Marmaris İçmeler'deki çalıştığım otelden ayrılmış, sezonu kendimce bitirmiştim. Aklımda Datça'ya gitmek, oradan sonra da Akyaka'da bir gece kamp yapmak vardı. Fakat işler bu şekilde yürümedi ve bu yazıyı Bodrum Türkbükü'ndeki ikinci gecemde yazmaya başlıyorum. Peki nasıl oldu? Anlatayım…


Marmaris İçmeler'deki işimden istifa ettikten sonra buradaki mekanlarda müzik yapan "Çıkamadık İşin İçinden" grubu üyelerinden Ahmet Umut ve Çağrı'nın evinde kalmaya başlamıştım. Bu arada arkadaşlarım diye demiyorum iyi gruptur. İleride güzel işler yapacaklar, şimdiden takip etmekte fayda var. İş sonrası iki gün o evde vakit geçirdikten sonra nihayet yola çıkma cesareti bulmuştum. Yapacağım bu küçük gezide konaklamayı çadır ile yapmayı planlamıştım. Bunun için Marmaris’te bir Migros'tan ucuz yollu ve iş de görecek bir çadır aldım. Ulaşım için ise belli bir planım yoktu ama yine de uygun bir yer bulup oradan otostop çekmeye başlamıştım. 


Datça Yolu...


Söz konusu uygun yer Marmaris, Armutalan'ın çıkışı idi. Burada 10-15 dakika kadar otostop denedikten sonra nihayet bir araç yanaştı ve beni aldı. Aracın sahibi aslen Antalyalı olduğunu ve Muğla'da yaşadığını söyleyen yörük bir abiydi. Bu abi odunculukla uğraşıyormuş ve hayatı boyunca çalışmış. Üniversiteyi sevmediğini ve okulu erken bıraktığını söyleyen bu abi çocuklarını da meslek edinmeleri için meslek lisesine göndermiş. Üniversite düzeyinde eğitim almalarına ise izin vermemiş. Onların şu an birer gemi teknisyeni olduğunu fakat şirket sahipleri, tanıdıklarını işe aldığı için çocuklarının işsiz kaldığını söylüyordu. Bu araçtan Hisarönü yakınlarında bulunan Değirmenyanı Köyü’nde indim. İki tarafını da yüksek ağaçların kapladığı bu yolu biraz oturup izlemiştim. Oradan ayrılmadan tekrar otostop parmağımı kaldırmaya başladım. Bu sefer biraz daha uzun bekledim ama şansım bir şekilde döndü ve başka bir araca bindim. Konuşmalarından Datçalı olduklarını anladığım iki abi aldı. Kısa bir tanışma sohbetinin ardından abiler bana bir daha soru sormadılar. Benimle muhatap bile olmadılar. Bir ara beni arabaya aldıklarını unuttuklarını dahi sandım. Öylece oturdum arka koltukta.


Datça yolu Google Haritalar'da göründüğünden çok daha fazla kıvrımlı ve yokuşluydu. Bundan şikayetçi değildim; aksine keyif alıyordum. Yolun iki tarafı da ormanlıktı ve bu kadar dağlık bir bölgeden geçeceğimi hayal etmiyordum. Görüş mesafesi oldukça yüksekti bu yüzden sıra sıra uzanan ormanlık tepeleri sayabiliyordum. Ne yazık ki bu ormanlık tepelerdeki ağaçlar Bördübet tarafında olanlar yazın başında çıkan bir orman yangınıyla yok olmuştu. Balıkaşıran'a kadar yolun solundan izlediğim deniz bir anda sağa geçmişti. Hatta bir ara iki taraftan da denizi görebiliyordum orada. Sonradan öğreniyorum ki geçmişte Datça’yı bir ada yapmak için tam da buradan bir kanal yapmak istemişler. Yolda bunları görürken arabadaki abilerle gün batımına doğru ağır ağır gidiyorduk ve radyoda yanık bir yörük türküsü denk geliyordu:


Giyinmiş kuşanmış yayladan gelir

Bize bu ayrılık mevladan gelir

Aman Ayşem yaman Ayşem

Dağlar başı duman Ayşem


Bu abiler sanki Datça'daki herkesi tanıyor gibiydiler. Öyle ki yoldaki daha Datça’ya varmadan herkese korna çalıp selam veren abimiz ara sıra da onlara bağırıyordu:


"Len, nenesi ölesice n'aptın oğlum!"

