Şairin şairliği başkaları için değil, kendisi içindir. Başkaları yazıya aktarılanları, kendisi ise olanları görür.

Yayıneviyle imzaladığı sözleşmenin bu tür durumlarda başına bela olacağını tahmin etmişti. Yayınladığı ilk kitaptan sonra içinde yaranan “daha fazlasını yazabilirim” hissi, onu bu sözleşmeyi imzalamaya itmişti. Yayınevi bir ay sonra ondan yeni bir şiir kitabı istemişti. Fakat yazdığı ilk kitabı neredeyse altı aylık bir sürede yazmıştı, şimdi ne yazma arzusu ne de

fazla zamanı vardı. Aslında bir ay içinde bir değil, birkaç tane bile kitap yazabilirdi fakat o bunu istemiyor, şiirin yazılmasını değil, kendiliğinden oluşmasını bekliyordu. Sözleşmenin üzerinden bir hafta geçmişti, yazılmış tek bir kelime bile yoktu. Her gün belki de elli defa yaptığı şeyi yapıp raftan basıldığı ilk günden bu yana fazlaca ses getiren ilk kitabını eline aldı: Karanlığın Gözleri, Alfred Reynaud. Bu isim ona aitti. Avusturyalı genç şair, yeni neslin çakma Rilke’si. Geri kalan yirmi bir gün ve anne sütü gibi bembeyaz kağıt parçaları… Son sınıf üniversite öğrencisi olan Reynaud, edebiyat bölümünde okumasına karşın hiçbir zaman derslerle arasındaki küslüğü düzeltememişti. İlk sınıftan beri onun yazarlığa, şiire olan arzusu okulda tüm öğretmenler tarafından biliniyordu. Ve aynı öğretmenlerdir ki derslerinin kötü olması yüzünden onun hiçbir zaman nitelikli bir şair olamayacağını söylüyorlardı. Reynaud zaten öyle bir iddiasının olmadığını savunur ve bunu yaparak ona karşı pek de güzel duygular beslemeyen öğretmenlerini daha da kızdırırdı. Öğretmenleri tüm şairlerin zaten öyle söylediklerini söyler, bununla şairin kendisinden başka hiç kimseyi de kandıramayacağını ilave ederlerdi. 


