunu düşündü. Grinin en tuhaf renginde olabilirdi. Mavi gözleri birkaç gün önceye kadar griye çalarken onu gelecekte neler beklediği meçhuldü. Babasına mı yoksa kendisine mi benzeyeceğine emin olamazken onun Samet’e benzeyeceği ihtimalini düşündüğünde boğulacak gibi oluyordu. Onun kadar kötü, kalbi kararmış bir kız çocuğunun hayatta kalmasını asla istemese de ne olacağını bilemeyeceğini yeniden aklına getirdi. Gözleri de saçları da ne annesine ne de babasına benzeyen kızın ikisine de benzemeyen biri olmasını daha çok istiyordu. İstekleri arasında küçük kızın kaderinin de hayallerinin de kendisine benzememesi de vardı.
Bebeğe dönmek, ona bakmak ve ona bakarken onun hakkında bir şeyleri görebilmek istese de bunu yapamayacağını biliyordu. Sokak lambasının altından geçen tek bir insan bile olmadığını görüyordu. Gecenin yarısında hayırsızlardan başkası sokaklarda gezmezdi. Ama o kendine hayır getirmeyen bir aşkın can yakının orada görünmesini istiyordu. Üç hafta önce oğlu ve karısı ile oradan geçmişken yeniden geçebileceğine dair bir umudur vardı. Ondan umudu kesip hayatına bir şekilde alışmaya çalışmış olsa da onu sevmekten vazgeçemiyor, gönlüne laf dinletemiyordu. Gizli kalan, sandıklara kilitlediği bu aşkın acısını bir türlü içinden atamıyordu. Canı bazı zamanlar hâlâ öyle çok yanıyordu ki hangi zamanda olduğunu şaşırıyordu. Okan’ın gittiği zamanda mı, Okan’dan haber alamadığı zamanda mı yoksa Okan’dan son kez haber aldığı ve de dünyasının başına yıkıldığı zamanda mıydı diye düşünse de her seferinde yeninden aynı yerde kendini buluyordu. Bir camın önünde, dünyadan uzak bir şekilde dışarıyı izlerken kaybolmuş bir halde kendine geliyordu.
Hülya sokağa çıkamazken çıkmayı da bir an dahi aklından geçirmiyordu. Evi kendine bir tür zindan haline getirmiş, uzun süreden beri sokaktan ve evin dışındaki hayattan elini eteğini çekmişti. Arkadaş edindikleri de diğerleri de umurunda değildi. Camdan dışarıyı izlemek, ne olduğunu bilmese de oraya bakmak ona iyi geliyordu. Samet’i ve onunla ilgili her şeyi çoğunlukla unutuyor olmasını sağlayan uzaklık ona bir şekilde iyi hissettiriyordu. Yalnızlaştıkça, yalnız kaldıkça daha az canı yanıyordu. Hissetmeyi engellediği şeyler olduğunun farkında olmasına karşın bunlar boşunaydı. Değişmesine imkan kalmamışlar gün gibi ortadayken istemediği bir hayata tutunmak anlamsızdı.
Evlendiği ilk günler aklına geldiğinde yerde kar birikmişti. Beyaz çarşaflar gibi hiçbir iz ya da kir yoktu. Kendi gelin yatağındaki beyaz çarşaf aklına gelmişti. Sabah olduğu zaman artık sadece beyaz değildi. Üzerinde olan kan lekelerini görebiliyor ama onlar kendisine hiçbir anlam ifade etmiyordu. Bekarete takan kendisi değil de etrafla konu komşuydu. Ama üzerinde istediklerinden daha çok kan varken buna ne diyeceklerini merak ediyordu. Aldıkları kızın namuslu çıktığını görmek kayınvalidesine yetse bile o kanın haricinde olan kanları ne yapacaklarını sormak istemişti. Oğlunun karısına olan düşmanca tavrına kaynanalığını eve girdiği anda belli eden kadına sormak istese de alacağı cevap belliydi. Kocaydı ya ister döver ister severdi. Kendileri de kol kırılıp yen içinde kalmasıyla bu yaşa gelmişlerdi ve sesini çıkarmayı aklından bile geçirmesi günahtan başka bir şey değildi. Zaten onlara göre onların istemediği, beğenmediği her ne varsa günahtı ve kendi kardeşi de bir zamanlar onlara göre günahkardı.