"Bak bak, Gucco'nun Mısdıva deel mi şo?"


Datça’da ne gördüm, ne işitmedim?


Bu araçtan Datça'nın merkezinde indim ve direkt sahile yöneldim. Fazla vaktim yoktu ama yine de ağır ağır yürüyerek ilerliyordum. Bir iki dakika sonra sahile varmıştım. Gözüme çarpan ilk şey sahilin bangır bangır müzik çalan beach club'lar tarafından işgal edilmemiş olmasıydı. Onun yerine sessiz bir şekilde meyhane müzikleri çalan mekanlar vardı. Başlıktaki “ne işitmedim?” ifadesini de aslında bu yüzden kullandım. Kalabalığın olmadığı sessiz sakin mekanlar… Hemen oraya doğru yöneldim ve bir göz attım. Orada, mekanlardan gelen ud ve kemanlı müzik sesleri, çatal bıçak sesleri birbirine karışıyordu. Yine aynı mekanlarda garsonlara sipariş verenlerin sesleri ortama adeta bir “Yeni Rakı reklamı” havası katıyordu:


"Oğlum, 6 numaraya bi' bakcen mi?"

"Usta bizim lakerda vardı, ne oldu?"

"Haydariyi şöyle alalım, beraber yeriz."

"Evet abi 70'lik bize yeter." 


Kalacak bir yer bulup çantamı bırakıp hemen insanların arasına karışmak istedim. Bir an önce bu küçük ilçeyi keşfe çıkmam gerekiyordu çünkü hem hava kararmaya başlamıştı hem de çantam artık ağırlaşıyordu sırtımda. Daha önceden ayarladığım camping telefonlarıma cevap vermiyordu. Umutsuzluğa kapılmadım ve hatta sahildeki Cumhuriyet Meydanı’nda oturup bir-iki bira içtim. Bu meydana daha önce İzmir Bostanlı’da gördüğüm “Günbatımı Terası” benzeri ahşap merdivenler yapılmıştı. Burada biraz oturdum, denizi ve körfezin solundaki sessiz sakin meyhanelerdeki insanları seyrettim. Datça’da insanlar mekânların dışında pek içmiyor gibi gelmişti. Yani o ahşap merdivenlerde oturup içenlere, sahildeki kayalıklara elinde bira ile oturanlara pek rastlamadım. Bu yüzden ben de öyle ortalık yerde biramı yudumlarken biraz çekindim açıkçası. Biraz burada zaman geçirdikten sonra telefonlarıma cevap vermeyen camping'e doğru yürümeye karar verdim. Meydanın üst tarafında bir dükkan dikkatimi çekti. Bu dükkanda cama Datça-Bodrum arasında feribot seferlerinin saatleri yazılmıştı. “Vay be! Demek Bodrum’a feribot varmış.” dedim. Saat sabah 9’da, öğle 12’de ve öğleden sonra 5’te olmak üzere günde üç adet feribot, Datça’dan Bodrum’a gitmek üzere kalkıyormuş. Fiyatlar ise yetişkin için 200 lira, öğrenci için 100 liraydı. Üstelik gidiş-dönüş seçeneği de sunuluyor. Eğer gidiş-dönüş alınırsa fiyat yetişkin için 380 lira olan ücret, öğrenci için ise 190 lira oluyordu. Yazın başından beri bir tekne turu yapmayı istemiştim. O an “Acaba bu bir fırsat mı?” diye düşündüm ve hemen fiyat bilgisi aldım. Açıkçası fiyatı biraz pahalı buldum ama öğrenci indiriminden yararlandığımda pek de can yakmayacağını düşündüm. Görüldüğü üzere buradan sonra gezinin seyri biraz değişti. Yola, Datça’ya ve Akyaka’ya gitmek için çıkmıştım fakat şimdi Bodrum’a gitmek için bilet alıyordum hem de feribotla. 