Özenle arkaya doğru taranmış siyah saçları, kafasında henüz koruma mekanizmasını devreye sokmamış uzun dikenli bir kirpiyi andırıyordu. Burnunun üzerindeki çıkıklık çekiciliğinden hiçbir şey götürmüyor, aksine, belki de yalnız onda güzel duran hoş bir hava katıyordu. Sağ gözünün altındaki siyah ben, göz çukuru ile yanağının kesiştiği yeri kendine mesken edinmiş bir şekilde öylece duruyordu. Sıska denmeyecek kadar iri fakat pek de iri sayılmayacak biçimde sıska olan vücudu, insanı karar vermekte zorluyordu. Çocukluğundan beri Viyana’dan sadece bir kez ayrılmış; Pinkafeld’e, babaannesinin ölüm yıl dönümüne gitmişti. Babaannesini çok severdi fakat o ölünce cenazesine bile gidememişti. Daha doğrusu babası gitmesine müsaade etmemiş ve Reynaud’a dersleriyle ilgilenmesi gerektiğini, ölenle ölünmediğini söylemişti. Saat daha sabahın beşiydi. Reynaud kendini sokağa atıp gün boyu yalnız bu saatlerde sessiz olan Kartner Caddesi’nde volta atmaya başlamıştı. Hava daha karanlıktı. Şiiri nerede bulabilirdi? Buraların en güzel yanı trafiğe kapalı olmasıydı. Stephandsom katedralinin yanına varınca buradan her geçtiğinde içinde canlanan o his yine beliriverdi. Tüm şaşasına rağmen bu katedral sıradan, çürük bir toprak gibi içinde mezarlar barındırıyordu. Ölülerin isimleri sadece yaşamdan henüz kopmayanlar içindi. Başpiskopos için ya da ötekilerden daha değerli sayılan kişiler için aslında nerede gömüldüklerinin pek de bir önemi yoktu. Ama gömülme kısmının önemsizliği sadece gömüldükten sonra ortaya çıkıyordu. İnsanlar sadece ölürken aynılaşıyorlardı. Ve bu, yine yaşayanlar için geçerli değildi. Gökyüzünde bulutlar gelişigüzel şekilde dağılmış, aydınlanmaya başlayan havanın etkisiyle renkleri yavaş yavaş açılmaya başlamıştı. Kağıt parçasını görmek için hava artık yeterince elverişliydi. Bu gibi anları pek sık yakalayamıyor, kendini şiir yazmak için en uygun yerde ve zamanda bulunca ise elini çabuk tutması gerektiğini hatırlıyor ve yazma isteği bu sıkıntının yarattığı tedirginlikle ortadan tamamen kayboluyordu. Özgür olabileceği hiçbir yer yoktu. Yapması gerektiği için yapmalı, şiiri yalnızca kelimelerle oluşturmalıydı. Üzerindeki sorumluluğu bir anlık olsa da unutup gözlerini kapadı, kulaklarını açtı. Sessizliğin büyüsünde aradığı yegane şey arzuydu. Paltosunun cebinden küçük yapılı not defterini çıkardı. Defteri açtı ve kalemi eline aldı. Kafasını kaldırdı, etrafa şöyle bir göz gezdirdi. Betimlemek için etrafta bir sürü nesne vardı. Sabahın sağırı. İlk adım atılmıştı. Elli metre daha gidip banka oturdu. Hafif rüzgar esmeye başlamış, Reynaud’un saçlarını yüzüne doğru serpmişti. Güneş tüm kızıllığıyla yükselmeye başlıyor, kargaların sesleri ezgiler saçarak doğan güneşle güzel bir harmoni oluşturuyordu. Onun bu özelliği bir şairi değil de, avını sabırla bekleyen bir avcıyı anımsatıyordu. Elverişli durumun yaratılmasına inanmıyor, onun kendiliğinden oluşmasının daha doğru olduğunu düşünüyordu. Yazmaya koyuldu. Kelimelerin ardı sıra beyaz kağıda yazılması iştahını kabarttı. Düşündükçe yazıyor, yazdıkça düşünceleri daha da şekilleniyordu. Tam da şu anda sıkışıp kalabilse, bir ay değil, günün sonuna dek o kitabı yazıp bitirebilirdi. Ama zamanın acımasızlığı ve insanın olaylar ve durumlardan çabuk soğuması yüzünden sadece bir şiir yazabildi. Tekrar bir göz attı. Güzeldi. En azından kendisi beğenmişti. Defteri cebine koyunca derinden iç çekti. Sıkıntı tekrar ortaya çıkmış, tabiatın güzelliği manasını yitirmişti. 

“Ben hiç kimseyim. Yazdıklarım da hiçbir şey. Ne için çabalıyorum? Bugün gidip sözleşmeyi iptal etmeliyim, başka türlüsünü yapamam. Suç bende mi? Yazamıyorum işte. Hayır, bu şiir falan değil, bu sadece belirli düzene oturtulmuş bir yığın söz.”

Bunu yapamayacağını, sözleşmenin iptal edilemeyeceğinin önceden sözleşmede belirtildiğini biliyordu fakat yine de şansını denemek istiyordu. Neden böyle bir işe kalkışmıştı ki? Bu gereksiz serüven artık canını sıkmaya başlamış, bir taraftan da bundan olabildiğince çabuk kurtulmak için daha çok yazması gerektiğini anlamıştı. Elbet ki bir şeyler yazacaktı. İstese sadece bir hafta içinde bitirebileceği metnin yazılma aşamasının bu kadar zor ve sıkıcı olabileceğini hiçbir zaman tahmin edemezdi. Şimdi birileri için yazıyordu, ve birileri her zaman acele etmeni isterler. Güzellik umurlarında değildir, onları ilgilendiren tek şey kusursuzluk ve zamanlamadır. 


Çoğunluğun uyanma vakti geldiğinde Reynaud çoktan duş almış, kahvaltısını etmiş ve yayınevine doğru yola koyulmuştu. Oradan okula geçecekti, ama ilk önce şu mesele üzerinde biraz çabalaması ve işini kolaylaştırması gerekiyordu. Yayınevi müdürü bay Gabriel İsidore pek nazik ve cana yakın birisiydi. Bu yüzden de Reynaud kendisini bir şeyleri değiştirebileceğini düşünmekten alıkoyamıyordu. Kapıyı vurup izin aldıktan sonra içeri girdi. Bay İsidore onu görünce sevinmişti, çünkü onu gerçekten de seviyor ve gelecek yüzyılın en ünlü ve ününe layık şairlerinden biri olarak görüyordu.