Hülya kendisine edilen zulme uzun süre sessiz kalmış olsa da onun da bir dayanma sınırı vardı. Dilleri de elleri de kendine uzandığında sesi çıkmamış olsa bile ailesine ve özellikle erkek kardeşine söz söylediklerinde dayanamamıştı. Ölmüş kardeşinin hakkında atıp tutan Samet’e tokat attığında daha fenasını yapmak istediği halde bir sınırda kalmıştı. Onlar gibi olmadığını kendisine anımsatırken ona söyleyebildiği tek şey kardeşine bir daha dil uzatmamasıydı. Onun kırılgan ve hassas bir yapıya sahip olması, diğerlerine benzememesi kendinden başka kimseyi ilgilendirmezdi. İnsan gibi insan olan kardeşinin kimi sevdiği de ne yaptığı da onların konuşmasını gerektiren bir mevzu değildi. Dünyalığını bitip ölen kardeşinin merhametini de iyi kalbini de nasıl gayretkâr olduğunu da Hülya biliyordu ve bundan ötesi kendisinin ya da başkalarının meselesi olamazdı. Ama Samet bunu anlamamakta ısrar ederken tokatlanması işleri düzeltmek şöyle dursun daha da kötü hale getirdi.
Üç yıllık evliliğinde Hülya sayısız defa şiddete maruz kalmıştı. En kötüsü kardeşine laf eden, kendince onu aşağıladığını düşünen kocasına tokat attığında yaşanmış, her şey en kötü haline gelmişti. Her seferinde oğlu kendisini döverken sesi çıkmayan pek saygıdeğer ve dini bütün kayınvalidesi Hülya kardeşini savunduğunda asla kesilmiş, onu namussuz olmakla suçlamıştı. Oğlunun kendisini döve döve bile kadın edemeyip acılar çektiğini bağırırken Samet’in daha çok vurmasını, akıllanana kadar sırtından sopayı eksik etmemesini söylemişti. Annesinin sözünü ikiletmeyen Samet ise daha da fazla vurmuş, onu tekmelemiş ve ne halde olduğunu düşünmeden canını yakacak her hareketine yenisini eklemişti. Kayınvalidesi oğlunun baygın hale getirdiği Hülya’nın yediği dayaktan memnun olmamış, oğlu dinlenmek için oturduğunda onun yerine de kendi hıncını almak istercesine de vurmuştu. Hülya o en kötü günde ilk ve son kez kendisini savunmuş, aldığı yararlarla bir daha sesini çıkaramamıştı. Acıdan kendisini kaybederken bir süre sonra daha da çok acı duymaya, acıya dayanamamaya başlarken ne olduğunu sonrasında anladılar. Düşüp kaldığı yerden kalkamayıp kanaması durmaz iken gelen ebe onlara ne olduğunu söylemişti. Yediği dayaktan sonra düşük yapan ve kendine bile uzun süre gelemeyen Hülya bebeği kaybetmekle de suçlanmıştı. Onun düşük yapmasına enden olanlar yine kendilerini dünyanın en doğru, en ahlaklı ve en iyi insanları olduğunu sanmaya devam etmişlerdi.
Hülya ilk bebeğini düşürmesinden sonra üç kez daha bebek düşürmüştü. Her birinin nedeni de Samet’in dayaklarıydı. Geceleri zorla onunla birlikte oluyor, gündüzleri ise onu istemediği için dayak yiyordu. Çorbanın suyundan rafta olan birkaç toz zerresine kadar geniş bir dayak yeme listesi vardı. İlk bebeğini düşürmesinden sonra Samet’ten arta kalan zamanlarda kayınvalidesi de hakaretlere ve şiddete başvurmaya başlamıştı ve bu düzen asla bitmeyecek gibi görünüyordu. Hülya ne yaparsa yapsın eksik olan ve huzuru kaçırandı. Kendilerini bir melek olarak görüp evin dışındaki insanlara melek gibi davranan kayınvalidesi ve kayınpederi oğlunun evinde olanları da onun neler yaptığını da görmemeyi seçiyordu. Ne zaman biri gelininden söz açsa kapayıp onun olmayan suçları ona yıkıp kendilerine ‘hacı’ dediriyordu. İkiyüzlü olup görünen yerde iyilik yapanlar kapılar kapandığında birer cehennem zebanisine dönüyorken bundan bir an gocunmuyorlardı. Dini olan, dindar görünen ama ahlakları olmayan pek çok benzerleri gibi vicdansızlıklarını sözde merhamet gösterileri ve iyiliklerle kapatmaya, cennetlik olduklarını iddia etmeye devam ediyorlardı.
