Güneş o kış istenmeyen bir misafir gibi olduğu yerden hiç ayrılmamıştı. Ocakla şubat aylarında bile turuncu bir disko topuymuşçasına her zamanki yerinde karşıladı yer küreyi. Onun bu samimiyetsiz sıcaklığıyla aldattığı ağaçlar tez canlı tomurcuklarını renk renk çiçeğe döktülerse de iki güne hepsi sonbahar yaprakları gibi ölüverdiler. Ne bahar, ne kış, ne yaz; kabız bir mevsim yaşanıyordu. Bu sıcak kışta sokak hayvanları ve sobasını yakamayanlar dışında yaşayan her şey sıkıntıdaydı.
Şubatın sonlarında kar, un helvasının üzerine dökülmüş pudra şekeri seyrekliğinde, birkaç günlüğüne toprağa toz gibi serpilmiş, sonra hemen yok oluvermişti. ‘Nerede o eski kışlar’ artık bir ihtiyar geyiği değil, yaşananların tek ifade biçimiydi. Martın ikinci günü, nisana göz kırparcasına ışıl ışıl bir sabahtı. Güneş, yine sıcaklığına aldanarak açıp, ertesi günü dökülecek tez canlı çiçeklere sahte bir sırıtışla ışıldıyordu. Doğdu doğalı o mahallede yaşayan kedi İsmet –kendisine bu ismin konduğundan haberi yoktu- tekelin önündeki bira sandıklarının içinden çıkıp artist edasıyla ağır ağır kırıtarak yürüdü; yarım gözleriyle kendinden emin, etrafı süzdü. Caddenin ortasında ön patilerinin parmaklarını açabildiği kadar açıp, uzun uzun gerinerek esnedi. Güneş ışığını seviyordu, mırklamaya başladı. Yanından şimşek hızıyla geçen bir araba keyfini kaçırdı; ok gibi kaldırıma fırladı, geriye attığı kulaklarıyla. Mırklaması kesilmişti. Sırt derisini hızla ileri geri oynattı; kızdığında böyle yapıyordu. Kırmızı Toros’un üzerine sıçrayıp sıcak kaputta yalanmaya başladı. Önce dirseklerinden parmaklarının aralarına kadar ön bacaklarını, ardından sırtını, sonra kuyruğunu ve en son poposunu ağır ağır, gözleri kapalı, dünyanın en keyifli ve ciddi işini yapıyormuşçasına büyük bir özenle temizledi. En son kafasını silkeleyip ağzında kalan tüyleri havaya savurdu. Bir poşet sarı tüy, westernlerde yuvarlanan çalı topları gibi, ama bu kez havada, sokağın sonuna doğru uçuştu rüzgârla.
Zor bir hayatı vardı. Kış eskisi gibi çetin olmasa da geceleri sokakta uyumak kolay iş değildi, defalarca sıcak diye girdiği araba motorlarında uyuklarken, kaputa vurmadan araca binen şoförleri yüzünden ölümden son anda kurtulduğu olmuştu. İnsanlar garipti. Bazısı sevip yemek veriyor, dokunmak istiyor, bazısı ise kovalayıp zarar vermeye kalkıyordu. Bunu bir türlü anlamıyor, kafası karışıyordu. Bu yüzden herkesin kendisine dokunmasına izin vermezdi, bazen birisi yemek verse bile gözü tutmadıysa, ondan uzaklaşıp kaçardı. Kaputun üzerinde dimdik oturdu Mısır sfenksi gibi; arka bacaklarının üzerinde, kuyruğunu çepeçevre etrafına dolayıp. Başını dikkatle yukarı kaldırıp havayı kokladı. Gözleri açıldı. Kendini son iki gündür çok garip hissediyordu. İki arka bacağının arasında, kasıklarının ortasındaki o ceviz büyüklüğündeki top alev alevdi, daha önce hissetmediği güçte bir güdü içini yakıyordu. Kokladı. Rüzgarın getirdiği koku bir dişiye aitti. Kaputtan soğuk betona atladı. Heyecanlı, garip, kontrolsüz bir miyavlama fırladı ağzından. Arabanın ön lastiğine yarım çay bardağı tazyikli çiş fışkırtıp hormonlarını bıraktı, kokunun geldiği yöne doğru büyülenmiş gibi koşmaya başladı. En son dün öğlenden sonra yediği hamsi kılçıklarıyla duruyordu ama yemeği düşünecek zaman değildi. İçinde söndürmesi gereken, tüm bedenini sarmış bir ateş yanıyordu: Çiftleşme ateşi.