“Reynaud, bu ne hoş sürpriz. Geç şöyle, otur.” diye ona yer gösterdi. Reynaud ellerini birbirine sürterek terleri silmeye çalıştı. Konuya heyecanlı görünerek girmek işine gelmezdi, bu yüzden olabildiğince soğukkanlı görünmek zorundaydı. 

“Ne için geldiğimi tahmin etmişsinizdir belki.” Bay İsidore çayından bir yudum alarak:

“Bilemedim, ne için?” dedi. Reynaud yerinin rahatlığını kalçalarıyla kontrol ederek, “Kitap için geldim, belki de hiçbir netice vermeyecek ama başka çarem yoktu.” dedi. Bay İsidore aslında Reynaud’un kitap için geldiğini tahmin etmişti; böyle söylemesinin sebebi Rehnaud’un başka bir şey için gelmiş olabileceğini ve bunu doğrudan söyleyerek o konuya girmemesi gerektiğini düşündüğü içindi.

“Ha, tabii ya, kitap,” dedi, “sahi, nasıl gidiyor?”

“Pek de iyi gittiğini söyleyemem. Elimden gelenin en iyisini yapıyorum fakat bu sıradan bir şey değil, nasıl anlatayım, çabalasam da o duyguyu, o isteği yakalayamıyorum. Sadece yazmam gerekiyor diye yazıyorum, kaliteyi umursamadan.”

“Üstesinden geleceğine eminim. Hadi, Reynaud, beni daha fazla oyalama, bir sürü işim var. Bence sen de çok oyalanma, üç haftan kaldı, en iyi şekilde değerlendir.”

Bay İsidore’un bu sözlerine karşılık ne söyleyeceğini bilemedi. Kalkıp gitmekten başka çaresi kalmamıştı. Sözleşmenin feshi imkansızdı. Elden ne gelirdi. 


Üniversite yolunda adımlarken kafasından geçen şeyleri belirli bir düzene sokmaya çalışıyordu. Bugüne dek okuduğu tüm kitapları tek tek hatırlayıp aralarından yazabileceği bir şey, faydalanabileceği bir kaynak bulmaya çalışıyordu. Dalgındı. Yanından geçen insanları fark etmiyor, bu yüzden de onlara çarpmaktan kurtulamıyordu. Saydı. Üniversiteye varıncaya dek çarpıp özür dilediği insanların sayısı dörttü. Hatta aralarından biri, bir delikanlı onu neredeyse güzelce pataklayacaktı. Kıl payı kurtulmuştu. 

Hiçbir şey bulamıyordu. Bay İsidore’un sözlerinden sonra üzerindeki baskı daha da yoğunlaşmıştı. Belki aşık olsa bir haftaya kalmaz metni tamamlar ve özgürlüğüne kavuşabilirdi. Fakat bu da olanaksızdı. Dersin başlamasına daha on dakika vardı. Kütüphaneye uğrayıp ona kaynak olabilecek bir şeyler arandı. Walt Withman’dan bir şeyler alıp sınıfın yolunu tuttu. Sınıf pek kalabalıktı. Burada kitap okumak neredeyse imkansızdı fakat Reynaud bu durumu sık sık yaşadığı için artık alışmıştı. Bu yaygaranın içinden kurtulmak, onun için artık o kadar da zor değildi. Öğretmen içeri girdi. Bayan Brigitte, ellili yaşlarında, içinin sertliği yüzüne yansımış fakat bir o kadar genç görünümlü bir bayandı. Diğerleri gibi o da Reynaud’tan pek hoşlanmaz, onu beceriksiz bulurdu. Kimin umurunda, bunun Reynaud için hiçbir farkı yoktu. Aklını zapt eden tek düşünce, bu işi yapıp yapamayacağıydı. Okuldaki varlığının pek belirgin olmamasına karşın, onu sayıp seven bir kişi mevcuttu. Clara sınıfa her zaman Reynaud’tan sonra girer, Reynaud’un nerede oturacağına bakar ve hemen onun yanına geçerdi. Bugün de gecikmişti. Fakat bu, yine bilinçli bir gecikmeydi. Bayan Brigitte tarafından azarlandıktan sonra Reynaud’un önündeki masaya geçti. Gülümseyerek “Merhaba,” dedi. Reynaud gülümsemekle yetindi. Kitabı açıp dizlerinin üzerine koydu. “Odaklan,” diye mırıldandı. Clara Reynaud’un ona seslendiğini düşünerek, sevinç içinde “Efendim?” diye sordu. 