Kar hızını daha da arttırırken Hülya’nın yüzünde bir gülümseme belirdi. Sokaktaki tek ışık kaynağı olan lambanın altında durup kendisine bakan Okan’ı görürken onun bir hayal olduğunu biliyordu. Onun gerçek olamayacak güzel bir hayal olduğunu onu ilk gördüğü günden itibaren anlamıştı. Sadece olmasını ummuş, beklentiyle günlerine pek uzun olmayan günler eklemişti. En sonunda da eli böğründe kalmıştı. İstediğinin gerçek olmayacağını bilenlerin vakuruyla olanları kabullenmiş olmasına rağmen ise hayallerinin enkazı altında kalmasını hiçbir şey engelleyememişti. Kırık dökük halde kendi enkazından çıkmasına karşın toparlanmasının da bir daha hayal kurmasının da ihtimali kalmamıştı. Hayattan elini çekecekken Samet’e mecbur bırakılmış, istemediği halde bir evliliğe zorlanmıştı. Babasının yüzünü aşağıya eğmesine yaptığı bir şey değil ardından söylenenler neden olmuşsa da kendini bu evliliğe kabul ettiren babası değildi. Kendi korkuları, Samet’in onu babası ile tehdidi her şeyi bitiren son hamle olarak onun elini kolunu bağlamıştı.
Gözlerini açıp kapadığında Okan’ın hayali kaybolmuş olsa da başka bir hayal onun yerini almıştı. Kardeşi aynı lambanın altında üzerine kar yağmasına aldırmadan ve bir an gözünü kırpmadan kendisine bakıyor, eskimeyen gülümsemesi bir an yüzünden kaybolmuyordu. Onu görmek Okan’ı görmekten daha fazla mutlu olmasını sağlarken onu görmenin kendisine verilen bir işaret olduğunu düşünüyordu. Aklından çıkmayanı yapmak, güneş doğmadan kendi hayatı üzerindeki güneşi batırmak isterken onun bir an gözünü gözünden ayırmadan kalmasının başka bir anlamının olacağına inanmasını gerektirecek bir durum yoktu. Daha önce de gündüz düşleri görmüş olmasına karşın hiçbir zaman kardeşini görmemişti. Onu çok sevdiği halde rüyalarına bile girmeyen kardeşinin tam karşısında durmasını kendisini cesaretlendirmek içindi. Ki rüyalarına gelmemesini de pekala anlayabilirdi. Çünkü orası dünyası gibi karanlık ve korkunç iken onun gibi iyi kalpli ve masum birinin o rüyalarda yeri yoktu. Kimsenin canını yakmayan, birinin canı yanmasın diye uğraşırken kendi canını yakan kardeşinin tüm huzuru öbür dünyada bulduğuna şaşırmazken kendisinin de oraya gitmesi gerektiğini bile bile daha fazla gidişini ertelememesi gerektiğini biliyordu. Kendisine ayrılan tüm vakit dolmuşken yolcunun yoluna çıkması zorunluluktu.
Bir ürperme tüm bedeninden geçerken kardeşinin o lambanın dibinde daha fazla kendi için beklemesini istemedi. Onun yanına doğru birinin adımladığını görürken annesinin de geldiğini gördü. Annesi ve kardeşi karşısında durup ona gülümserken gerçeklikleri orada olmamasına, bunu en iyi bilen Hülya olmasına rağmen onların orada olduğuna kendini inandırmayı, düşündüklerini doğru kılmayı sürdürdü. Hayalleri yokken elinde kalan rüyaları da kabuslardan farksızdı ve çok özlediği iki insan asla onu rüyalarında ziyaret etmezken şimdi karşısındaydılar. Hülya bunun bir sanrı olduğunu bilse de bu doğru bir sanrıydı ve aklındakileri gerçek kılması için bir işaretti. Her şey ona neyin gerçek olduğunu gösterirken kendisiyle ve korkularıyla mücadele etmekten başka bir yolu yoktu. Ölmek dışında hiçbir şey onu cehenneminden çekip alamayacakken bir kez daha baba evine gidemezdi. Onun yanına gitmiş ve kalbini kırarak yeniden koca evine dönmüşken babasının yüzüne bakamazdı. Ona sığınmasının ertesi gününde ona kocasına döneceğini söylediğinde babası kızına yapmamasını söylemişti. Kocasının evinde mutsuz olacağına baba evinde mutsuzluğun daha kolay atlatılacağını anlatmak için uğraşmıştı. Kocasının evinde bir sığıntı gibi olacağına babasının evinde bir hanım olmasını defalarca kez söylese de onu ikna edemedi. Kendisinin canı ile kızının tehdit edildiğini bilse belki çare bulur ve kızına darılmazdı ama bilmedikleri onun kalbini kırmıştı.
