poster: Anthony Petrie, "Frankenstein"


Mary Shelley -tam adıyla Mary Wollstonecraft Godwin Shelley- 1797’de Londra’da William Godwin ve Mary Wollstonecraft’ın kızları olarak dünyaya gelmiştir. Shelley’nin babası William Godwin, radikal siyasal görüşleriyle tanınan bir şair, gazeteci, politika yazarı ve filozof; annesi Mary Wollstonecraft ise Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi adlı kitabı kaleme alan feminist bir yazar ve dönemin önemli kadın hakları savunucularındandır.*


1815'te Tambora Yanardağı'nın patlaması bazı yerleri karanlığa mahkûm eder. Yazsız yıl olarak bilinen kasvetli bir dönemin başlangıcıdır bu. Bu nedenle Mary, Percy Shelly, John William Pollidor, Lord Byron'ın Cenevre Gölü'ndeki evinde zamanlarının çoğunu geçirirler. Çoğu gotik hikâyenin bu dönemde yazıldığı söylenir. The Vampyre, John William Pollidori tarafında yazılır aynı evde. Bu eser Dracula’nın öncüsü olarak kabul edilir.


Bu karanlık, her şeyin gerçekleşme ihtimalinin mümkün olacağı zaman dilimidir. Lord Byron, eğlenmek için arkadaşlarına bir yarışma önerisinde bulunur. Dışarıdaki yağmurun ve soğuğun ilhamıyla onlara en korkutucu hayalet hikâyesini kimin yazabileceğini sorar. Bu, 18 yaşındaki Mary'ye ilham verir. Bazı rivayetler Mary Shelley’nin o gece gördüğü kâbustan dolayı Frankenstein’ı yazdığını anlatır. Kendisi de günlüğünde bunu dile getirir: “Gözlerimi dehşet içinde açtım. Bu fikir aklımı öyle başımdan aldı ki içimin ürperdiğini hissettim ve ürkütücü hayallerimin yerini çevremi kuşatan gerçekliğin almasını istedim. Tiksinç hayaleti aklımdan çıkaramıyordum. Zihnim onunla doluydu. Başka şeyler düşünmeliydim. Hayalet öykümü hatırladım birden; o usandırıcı, talihsiz hayalet öykümü! Ah! O gece korktuğum kadar okuyucumu korkutacak öyküyü bir yaratabilseydim!”


Başta taslağını oluşturduğu hikâyeyi ilerleyen birkaç ay içinde tamamlar. Kocası bu hikâyenin üzerine gitmesi konusunda ısrarcıdır. Korku ve bilim kurgu olarak tanımlanan roman, gotik romanın da ilk örneklerinden biridir.


Frankenstein, Mary Shelley’nin elinden çıktıktan sonra giderek değeri yükselir ve halkın, yazarların bilincinde bir yer edinir. Canavar ve yaratık kavramları 19. yüzyıl insanının tekrar karşılaştığı bir mit haline gelir. Roman, Kaptan Robert Walton’un kız kardeşi Margaret Walton Saville’e yazdığı mektuplarla başlar ve biter.


Dr. Frankenstein fırtınalı, dört tarafı buzlarla kaplı bir şekilde kuzey kutbundaki gemide hikâyeyi anlatmak üzere şu sözleri söyler: “Anlatacak bir hikâyem var. Ölmeden önce hikâyemi anlatmalıyım.”


Victor Frankenstein bir bilim adamı olarak merak ettiği soru şudur: “Eğer küçük bir elektrik akımı bir kurbağayı kımıldatabiliyorsa bir insan cesedi için ne anlamı olabilir?”


Hiç yoktan canlı ve düşünen bir insan yaratma fikri Victor’un kafasını iyice sarar. Victor, ölülerin kemiklerini, derilerini ve organlarını bir araya getirerek yaratacağı canlı için hazırladığı tankın içine atar. Bir süre sonra yaratık Victor’un elini tuttuğunda Victor, yarattığı bu şey karşısında irkilir ve ne yapacağını bilemez. Tiksinmeyle dolu bakışlarla tanrı rolü oynadığı bu senaryoda işlediği suç karşısında çaresiz kalır. Elbette Victor, bu şeyden kurtulmak için kaçar ve uzun bir süre laboratuvarına geri dönmez. Döndüğünde ise artık harabeye dönmüş olan laboratuvara hayretle bakıp yaratığın çoktan gitmiş olduğunu fark eder. Sonraları Victor, bazı ölümlere şahit olur. Kardeşi William öldürülür. Justine ise William’ı öldürmek suçuyla yargılanıp idama mahkûm edilir.