“Bir şey yok.” dedi kafasını birkaç saniyeliğine kaldırıp kızın yüzüne bakarak. Kız Reynaud’un bu davranışından pek hoşlanmadı, bu yüzden yine bir şeyler geveledi. 

“Ne okuyorsun?” 

“Walt Withman” dedi kıza bakmaksızın. Sonra artık sinirlerine hakim olamayarak, nazik ve bir o kadar da sinirli bir şekilde “Kusura bakma ama bulmam gereken bir şey var, müsaade eder misin?”

“Ederim, ederim de, ne arıyorsun?”

Kitabı kapatıp kıza odaklandı. 

“Umurunda mı sanki? Ya da, söylesem bulacak mısın?”

“Denemeden bilebilir misin, bay ukala?”

“Konu arıyorum. Yazabileceğim bir şey. Hadi, çıkar ver”. 

Kız ilgilendiğini göstermek için aciz yapmacıklığı gayet ortada bir “Hımm” çekti. 

“Şu Amerikan kurusunu okuyarak bir şey bulamazsın,” dedi, “iyisi mi sen yazmaya başla, sonrası muhakkak gelir.”

Gerçekten de ona yardım etmek istiyordu. Sonra, biraz durup, “Şey...” dedi, “ders çıkışı birer kahve içelim mi? Belki daha kapsamlı konuşabiliriz bu konuyu.”

Durum vahimdi, bu yüzden dışarıdan gelecek herhangi bir yardım onun her türlü yararına olabilirdi. 

“Olur,” dedi, “şimdi önüne dön, şu ihtiyar cadının süpürgesini kıçımda hissetmek istemiyorum.”


Öğlen. Ders çıkışı. İki salak büfede oturmuş tartışıyorlar. Birinin derdi kuşkusuz ki, kendisi. Diğeri aşkından ne yaptığının farkında değil. Birbirilerinden pek farkları yok aslında: Her ikisinin de çabası kendine yönelik. Her ikisi de tutkulu, her ikisi de şiir yazmak istiyor, ama önce pisliğe batmaları gerek. Şiirin ıstırapla yazıldığından biri haberdar, diğeri pembelikte kaybolmak istiyor kuşkusuz. Biri yazıp zehirlemek, diğeri bu zehirle zehirlenmek niyetinde. O zaman, hangisi yazıyor şiiri gerçekten? Hangisini kurtarabilirsiniz? İyi bakın! Hangisi kurtulabilir kendi cehenneminden?

“Anlat bakalım,” dedi, “ne yazayım? Yani, yeni ne yazabilirim ki?”

Bilirkişi edasıyla arkaya yaslanıp konuşmaya başladı.

“Haddim değil ama, şiirde yenilik diye bir şey olmadığını benden iyi bilirsin sen. Bu yüzden yeni bir şey bulman değil, yeni bir arzu, yeni bir istek bulman gerek.”

Bu konuşmada bir nebze “Gel sevgili olalım, bana yaz.” havası sezmiştim. Öyle olmaya da bilirdi tabii, ama ben sezmiştim.

“Haklısın, güzel diyorsun da, nasıl bulacağım? Doğa güzellemesi mi yapayım? Yoksa hiç tanımadığım bir kadını mı tasvir edeyim? Hiçbiri konusunda hiçbir şey hissetmiyorum ki. Hissetmem gerek, ama nasıl yapacağım bunu? Hay amına koyayım, dünyanın en zavallı, en beceriksiz şairi ben olabilirim!”