Uyuyan bebeğe döndüğünde onunla vedalaşması gereken zamanın geldiğini bilecek kadar kendinde olan Hülya bebek adımlarıyla ona doğru yürüdü. Bir ömür kadar uzun gelen kısa yolunu bitirip beşiğin başına dikildiğinde onunla ve onsuz ne çok şeyin onu yerden yere vurduğunu düşündü. Kendisi bir öksüz iken kendi doğurduğu çocuğun da öksüz olmasını istemiyordu. Lakin ona verebileceği hiçbir şey yokken, varlığının ona daha çok acı vereceğine inanırken hem kendi acısına hem de onunkine son vermeyi istiyordu. Annesi yanındayken annesiz ve sevgisiz kalmasındansa varlığından bile bir an haberdar olmaması yeğdi. Kalbini kırmayacak, onu hayal kırıklığına uğratmayacak, canını yakacak hiçbir şey yapmadan hayatından sessizce çıkıp gidecekti. Sessizliğin hiç gerçekleşmediği bu evde yalnız onu bırakacak olsa da onun burada kalmayacağını biliyordu. Samet gibi kendi mutluluğu ve zevkleri peşinde olan bir adam bir çocukla ilgilenmeyi isteyecek, onun başını okşayacak son kişi bile değildi. Doğduğu günden beri bir kez olsun sevmediği bebeği ya kendi annesine ya da başka birine bırakacak ve sonra onun varlığını bile unutacaktı. Belki çocukları seven bir kadına evlat olarak verip onu mutlu bir aile ile tanıştırır diye düşündü. Ne olacağı hakkında çok ihtimal olsa da kendisinin baktığı yerden hangisinin gerçekleşeceğini bilemeyeceği gün gibi açıktı ve daha fazla onu ve onun yapacaklarını düşünmemeye karar verdi.
Altın sarısı saçları uzamaya başlayan kızına bakarken büyüdüğünde onun çok güzel bir kız olacağını biliyordu. Sarışın, mavi gözlü kızları kendi de çok severdi ve onun büyüdüğünde güzelliğinin artacağı belliydi. Ne kendinden ne de babasından hiçbir şey almamış gibi görünen kızın huyunun da kendilerine benzememesi tek dileğiydi. Onun şansı dedesinden aldığı gözleri ve saçları olarak kalmazsa hayatı kolay olurdu. Kendi babası gibi bakan gözleri şimdiden hayata tutunacağını bağırırken onunla ilk anısını düşündü. Hayata tutunmaya, kendine yaşayacak bir neden, tutunacak bir dal aramaya daha doğduğu anda başlamıştı. Onunla yakınlık kuramadığı o ilk anda kızı kendisinin yerine ona doğru atılmıştı. Serçe parmağını yakalayan bebeğin parmakları kilitlenmiş ve onu bırakmak istemediğini belli etmişti. Kendisine bakmasını, sevmesini ve her an yanında olmasını istediği aşikar olsa da ona temel ihtiyaçlarını vermek dışında küçük bir duygu bile beslemiyordu. Birbirlerine göre olmadıklarına, yollarının ayrılması ve bir daha kesişmemesi gerektiğine inanıyordu. Ona veremeyeceği sevgisi ve şefkati uzun zaman önce kendi içindeki kör kuyuda yok olmuşken onun kendisi olmadığında olacak bir şandı vardı.
Hülya uykusunda bir şeyi emmeye çalışan ve muhtemelen acıkan bebeğin kısa zaman içinde uyanacağını hissetti. Bunun olmaması için bir çare bulması gerekiyordu ki çare gözünün önündeydi. Onu emzirip bezinin temiz olduğunu da kontrol ederse bir süre daha kazanabilirdi. Ancak onu daha önce emzirmemiş, bağ kurmamak için elinden ne gelmişse yapmıştı. Yine aynısını yapabilecek olsa da bu kadar zamanı olmadığının bir şekilde farkındaydı. Yapılacak olan onu yatağından alıp doğrudan emzirmekti ve bu Hülya için çok tehlikeli gözükse de bir başka seçeneği düşünmekten kendini alıkoyup bebeğe uzandı. Süt dolu göğsünü onun ağzına yaklaştırdığında bebek uyumasına ve ne olduğunu bilmemesine rağmen mutlu gözüküyordu. İhtiyacını ihtiyacı olduğunu dahi anlamadan gidermişti. Uykusunda yüzünde bir gülümseme dolaşıyordu ve bunun Hülya için ilk kez gülümseme sebebi olduğunu bilmiyordu. Kendi yüzüne yayılmakta olan gülümsemeyi durduramayıp kendine kızsa da bir süre sonra bunu umursamadı.