Dört yolun karşısındaki çocuk parkını gören kaldırımda zınk diye duruverdi yere sabitlenmiş belediye bankı gibi. Gözlerinin siyahı minik birer fındık tanesi kadar olmuştu. İşte oradaydı. Kaydırağın önünde durmuş kendisini yalıyor, etrafa İsmet’in aklını başından alan kokular yayıyordu. Karşı kaldırımdan, öylece donmuş gibi dikkatle onu izlemeye başladı. Akıp giden sokakta tüm bu hareketliliğe başkaldırmış bir kaya gibi sabitti. Nasıl yaklaşacağını bilmediğinden, bekliyordu. İlk flörtü olacaktı bu dişi. Dalmış olduğundan olacak, ardından yaklaşan tehlikeyi sezememişti. Ergen bir veletle zincirinden tuttuğu salyalı köpeği arkasından iyice yaklaşmıştı. O fark ettiğinde neredeyse çok geçti; heyecanlı ergen çatallaşan sesiyle “TUT OĞLUM TUTS!” diye köpeği üzerine salıp haykırıverdi. Tıslayarak bir metre kadar havaya sıçramış, kabarttığı tüyleriyle basket topu kadar oluvermişti İsmet. Düşmanını korkutsun diye Latin baldırı gibi olan kuyruğu canavar üzerinde en ufak tesir göstermemişti. Kaldırımın sonuna dek yıldırım gibi koştular. Hemen arkasında hırlayan canavarın soluğunu, onun arkasından gülüşen insan seslerini duyabiliyordu. Neredeyse kuyruğu kaptıracağım diye düşünürken önüne çıkan meşe ağacının en üst dalına kadar çıktı telaşlı tırnak sesleriyle. Kalbi bir ağaçkakanın ağaca vuruşları gibiydi. Köpeğe baktı, tırnaklarını geçirdiği daldan. Canavarın ön ayakları ağaca dayanmış, yukarı doğru havlamaktaydı. İki ergen gelip kahkahalarla zincirinden çekiştirene dek havlaması sürdü. Telaşla parka baktı tehlike geçince. Birkaç dakikalığına kadınını unutmuştu. Curcuna dişinin de dikkatini çekmişti; yalanmayı bırakmış, ürkekçe İsmet’e bakıyordu. İsmet’in biraz özgüveni zedelense de, sonunda göz göze gelmişlerdi işte. Dişinin kızıl tüyleri güneşin altında parlıyor, iri, kahverengi gözleri davetkar bakıyordu. Dişi bir süre İsmet’e baktıktan sonra gözleri yarıya indi, onun duyamayacağı şekilde miyavlayarak ön patisini yalamaya devam eti. Bu iyiye işaretti. Canavar köpek ve manyak insanları son bir kez kolaçan etti: Ortalıkta görünmüyorlar. Tırnaklarını, çivilerini dik yamaçlara saplayan profesyonel bir dağcı edasıyla ağaca geçirip kolayca indi. Yolun boş anını kollayarak karşıya; oyun parkının bulunduğu tarafa, dişisinin yanına geçti.