“Boş yapma, Reynaud, kendini gömerek bir yere varamazsın. Önce büyülenme, şaşırma yetini geri kazanmalısın bana kalırsa. Ve bunu başka kitaplara gömülerek başaramazsın. Dışarı çık be adam, her şey orada. Mesela şunu söyle önce, ilk kitabını yazmaya nasıl başladın?”

Konuşma gitgide röportaj biçimi alıyordu. Sahi, nasıl yazmıştım onu? Müstakbel Rainer Maria Rilke olmuştum o koyduğumun kitabı yüzünden. Ne gerek vardı şair olmaya? Bıdı bıdı yapmaya ne gerek vardı? Karanlığın Gözleri’ni yazarken bu kadar umutsuz, bu kadar isteksiz değildim. Şimdi kitap ismi bile bulamıyorum.

“Bilmiyorum. O zamanlar her şeyden büyülenirdim. Yeteneğimi kaybetmemiştim henüz. Şimdi söylemem gereken her şeyi söylemişim gibi geliyor. Hem, söylediklerimin ne anlamı var? Kime yararı var tüm bunların?” 

“Bana var.”

“Aç başka birini oku. Hayır, böyle olmaz. Benim bu işten kurtulmam gerek. Yazamam, anlıyor musun?”

“Saçmalama, Reynaud. Ne bu hemen küsüyorsun? Daha üç haftan var.”

“Sorun da o ya! Üç hafta içinde nasıl bitireceğim? Bu çük kafalılar şiirin yazılması en zor şey olduğunu bilmiyorlar mı? Oysa kafiye, ahenk falan tutturup bir sürü şey karalayabileceğimi biliyorum. Herkes pek güzel yutar yazdıklarımı. Ama şiir olmaz ki onlar. Kandırmaca olur. Üzerinde mürekkeple saçma sapan şeyler yazılan müsvedde olur. Ben istemiyorum bunu. Bana yakışmıyor. Ben şiiri yaratmak istiyorum, yazmak değil!”

“Sen kafayı yemişsin. Kimse yazılanın hangi koşullarda yazıldığı ile ilgilenmiyor. Şiiri yazsan ne olur yaratsan ne olur? Okurların tek ilgilendiği şey onları anlatabilmen. Yoksa kusura bakma ama, tükürmüşler eserin nasıl yarandığına. Maalesef böyle, Reynaud. Yaz ve önlerine sun, o kadar! Bir şef gibi. Daha da önemlisi, bir garson gibi.”

Biraz bekledi. Benden tık çıkmayınca devam etti. 

“Hiç aşık oldun mu?”

Tanrım, bu sohbetin nereye gittiğini biliyordum. 

“Oldum. Çok oldum. Hepsini kullandım. Yazmak için kullandım. Sonra tükürdüm suratlarına. Aşka da tükürdüm. Yazmak için ona ihtiyacım yok. Belki de var, bilmiyorum.”

“Tabii ki var. Kışkırtıcı bir kuvvet olmadan nasıl yazacaksın? Acı kaynağı bulman gerek. İstersen seni pek güzel üzebilirim.”

Güldü. Aklı bir karış havadaydı. Benim derdim bu değildi. Üç hafta içinde bu boku tamamlayıp kurtulmak istiyordum. Evet, şiirin yaranmasını falan da istemiyordum artık. Düzen yazılarımın amına koydu. Sikerim böyle işi!

“İstemiyorum, Clara. Hadi, gidelim artık.”

“Nereye? Niye böylesin sen? Sana yardım etmek istiyorum, neden müsaade etmiyorsun?”

“Bana yardım edemezsin. Sen mi yazacaksın benim yerime? Saçmalama lütfen, kalk da gidelim!”

Umarsız ayağa kalktı. Rahatsızdı. Benim için bir şeyler yapmak istiyordu. Aşkın tuzaklarından biri. Kendinden geçmek. Kendini feda etmek. Kendini ayaklar altında ezdirmek. Kendini efendinin önünde rezil düşürmek. Zavallı insanların can sıkıntısına yenik düşüp uydurdukları saçma sapan bir şey. Güzel bir saçmalık. 

“Yanında olamaz mıyım? Bu süreçte seni yalnız bırakmak istemiyorum.”