Bebeğin bezini de kontrol edip odadan çıkarken kendisine neyin yardım edeceğini çok iyi biliyordu. Doktorun uykusuzluğu ve rahatlaması için verdiği ilaçlarla kendisinin rahatlayacağını düşünüyordu. Uykusuzluğu bitecek, bir daha uyanmayacak ve kendini bir daha bir cehennemin içinde bulmayacaktı. Her şey başladığı gibi bitecek, hiçbir iz kalmadan gidecekti. Ardında onu hatırlayacak da hatırlatacak da bir şey olmazken ne için yaşadığını bilmeyecekti. O güne kadar neden yaşadığını da doğmasının amacının ne olduğunu da bilmemiş iken sonrasında değişecek bir şey görmüyordu. Belirsizliğin ve anlamsızlığın içinde acı içinde debelenecekti. Ancak bu gece debelenmesinin sonu gelecek, bir daha hiçbir acı duymayacaktı.
Hülya ilaçlarının hepsini alıp salona geçtiğinde masada dolu bir sürahi vardı. Elindeki tüm hapları bitirdiğinde ise sürahinin yarısı boşalmıştı. İçinde bir eczahanede olan kadar hap olduğunu düşünerek kendini eğlendirse de bunun son olduğunun, her şeyi sonlandırdığının farkındalığını görmezden gelemiyordu. Bitmesi gereken bir hikaye çok geç sonuna kavuşmuşken içeride uyuyan masumun hayatına da kendisinin neden olduğunu biliyordu. Daha önce korktuğunu yapmış, canına kıymış olsaydı bebeğin asla doğmayacağını biliyordu. Dünyaya gelmek zorunda kalmayacak, ölmüş bir anne ve kendinden başka bir şeyi ya da birini düşünmeyen bir babanın gölgesinde büyüme zorunluluğu olmayacaktı. Hiç doğmamış, hiç günahıyla ve acıyla tanışmamış olarak cennet bahçelerinde eğlenmeye devam edecekken kendisi onun bu dünyaya mahkum olmasını sağlamıştı. Hülya bu nedenden ötürü kendisini dünyanın en günahkarı ve en büyük kötülüğünün sahibi olarak görüyordu. Onun hür iradesi ile gelmeyi seçmediği bir dünyadan onu rızası dışında almayı da kabullenemeyerek onun birkaç metreden az uzaklığında ölüme doğru yürüyordu.
Nice zaman salonda oturmasının ardından bebeğin olduğu odaya giderken ayaklarını kaldıracak hali yoktu. Yine de tüm halsizliğine rağmen duvara tutunarak ona ve onun yanına gitmek için kalan gücünü kullandı. Beşiğinden bebeği alıp yatağa koyduğunda bir süre hiçbir şey düşünmeden ona baktı. Sonrasında ayakta daha fazla duramayacak olduğunu fark edip yanına uzandı. Masumca uyumaya devam ederken dünyadan da nasıl bir yerde nefes alıp verdiğinden de haberdar değildi. Başına kötü bir şey gelip onu üzmemesini ümit ediyordu ama dünya denen kötülük yuvasının bir insana dahi iyi bir şey yaşattığı görülmüş şey değildi. Acıdan, ağrıdan başka bir şey yoktu. Yine de aşk vardı. Birini sevmenin onun da başına geleceğini biliyordu. Sevdiğinin de onu çok sevmesi, sevdiğiyle mutlu olmak er ya da geç onun da hayali olacaktı. Onunla güzel günleri de canını yakan zamanları da olacaktı. Lakin onun bir şekilde, kötü olan tüm zamanları geride bırakacağını biliyordu. Kendisinden daha güçlüydü ve ne aşkın ne de annesizliğin acısına boyun eğmeyecekti. Bebek doğduğu andan beri yaşamak isteyip kendini paralıyor, sevilmek için gülücükler gönderip hiç ağlamadan ona sığınırken bu ona ilk defa tuhaf geliyordu.