Dişi yalanmayı bırakmıştı. Biblo gibi dimdik oturmuş, kendisine yaklaşanı süzüyordu. İsmet biraz tereddütlü, iyice yanına yaklaşıp miyavladı. Sadece dudakları titremiş, ses çıkarmamıştı. Kaydırağa tazyikli çiş püskürttü. Baskın hormon kokusu dişiyi de etkilemişti. Oturduğu yerden dört ayak üstüne kalktı, gerinip esnedi cilveli bir miyavlamayla. İkisinin de kuyruğu dimdikti. Birbirlerine yaklaştılar, yaklaştılar… Önce bir iki ürkek ve minik dokunuşla birbirlerine değip çekilerek kokladılar. Sonra ilk cesur hamleyi dişi yaparak, büktüğü kafasıyla İsmet’e sürtündü. İsmet de ona…
İki kedi de birleşmek istiyordu, birbirlerinden etkilenmişlerdi. Dişinin bir sürü talibi çıkmıştı haftalardan beri ancak kendisini korumayı başarmıştı onlardan ve ilk görüşte aşk diye de buna denirdi. Kısa, kesik ve heyecanlı miyavlamaların ardından etraflarına bakındılar. Az önce onları tedirgin eden köpek havlamaları çoktan kesilmişti. İsmet içindeki şiddetli arzunun aksine, zarif ve çekingen hareketlerle –ilk kez karşılaştığı dişisini incitmek istemiyordu- kedinin üzerine çıktı. Dişi yere karnını daha da bastırıp poposunu dikti, erkeğinin acemi olduğunun farkındaydı. Ama bu kediden çok etkilenmişti, güçlü ve sağlıklı yavrular doğuracağına dair kuvvetli bir his duyuyordu. Henüz tanıştığı kedinin altında, teslimiyet ve heyecan içinde bekledi.
İsmet acele etmiyor, hiç bilmese de atalarından kalma genleriyle nasıl yapması gerektiğini buluyordu. Derken bir metre kadar önlerinden fırlatılmış iri bir taş, hızla yuvarlanıp yerden sekti. “PİST!” diye bir ses geldi taşın ardından, bu ses alarm durumuna geçmeleri için yeterliydi; iki kafa korkuyla sesin geldiği yöne döndü. Şimdilik tehdit oluşturmayacak uzaklıkta olan kızgın yüze baktılar. Kafasında yeşil bir sarık vardı. Gözleri, nefret sızan iki oyuk gibiydi. Göğsüne dek gelen sakalların uçları aklaşmıştı. Annelerin yıllarca bahçelerini süpürmesiyle uçları çatallaşıp ayrılmış çalı süpürgelerine benziyordu sakalı. Üzerine dizlerine dek inen siyah bir partal giymişti. Sadece kedileri değil, yeryüzündeki her canlıyı tedirgin edecek bir tarla korkuluğunu andırıyordu adam. Ellerini belinde kavuşturmuş, çattığı kaşlarıyla kendisinden epey uzaktaki üst üste duran iki kediye nefretle bakmayı sürdürüyordu. Hemen arkasında bankta oturmuş, sadece gözleri görünen, yine siyahlara sarmalanmış bir kadın, onun iki yanında da iki küçük çocuk oturmuştu. Arapça bir şeyler mırıldanan aralık ağız ve kahverengi dişler, kirli bir alaturka tuvalet taşına benziyordu.