“Beni yalnız bırakmalısın ama. Yanımda birilerinin varlığını hissetmek yazma eylemimi yavaşlatacaktır. Lütfen, bırak bu işi kendi başıma halledeyim. Sonra haberleşiriz.”

Kalktım, gittim. Evet, bu karmaşık durumu “kalkıp gitmek” gibi basit bir eylemle bitirdim. Gerçekten de kalkıp gitmek, sonrasında ne olacağını düşünmeden bunu yapmak her zaman işime yaramıştı. Hatta yıllarca peşinden köpek gibi süründüğüm kızı bile bu eylemle geride bırakmıştım. Benden bunu asla beklemediği bir anda, “Görüşürüz.” demiş, ve arkamı dönüp siktir çekenler kervanına katılmıştım. Sonrasında yaranan şeylerin bir önemi yoktu. İnsanın iç dünyası önemsizdi. Tam o anda, tam o sıcaklıkta çekip gitmek ve içini bir günahmış gibi saklamak gerekiyordu. Ben de saklamıştım. Kabir azabı çeksem bile, aslında pek sikimde değilmiş gibi davranmıştım. Ve bir gün, artık gerçekten de sikimde olmadığını fark etmiştim. Böyledir; yaşarsın, düşersin, kalkarsın. Çemberdir bu. Kırılması imkansız bir zincir. 

Eve dönmek üzere yola koyulup kendimi bir barda buldum. Günün bu saatinde ne işim vardı burada, değil mi? İçmem gerek! Nehre dönüşecek bir akıntı yaratmalıyım. Yara bulmalıyım kendime! Nereden, nasıl? Şiir ne zaman yazılır, ne olursa yazılır, hiçbir zaman anlamadım ki. Yalnızca yazdım. Sonra, kitap hâlinde bastım, oysa hiçbir anlamı yoktu. Yazıldığı anda bitmişti her şey. Artık aynı duygular, aynı kargaşalar ve duygu yoğunlukları yoktu. Yazılırken bitmişti her şey. Şimdi bunun farkındaydım, ve bu durumda şiir yazmak tepeye doğru yuvarlak bir kayayı sürüklemekten farksızdı. Ne yazacaktım lan? Siktirin, yazmıyorum! Yazmıyorum, içeri mi tıkacaksınız? Tıkın! Yazmıyorum! 

Tam o anda içimden savurduğum küfürleri yüzüne söylemem için bay İsidore karşımda belirdi. Beni görüp kadehini kaldırdı. Oturduğum masadan kalkıp yanına yanaştım. 

“Nasılsınız, bay hiçbir şeyi siklemeyen bey?” dedim ani bir kızgınlıkla. İçimden söylemişim. 

“Reynaud, ne işin var burada?” dedi sırtımı sıvazlayarak. 

“Şair adamın içki vakitleri hep karışıktır.” dedim iğrenç bir sırıtışla. 

O an sanki kafamdan kaynar sular değil de, aksine, Eskimoların eritilmiş evleri döküldü. Soğuk terler içinde lavaboya doğru koştum. Bay İsidore piçi ne olduğunu anlayamazdı tabii. Bıkmıştım. Şairlikten de, bay İsidore’un sikik suratından da! Rahatıma kavuşmak ve canım ne zaman isterse o zaman bir şeyler yazmak istiyordum. Sanırım bu, o anlardan biriydi. Klozette oturup kakamı yaparken aklıma, daha doğrusu yüreğime çok güzel bir fikir yerleşti. Uzun zamandır bu denli bir yazma arzusu hissetmemiştim. Kaçırmamalıydım! Sözler ardı sıra dizildi. Kalbim yerinden çıkacaktı. O an her şeyi yakmak istedim. Şiirim karanlıktı. Şiirim vahşettendi. Kanla süslemiştim satırları bu sefer. Artık sevgi ile değil, nefretle yazacaktım. Buna mecburdum. Çünkü hissetmeye dair geriye kalan tek şey oydu! Lanetli şairleri hatırladım. Baudelaire, Verlaine, Trakl, Mallarmé, Rimbaud, Ahmatova, Poe ve s. Ve kim bilir, belki böyle yazmaya devam edersem benim de adım onların sırasına yazılır. Hem, şu an yazdığım şeye bir göz atınca, karanlık şiirin bende daha iyi durduğunu görebiliyorum. Çıktım tuvaletten. Dikildim bay İsidore’un önüne. 