Hülya hayatının hiçbir döneminde uykusuna devam eden bebek yaşama tutunmadığını, yaşamak için kendi doğasına aykırı davranmadığını düşündü. O kabullenen, gayret etse de çarçabucak vazgeçendi. Hızlı koşar ama çabuk yorulurdu ve bu halinin nedeni de buydu. Fakat bebek onun gibi değildi. Onda bir giz vardı ve kendisini korumaya da hayatta kalmaya da devam ediyordu. İlgisizliğe, onu istemeyenlere, çoğunlukla kenar köşe bir yerde tek başına bırakanlara inat sağlam duruyordu. Onu da isteklerinin de ne çok görmezden geldiğini biliyor ve şaşırıyordu. Ağlaması, isyan edercesine kendisine insanı mahkum etmeyi başarması gerekirken onunla ilgilenmeyenleri de ilgilenenleri de görmüyordu. Sadece hayatta kalmak için doğru adımları atmaya çalışan yetişkinler gibi temkinli davranıp kararlı gözlerle etrafını izlemeye devam ediyordu. Sabrının da dayanma gücünün de bitmeyeceğini anlarken Hülya kendine kızdı. Bir bebek kadar olamadığı için kendine kızıp kendinden nefret etti. Her zaman yaptığı gibi en kötünün, en günahkarın kendi olduğunu düşünüp hak ettiği sona sonunda kavuştuğuna inanmak istedi. İstese de bu kez başaramadı.
Kısa bir an gözleri kapanan Hülya uyku ile uyanıklık arasındaydı. Önce küçük bir kız gördüğünü sandı. Kapının önünde duran kız çok büyük değildi. En fazla sekiz yaşında ve mutsuzdu. Yüzünde ne gülümseme ne de mutluluğa dair en ufak bir iz vardı. Hiç seveni yokmuş gibi ona kendisini sevmesini istercesine bakıyordu. Altından saçları, bembeyaz teni ve gökyüzü gibi sonsuzluğa sahip mavi gözleri ile televizyonlardaki o reklamlarda çıkan çocuklara benziyordu. Lakin onlardan çok farklıydı. Hiçbir zaman gülmeyecek, asla mutlu olmayacak gibi görünüyordu. Onun kalbinde kocaman bir delik olduğunu neden sonra gördü. Orada duvarı görmesine neden olacak kadar büyük olan deliğin yerinde ne olması gerektiğini biliyordu. Kalbinin olması gerekliydi ama o sevgiyi öğrenmemişken kalbi de olamazdı.
Hülya’nın kalbi daralıyor, kalp atışlarını kulağında duyuyordu. Üzerine çöken ağırlık nefes almasını bile güç bir hale getirirken ona bir şeyler demek istiyordu. Onunla bir şekilde konuşup onun kalbini kurtarmak istese de bunu yapamayacağı belliydi. Kız hemen ötesinde, yatağın ucunda durmasına rağmen onu görmüyor gibi bakıyordu ve ona seslense bile sesini duymayacağını biliyordu. Onun neye baktığını anlamak için bakışlarını takip ettiğinde bebeğini gördü. Ancak o an onun kendi bebeğinin büyümüş halini olduğunu anladı. Sarı saçlar, beyaz ten ve mavi gözler onundu. Onun olduğu gibi aynı zamanda Hülya’nın babasınındı. Onu emanet edebileceği tek kişiden uzakta olsalar da o kendisine küsmüş olsa da babasının torununu görmezden gelmeyeceğini biliyordu. Hülya babasının asla torununu sevgisiz bırakmayacağını biliyordu ama ona birileri engel olursa elinin kolunun bağlanacağını da anlıyordu. Kendisi olmazsa onu kimse koruyamazdı.