Kediler ne olduğunu anlayamadı, rahatsız olmuşlardı ama tedirginlikleri henüz birbirlerini bırakmalarını gerektirecek boyutta değildi; tehdidin kendilerine olduğunu anlayamamışlardı bile, sadece ‘pist’ diyen sesten rahatsız olmuşlardı biraz. İkisi de işine döndü, İsmet henüz tohumlarını bırakamamıştı, dişisini ensesinden hafifçe ısırarak yerleşmeye çalıştı. Arapça mırıltılar çıkaran korkuluk, elinde elma büyüklüğündeki taşla, bu kez attığını vuracak kadar yaklaştı. Tıpkı az önce köpeğin yaklaştığını anlayamadığı gibi, gene gafil avlandı İsmet; bu dikkatsizlikle doğal seleksiyon şehidi olması içten bile değildi. Kedi dediğin en ufak bir çıtırtıyı hissetmeliydi, aksi halde bu canavarlarla dolu dünyada hayatını devam ettiremezlerdi. Taş, tok bir sesle kafasında patladı. Dişisinin üzerinden yere yuvarlandı, gözlerinde şimşekler çakmış, birkaç saniyeliğine her yer bembeyaz olup sonra da kararmıştı. İki kedi de korkunç bir çığlıkla sokağı inletti. Dişi, ok gibi fırlayıp gözden kayboldu. İsmet toparlandı, kaçmaya çalıştı fakat başı dönüyordu; afallamıştı. Yana devrilip sendeledi. Korkuluk, tatmin olmamış olacak ki bir taş daha fırlattı, doğadan hırsını alamıyordu. Bıyıklarını sıyırıp jilet gibi geçip gitti taş burnunun önünden. Bu da isabet etse ölürdü, bunu hissetti İsmet. Az önce üremek için iliklerine dek hissettiği heyecan, yerini yok olma ihtimalinin paniğine bırakmıştı. Hayat ne garipti. Belki de üremediği iyi olmuştu, böylece sallapati, tehlikeyi sezemeyen, kör genlerini yeni saftiriklere aktarmamış olacaktı. Kafasındaki ince yarıktan sızan kana aldırmadan, yaşama güdüsüyle toparlanıverdi; hayata koştu. Az daha postu deldiriyordu. Kafası yarım ceviz kadar şişmişti. Birbirinden ters yönlere kaçan iki kedi, bir daha karşılaşmamak üzere gözden kayboldu.
“Hey yarabbi!” diye söylenir gibi, yüksek sesle çocuk parkında bağırdı adam. Olanlara şahit olan bir küçük kız çocuğu ağlamaya başlamış, salıncaktaki küçük bir erkek çocuk da adamın tipinden korkup kaçmıştı. Adam, etrafında canlılık barındırmıyordu. Ellerini yine belinde kavuşturup karısıyla çocuklarının yanına yürüdü. Etrafı zehirleyen bir nükleer tesis çatlağı gibi kısık ve zararlı birer yarık gibi görünen gözleri, parkta tehdit edecek başka bir canlılık aradı. Elindeki tespihi, sinirini ondan çıkarırcasına gürültüyle çekiyordu.
“Kaç kere belediyeyi aradım,” dedi. “Aile var burada! Kedisi ayrı, köpeği ayrı,” diye söylendi. Nefeslenip arkasına baktı, hala hırsını alamadığı belliydi. “Karımız, kızımızın içinde tövbe estağfurullah gündüz vakti… Melaikeleri kaçırıyorlar deyyus hayvanlar! Arayacağım bir daha, zehirlesinler bunları. La havle vela kuvvete illa billa…” diye köpürerek sürdürdü söylenmeyi. Yaşama hırsı dinmiyordu. “Kalk gidiyoruz, ikindiyi kaçıracağım, “ dedi karısına, sarı dişlerini öfkeyle sıkarak. “Gezmek olsun sana bütün gün köpek gibi!” Elleri arkada bağlı, ardına düşeceğinden emin olduğu ailesini beklemeden hızla yürümeye başladı. Kadın telaşla kalktı, çocuklarını ellerinden yakalayıp çekiştirdi. Arkasına baktı son kez, kediyi göremedi. Kocasının peşi sıra yürüdü tedirgin adımlarla. Kedinin kafasına gelen taşa çok üzülmüştü küçük kadın; her kız çocuğu gibi, kedileri severdi.
Nermin B
2023-08-17T10:01:35+03:00İsmet 😌
Cem Alan
2023-08-16T23:47:50+03:00çok teşekkür ederim okuduğunuz ve yorumunuz için, sağ olun
Sevim Erdoğan
2023-08-16T23:45:23+03:00Çok gerçek bir hikaye gibi duruyor hocam, haklısınız. Kaleminize emeğinize sağlık 🙏
Cem Alan
2023-08-16T23:43:21+03:00Bu tipler keşke kurgusal karakterler olarak kalsaydı da üzülmeseydik :(
Sevim Erdoğan
2023-08-16T23:41:25+03:00Kediye üzüldüğüm kadar üzüldüm küçük kadına. Üzülmeli miydim bilmiyorum