Gece camping’e gittim ve çadırımı kurdum. Sonra tekrar dışarı çıktım. Bu sefer sırtımda o ağır çantam yoktu ve kalacak bir yerim vardı. Nereye gideceğimi bilmeden sokak aralarında dolaşmaya başladım Datça’da. Yeni geldiğim bir yerin sokaklarında amaçsızca dolaşmayı çok severim çünkü o yeri en iyi bu şekilde tanıyacağıma inanıyorum; kaybolarak… Ertesi sabah Bodrum Feribotu’ndan önce biraz daha dolaştım. Knidos Sanat Adası’na, Can Yücel’in mezarına, Eski Datça Evleri’ne gittim. Cumhuriyet Meydanı’nın üst tarafındaki belediyeye ait kafeden bisiklet kiralanabiliyordu. Yürümek yerine bisiklet kiralamak istedim fakat Datça’nın yakıcı sıcağı ve o küçük yokuşları gözümü korkutmuştu. Önce Knidos Sanat Adası’na gitmiştim. Adından anlaşılacağı üzere buranın bir sanat merkezi olmasını bekliyordum. Google’dan arattığımda ise çeşitli sanat eserlerinin sergilendiği: resim ve heykel sergilerinin olduğu bir ada gibi görünüyordu. Oraya gittiğimde ise durum çok farklıydı. Restorasyon çalışması bulunan bir bina hariç hiçbir şey yoktu. Ne heykel görebildim ne de resim sergisi, sadece bir amfi… Kısacası Knidos Sanat Adası denen yer beklentimi karşılamamıştı. Oradan çıkıp Can Yücel’in mezarına doğru yürümeye başladım. Yaklaşık üç kilometre olan bu yokuşlu yol beni oldukça zorlamıştı. Belediye otobüsleri ile oraya gitmek mümkündü fakat bilmediğim bir yeri bu şekilde gezmek benim tarzım olmadığından oraya sırtımdan akan tere rağmen yürüyerek gittim. Yakıcı sıcak altında yürüdüm, terledim ama birçok şey gördüm ve öğrendim Datça’ya dair. Mesela sahilin arka sokaklarında ev yemekleri yapan restoranlar, hediyelik eşya dükkanları, badem ve badem mamulleri satan dükkanlar vardı. Badem mamulleri diyorum çünkü Datça’da bademin girdiği birçok yiyecek ve içeceğe tanık oldum. En ünlüsü Bademli Datça Gazozu olmak üzere bademli kek-kurabiye, bademli kahve, bademli limonata, kahvaltılık badem ezmesi, bademli köfte ve daha neler neler... Bademli deodorant görseydim eminim ki şaşırmayacaktım. Sokaklarda Datça’nın biraz da “ekmeğini yediği” olarak baktığım bir olay vardı: Can Yücel’in şiirlerinden dizeler yazılmış sokak tabelaları vardı. Hediyelik eşya satan dükkanlarda ise bolca Can Yücel baskılı ürünler bulmak mümkündü. Şaka ve mübalağa bir yana Datça’daki insanlar sanatla uğraşmayı ve sanat konuşmayı seven insanlar bence. Öyle ki kıraathanede muhalif parti başkanının liderlik vasfını sorgulayan muhabbetler yapmasına aşina olduğumuz yaşlı amcaların sahilde bira içerek Fuzuli’nin Su Kasidesi üzerine konuşmalarına denk gelmiştim:


“Babacım, Fuzuli kaçıncı yüzyılda yaşamış? Sen ne zamanı konuşuyorsun?”