Gözleri kapanıp açılmaya devam ederken zaman da geçiyordu. Kapının önündeki kızı artık görmezken bir an sonra başka bir kızın bakışları ile kendisinin gözleri bir an için buluştu. Onun da kendi kızı olduğunu biliyordu. Biraz daha büyümüş, güzelleşmiş ve karşısına gelmişti. Kalbinin olduğu yerde bir delik görmüyor olsa da onun kendisine olan bakışları aklını başından alacak kadar korkutucu bir görünümü ve bakışı varken onun hiç sevilmemiş, sevgiyle bir kez olsun tesadüfi olarak bile karşılaşmamış gibi görünüşüyle insanın kalbini varlığıyla tuz parça edebilirdi. Gözlerinin mavi renginden kopmuş daha çok griye dönmüş hali onu insan gibi göstermiyordu. Canavarların eline geçse ve onlarla büyüse bile böyle olmasına imkan olmadığını biliyordu. Görünüşü uslu bir kızı andırsa da buram buram vahşet kokuyordu. Gözünü kırpmadan insanların canını yakacakmış gibi tetikte değildi ama bunu yapmasının çok kolay olduğunu ona bakarken anlıyordu. Tıpkı küçük kız gibi onun halinin de sebebinin kendisi olduğunu biliyordu. Fakat buna neden olan bir yerde de kendisiydi. Onun ölmesi, yeniden düşük yapabilmek için her yolu denemiş ama bu kez olduramamıştı.
Yaptıklarından da yapacaklarından da korkarken ona yalvarmak, aklından geçenlerin çirkinliğini ona göstermek istiyordu. Söylemesinin yetmeyeceğini, sevgiyi görmezse sevemeyeceği bilirken kendi yaptığının önüne geçmek isteyerek doğrulmaya çalışıp eli ona uzandığında kız ortadan kayboldu. Kız görünmez olsa da ondan yayılan, asla unutamayacağı vahşet kokusu ise hâlâ oradaydı. Bunu engellemenin yolunun onunla olmak olduğu gerçeği gözlerinin önündeyken olmayan gücü yarattı. Yataktan kalkıp tutunarak odada ilerledi. Kırık camlı beyaz kapıdan çıkıp yatak odasına doğru ilerledi ve ondan başka kimse evde yokken, olamayacakken ondan yardım istemek için kapıyı açmaya çalıştı. Bir kez daha yılana sarılacaktı ama ondan başka gidebileceği kimse yoktu. Kayınvalidesi ve kayınpederi Çaypazarı’nda kalmayı seçerken onların kendine yardım etmeye gelmesine kadar her şey biterdi
“Yardım et...” Kapıyı zorlukla açıp ışığa eli uzandığında aynı kelimeyi yeniden ortaya söylüyordu. Işığın yanmasıyla lambanın tam altında yatan Samet gözlerini açtığında Hülya’nın yaptığından hoşlanmadığını belli edercesine homurdandı. Lakin onun yine dilinden düşen kelimeler uykusunun çekip gitmesine, olanı anlamaya çalışmasına yetti.
“Ne oluyorsun gece gece?”
“Ben... Ben ilaç içtim...”
Hülya duvara yaslanarak ne yaptığını anlatacak kadar güç bulsa da daha fazlasının ağzından dökülmesi mümkün görünmüyordu. Gücü bitmeye her an daha çok yaklaşıp onu alaşağı etmek için hazırlanıyordu. Korkusu ölmekten de canına kıymanın cezasını düşünmekten de öteydi. Kızı için kendini kurtarmak, yaşamak, onu bir başına kendini alıştırdığı cehennemde bırakmak istemiyordu. Onu korumak için kendisinin nasıl bir hayat geçireceğini görmezden gelmeyi başarmış, onu sevdiğini hissetmişti. Ancak her an orada öylece dururken ona dönememekten, iyi olamamaktan korkar hale gelmişti ve ona kin ile bakanın yardım etmeme ihtimali o anda daha korkunç görünüyordu.
“Ölmek için mi? Tabii ölmek için içtin. Benden kurtulmaya çalışıyordun. Ne oldu da vazgeçtin?” Bir anda ayağa kalkıp kolunu tuttuğu Hülya’ya onun canını kendi almak isterken başkası almış gibi bakıyordu. İttirerek odadan çıkardığında karısının ağzından çıkanları duymadığı da duymayacağı da aslında gün gibi ortada duruyordu.
“Bebeğim...”
“Okan’ın sana geri döneceği rüyasını gördün de ölmekten mi vazgeçtin? Ama ben sana dedim. Seni ona yâr etmem dedim. Şimdi benden kurtulmaya çalıştığında sana yardım ederim mi sandın?”
“Bebeğim için...”