Bir gün bir dağın başında Victor, yarattığı yaratıkla karşılaşır ve onun konuşabilmesini, itiraflarını, katlettiği insanları dinler. “Victor,” der yaratık: “Sen bana bir beden ve zihin verdin ama bana bir vicdan vermeyi unuttun.” Yaratık iyi ve kötüyü hissetmediğini söyler. Victor’un onu iğrençliğiyle baş başa bırakıp kaçması yerine onunla kalıp onu eğitseydi iyinin ve kötünün arasındaki farkı anlayabileceğini ifade eder. Tek başına yaratık; “Ben kimdim? Ben neydim? Nereden gelmiştim? Kaderim neydi?” gibi soruları sorup kendi doğrusunu kurgular. Gittiği her yerde dışlanmaya maruz kalan yaratık, artık kimsenin kendine merhamet etmeyeceğini düşünerek Victor’dan kendisi için bir eş yaratmasını ister. Victor da tekrar böyle bir işe kalkıştıktan sonra yaratığın isteğini yapmaz ve işler geri dönülmez bir yola girer. Bundan sonra da karısı Elizabeth, yaratık tarafından öldürülür. Hikâyenin sonunda bağışlanma dilemek üzere, kuzey kutbunda ilerlemeye devam eden geminin içinde son nefesini veren Victor’un başucunda durup ağlar. 


Frankenstein, Shelley’e göre bir başka Prometheus öyküsüdür. Kitabın alt başlığı Frankenstein ya da Modern Prometheus’dur ve Victor’un elinde bulundurduğu bu yaratım gücü Prometheus’un mitolojideki yerine bir göndermedir. Prometheus, bilindiği üzere Zeus’a karşı çıkıp gözyaşları ve balçıktan insanı yarattıktan sonra tanrılardan ateşi çalmıştır. Ateş, bir aydınlanmanın işaretidir. Yaratmıştır ama Zeus’tan gelen cezayı da çeker. Bir taşa zincirlenir ve akbabalar tarafından sonsuza kadar yenmeye mahkûm edilir. Ciğerleri akbabalar tarafından sökülen Prometheus’un vücudu her gece yeniden eski haline gelir. Bir gün kahramanlığı ile ünlü Herkül çıkagelir ve her sabah Prometheus'un ciğerlerini söküp yiyen kartalı öldürerek bu uzayıp giden dehşet verici işkenceye son verir. Böylelikle insanlığa ateş ve ışık getiren Prometheus işkenceden kurtulur, insanlık ise ilkellikten uygarlığa adımını atar.


Victor’un yaratımı da buna benzerdir. Yarattığı şeyi yadsıması karşısında yaratık ona cezayı kendisi verir. Fakat Victor’un yaşattığı ya da yaşadığı aydınlanma değil karanlığa; ilkelliğe adım atmaktır. Mary Shelley, bilime olumsuz bakan romantizm ile rasyonel aklın, metafizik ile bilimin ayrıştığı noktadan yaratığı bir açıklayıcı olarak gönderir. Bilim tarafından büyülenen Victor, kendi anlamını çözmeye çalışan bir varlık ve bilimin ne getireceğinin bilinemezliği düşüncesi Shelley’nin çağın toplumuna nasıl baktığıyla ilgili olabilir.


Bir de Ellen Moers’e göre bu hikaye bir doğum mitidir. Mary Shelley, kaybettiği çocuğu hakkında günlüğünde şöyle yazar. “Rüyamda küçük bebeğimin canlandığını gördüm. O sadece çok üşümüştü ve biz ateşin önünde, ellerimizle onu ısıtıyorduk ve yaşıyordu. Rüyadan uyandım, bebek yoktu. Bütün gün bu küçük şey üzerine düşündüm. İyi bir ruh hali değildi. Cansız varlıklara hayat verebilseydim eğer, ölümün bütün gücüyle bedeni çürüttüğü yerde, ben zamanı hayatı yenilemek için kullanırdım.”


Frankenstein’ın bu öyküsü, çağdaş bir mit olarak günümüze kadar gelir ve sayısız bağlamda yeniden türetilir, aktarılır. Yeniden yazım ve yorumlamalarla sayısız Frankenstein uyarlaması görülür.


Romanlardan öykülere, tiyatrodan filmlere ve daha başka birçok alana sirayet eder. Çoğu filme uyarlandığı için yaratığın adı Frankenstein olarak yanlış bir şekilde bilinir. Aslında kitaptaki canavar isimsizdir. Frankenstein adı canavarın yaratıcısı olan Victor Frankenstein’dır. 


Mine Urgan bu yaratığı şöyle tanımlar: “Frankenstein'ın canavarı ilk robottur bir bakıma. Ve bu tür robotları ya da atom bombasını üreten bilim adamlarının sorumluluğunu düşündükçe, Frankenstein'ın ne denli güncel bir konu işlediğini anlarız. Günümüzde çok tutulan bilim kurgu romanlarının belki de ilk örneği sayılması gereken bu kitap, denetim altına alınamayan canavar üreten çağımızın mitosları arasına girmesinin nedeni de budur.”**


Yaratık, modern çağı temsil eden bir korku ögesi, karşılaşılması gereken bir sonuç olarak belirir. Modern insanın değişen ve kabullenilemeyen dünyasında yüz yüze geldiği ve çözemediği sorunların bir aynası gibidir.



*Merve Sevtap Süren, Arsun Uras Yılmaz, Bir Yeniden Yazım Örneği Olarak Frankenstein, İstanbul Üniversitesi Çeviribilim Dergisi, (2020) 29-52

**Urgan, Mine, İngiliz Edebiyatı Tarihi, (2003), 865