“Ben İran şiirini sevmem, bak o dönemde Arap'lar güzel şiir yazmıştır!”

“Senin şu son yazdığın şiirin manası ne şimdi?” 


Can Yücel’in bulunduğu mezarlıkta dikkatimi çeken birçok mezar taşı vardı. Buradaki mezarlar çoğunlukla önemli insanlara aitti: şair, hakim, emekli öğretmen, komutan vs. daha birçok önemli insan buraya defnedilmişti. Yani Datça önemli insanlara ev sahipliği yapmıştı ve yapıyordu. Can Yücel’i ziyaret ettikten sonra ise hemen iki kilometre kadar ileride olan Eski Datça Evleri’ne doğru yürüdüm. Burası daha çok hediyelik eşya satan dükkanların ve kahvaltıcıların olduğu iki üç sokaktan oluşan küçük bir yerdi. Gelmeye değer mi bilemedim ama kusursuz İnstagram profiline sahip olanlar için güzel bir lokasyon. Güzel fotoğraflar çektirebilirsiniz; ben çektirmedim. 


Toparlayacak olursak, Datça bende abartı duygusu uyandırdı. Burası öyle abartıldığı ve çok konuşulduğu kadar masum ve güzel bir yer değil bence. Hatta 5-10 km dışarıya çıkıldığında çoğu yerde Eski Datça Evleri konseptinde evlerin inşaatlarını görmek mümkün. Diğer yandan, Datça Belediyesi’nin Twitter hesabındaki anlatıldığı kadar veya abartıldığı kadar heyecan uyandırmadı bende. Belki başka bir zaman başka bir şekilde tekrar gelmem gerekir, bilemiyorum. Datça macerası bu kadardı. Buradan sonra feribotla Bodrum’a geçtim ve iki gece orada kaldım daha sonra ise tekrar Marmaris İçmeler’e döndüm.


Ferbotla Bodrum’a…


Bodrum’da benim gibi otellerde çalışan bir arkadaş grubum vardı; onlara oraya geleceğimi haber verdim. Onlar ile okuldan tanışmıştık ve öğrenci toplulukları aracılığıyla güzel işler yapıyorduk. Datça’da gün boyu vakit geçirdikten sonra Bodrum’a doğru gitmek üzere Datça Otogarı’na gittim. Daha önce bahsettiğim Cumhuriyet Meydanı’ndan belediye otobüsleri ile ulaşım sağlanabiliyor oraya. Otogardan bizi alan bir otobüsle Datça Feribot İskelesi’ne gittik. Otobüste ise birkaç aile ve bir grup Amerikan aksanlı turist vardı. İskeleye vardığımda buranın küçük bir marinaya benzediğini düşünmüştüm. Sıra sıra küçük kafelerin olduğu bu iskelede bir de market vardı. Herkes bindikten sonra feribot hareket etmeye başladı. Marketten edindiğim İlber Ortaylı’nın “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” isimli kitabını okumaya başladım. Feribotta çay, kahve ve atıştırmalık yiyecek alınabilecek küçük bir büfe bulunuyordu fakat oldukça pahalıydı. Öyle ki karton bardakta sunulan bir kahveye 20 lira vermiştim. 