Bebeğini düşündüğü an gözünden yaşlar akmaya başlamıştı. Hata yaptığını, kendisini öldürmeye çalışmanın yapabileceği en kötü seçim olduğunu çok geç anlamıştı. Onun kendisine yardım edeceğine inanmazken onun kendini sürüklediğini fark etti. Nereye gittiğini anlayamadan düştüğünde bebeğin beşiğinin demirini gördü. Onu gitmesine gücünün yetmeyeceğini bilirken Samet’in nerede olduğunu da onun ne yaptığını da bir an önemsemedi. Yerde sürünerek ona gitmek isterken onun beşikte olmadığını anımsadığında yatağını aklına getirdi. Onu yanına almış, onun kokusunu duyarak son kez uykuya dalmayı beklemiş ama uyuyamamıştı. Ölüm onu kabul etmemiş, geriye dönmesi ve vazgeçmesi için ona hayaller göstermişti. Ama o vazgeçmesine, hayalleri gerçek kılmamaya karar vermesine rağmen elinden hiçbir şey gelmemişti. Yerde yatıp yatağa bakarken ardı ardına gözyaşları dökülse de ağlamanın faydasının olmadığını da ilk defa bir hayalin gerçek olmamasını umarken bunun da gerçek olmayacağının da ne yazık ki farkına varmıştı.
“Sana yardım edeceğim. Ancak yaşamana değil. Benden kendi canına kıyacak kadar nefret ederken seni yaşatmam.” diyen Samet’in sesini duyduğunda onun geri geldiğini de elinde olanı da gördü. Anlamak hiçbir zaman o anda olduğu kadar kolay olmamış iken dönüşünün olmadığını bilerek çıktığı yolda dönüşünün olmamasına kendisinin değil yine kocasının karar verdiğini anladı. Bunu, bu anı kendisi başlatmış olmasına rağmen kendi rızasıyla bitiremeyecek, bir kez daha kendi hayatıyla ilgili bir kararı yine kendi veremeyecekti.
Samet’e karşı koymaya çalışsa da gücü yetmiyordu. Bir an olsun canını yakıp onunla konuşacak bir an yakalamaya çalışsa da yediği tokatla eli ayağı boşaldı. Vücudu boş bir çuval gibi yere düşecekken Samet onu tutup yatağa çıkardığında tavanı, tavanda sallanan urganı gördü. Kendisine yardım etmeyecek olduğunu bilirken daha da hızlı ölmesi için uğraşacağını düşünmemiş olsa da olan bundan farklı değildi. Bir an gözü kapanıp yeniden kendine geldiğinde ip artık boynundayken çok fazla zamanı yoktu ve her şey aslında onun için bitmişti. Geri döndüremeyeceği adımı en sonunda atmışken ölümünün sadece bir intihar olmayacağını sadece kendisi bilecekti. Bebeği ona dair hiçbir şey bilmezken annesinin kendi canına kıydığını sanacaktı. Onu terk etmekten vazgeçmiş, onu sevdiğini anlamış olmasına karşın küçük kızın bundan asla haberinin olmamasından daha korkuncunun ise yakında olduğu belliydi.
“Senin ölmen onu kurtarmayacak ve senden çıkaramadığım tüm hıncımı ondan her Allah’ın günü alacağım. Yandığın cehennemde bunu unutma.” Boğazındaki urganın canını acıtması devam ederken ayağının altından kayıp giden sandalye her şeyi bitirip son darbeyi vurmuştu.
Hülya’nın ölümü yaşamı kadar uzun sürerken gözünün gördüğü tek şey kızıydı ve ona bakarak ölmüştü. Kocasının dediklerini düşünmek, olacaklardan korkmak için çok zamanının olmaması belki de onun için iyi olmuş olsa da kızına baka baka ölmenin ne kadar can acıtıcı olduğunu anlamıştı. Onu korumak, onu gerçekten sevebilmek için ilk kez cesurca davranmışken çabasının bir kez daha mükafatını alamamıştı. Kızı onunla bir kez konuşmadan, onun okula gittiğini görmeden, konuştuğunda sesini duymadan ve büyürken yanında olmayacağını bilerek ölmüştü. Kendisi hakkında anlatılacaklar dışında onu tanımayacak kızını tanıyamamak, onu uyaramamak ölümden bile daha korkutucuyken her şey bitmişti. Uğruna savaşacak bir şeyi olmadan yaşamış, hayatını bir noktaya kadar kendi sonlandırıp bir ölüme mahkum olmuştu. Fakat gönlündeki gizi, Gizem’i yaşayacaktı ve onun yardımına ihtiyaç duyup anne diye çığlık attığında annesini hiçbir zaman görmemiş olacaktı. Bir hayat bitecek her şey değişecek ama aslında hiçbir şey değişmeyecekti.