İki saatlik tekne turu tadındaki yolculuğun ardından feribot, Bodrum Gümbet’teki iskeleye yanaştı. Buradan Bodrum Kalesi’ni görmek mümkündür. İskele merkezi bir konumda olduğundan her yere kolayca ulaşım sağlanabiliyordu. Öyle ki arkadaşlarımdan biriyle hemen yakında bulunan barların, meyhanelerin ve turistik mekanların olduğu sokakları gezmiştik. Daha sonra oradan çıkıp yakınlarda bulunan bir alışveriş merkezine gidip diğer arkadaşlarla buluştuk. Burada biraz vakit geçirdikten sonra kalacak yer bulma telaşına girmiştim ve bu sırada öğreniyorum ki bu arkadaş grubundan birileri Türkbükü’nde bir camping’te kalıyormuş. Geç olduğu ve yolu da uzatmamak için oraya korsan taksiyle gittik. Bu arada Bodrum’da çok fazla korsan taksi var. İlginçtir bu korsan taksilerden taksi duraklarının haberi var ve bir nevi anlaşmalı olarak çalışıyorlar. Daha önce Bodrum’u ve Türkbükü’nü gezmiştim fakat bu sefer daha fazla vaktim vardı ve daha çok gezebilecektim. Bu yüzden motivasyonum yüksekti. Gece oraya vardık. Datça’dakinin aksine bu camping’in manzarası güzeldi, banyosu ve tuvaletleri de temizdi. Çadırımı uygun gördüğüm bir alana kurdum ve geceyi orada geçirdim. 


Ertesi sabah için planım Bodrum Yalıkavak'a gitmekti. Oradaki o ünlü marinayı görmek istemiştim. Sabah erken uyandım, biraz sahili turladım, kahve içtim ve sonra hemen yola koyuldum. Bindiğim minibüs Yalıkavak’a Gündoğan üzerinden gidiyordu. Arada burayı da görme fırsatım oldu. Türkbükü-Gündoğan arası oldukça virajlı ve yokuşluydu. Bu yolun en çok sevdiğim kısmı bütün Türkbükü’nün görüldüğü o yüksek tepeydi. Minibüs önce Gündoğan’a vardı. sonra Yalıkavak’a… Minibüs durağından çıktıktan sonra kısa bir yürüyüşün ardından Yalıkavak Marina’daydım. Lüks tekneler, yatlar, restoranlar, mağazalar… Orada beni karşılayanlar bunlar olmuştu. Küçük bir turun ardından burayı bitirmiştim ve hala gün yarılanmamıştı bile. Biraz kendi serseri, serbest tarzımla gezdiğim için Yalıkavak’tan çıkıp merkeze gitmeye karar verdim. Burada ise Bodrum Kalesi’ni ve Halikarnas Mozolesi'ni gezdim, gördüm. Bu tarihi yapılara Müze Kart ile giriş yapılabiliyordu. Ben de yeni bir kart çıkarıp gezmiştim. Bodrum Kalesi’nde dikkatimi çeken şey, içinde bir caminin olmasıydı. Kanuni döneminde yapılan bu camiyi Google’da aratınca oranın ibadete açılacağı haberlerini görerek iki katı şaşırmıştım. Bir diğer takıldığım nokta ise kalenin her yerinde haç işareti vardı. Karşı olduğumdan değil ama, “O dönemde cami yapılırken bu haç işaretleri neden kaldırılmamış?” diye kendime sormuştum. Cevabını da bulamamıştım. Kaleyi gezdikten sonra Halikarnas Mozolesi’ne gittim. Burası ise bomboştu; hem ziyaretçi açısından hem de eser açısından. Tarihi bir alan boşaltılmış; koca bir çukur. Birkaç bilgilendirici yazıt, resim ve video dışında bir şey görememiştim. “Hmm, nerede acaba?” diye sordum kendime. Çok da düşünmeden British Museum’un internet sitesine girdim. Bir de ne göreyim? Adamlar koca mozoleyi götürmüş, koymuşlar müzelerine. Biz de burada tasvirlerine bakmakla yetiniyoruz. 


Bugünü de böyle bitirmiştim. Akşam Türkbükü’ne döndüm ve sahilde küçük bir tur attım. Elimde bir birayla halk plajına oturup bu yazıyı yazmaya başladım. Ertesi sabah erkenden Marmaris’in yolunu tuttum. Çünkü eşyalarımı alıp memleketin yolunu tutma vakti gelmişti artık. Sadece bir geziyi bitirmiyordum, yaz sezonunu da kapatıyordum. Nice gezilere…