“Kitap üç hafta içinde hazır olacaktır. Görüşmek üzere” dedim ve çıktım. 

Bulmuştum sanırım. Daha doğrusu, o duyguyu bulmuştum. Görünmez hayaletimi, beni harekete geçirecek olan o iğrençliği bulmuştum. Geriye sadece güzellikle ve ışıkla rahatsız edilmemek kalıyordu.

Emek dolu ilk haftanın ardından otuz sayfa, yani neredeyse yirmi şiir tamamlanmıştı. Bu da, günde üç şiir demek oluyordu. Her şey tam istediğim gibiydi. Yazdıklarımı okuyunca ilk kitabımdaki şiirlerden hiçbir ize rastlamıyordum. Daha çok “Karanlık”, “Gölge”, “Hayalet” gibi iç karartan kelimeler dizisi bulunuyordu yeni şiirlerimde. Anlıyordum artık, daha az önemsenen konular daha kalıcıdır. Herkes aşk diyordu, bense lanet. Çünkü aşk masadaki ana yemekti, benim lanetim ise ana yemeğin kırıntılarından ibaretti. Ve onlar hep masada duruyor, kimse tarafından umursanmıyorlardı. Ne de olsa yemek bitmişti, değil mi, kırıntıları temizlemek gereksiz görünüyor, hatta ilave efor talep ediyordu. İşte ben, lanetliler hariç kimsenin sikine almadığı o karanlık bulmacaları çözecektim! Zamanı kırmak, insanı parçalarına bölmek, düşüncelerini anlayıp yüzlerine tükürmek istiyordum! Yeni bir şeyin yaranması, öncekinin yok edilmesini gerektirir. Yeni bir aşkın yaranması, öncekinin sökülüp atılmasıyla gelir. Yeni bir şiir, öncekinin çöpe atılmasıyla. Bu yüzden, yeni bir kitap değil, yeni bir şair yaratmam gerekiyordu benim. Kaybolmuş ve azgın bir şair. Hayatın iliklerine saldırmayı kafaya koymuş bir şair! Eve dönünce annesini ve babasını tanımayan, etrafındaki kimseyi tanımayan bir münzevi. Evine dönmeyen, dönemeyen, evi olmayan bir gezgin. Modern Rilke. Yalnızca düşünsel bir gezginlik hâlinde olan, ülkeyi terk edemeyen bir Rilke. Olsun, her şair sınırlarından kopmalı diye bir şey yok. Ben de mahkumluğumla yaratırım şiirimi. Kim bilir, belki bir gün gerçekten de ayrılabilirim olduğum ve olacağım her yerden. 

Lokantada oturmuş yine karalamaktayım. Clara’nın lokantanın kapısından girip yanıma gelmesiyle bütün ilham perilerim dağıldı. Yüzünü görmek istemiyordum bu kancığın. Sinirlerim alt üst oluyordu. 

“Reynaud, ne işin var burada?” 

Tanrım, neden herkes bu soruyu soruyor? Hayır, benim böyle yerlerde bulunma hakkım yok mu? Olamaz mıyım yani?

“Hiç, öylesine. Çalışıyorum” dedim kafamı tekrar deftere gömerek. 

Sandalye çekti, yanıma oturdu. İzin isteseydi, “Hayır, oturamazsın” derdim. Ama istemedi. Benim de vermekten başka çarem kalmadı. 

“Uzat bakayım, neler yazdın?” 

Uzatmamı beklemeden elimden çekip aldı. Biraz göz gezdirdi. 

“Tanrım!” dedi, “Bu ne iğrençlik? Nasıl böyle şeyler yazarsın?”

Şaşırmıştı. Tabii ilk kitabımdaki şiirler çok masumdu. Bu yüzden tepkisi bu denli kırıcıydı. Ama ben kırılmadım. Bu daha başlangıçtı. Kitap basılınca - ki eğer basılırsa – daha kötü tepkilerle karşılaşacağından emindim. Ama anlamıyordum yine de: Bunların nesi iğrençti? Yazdığım her şeyin sembolik bir anlamı vardı. Sembolize etmenin nesi yanlış? Hem, sen kim oluyorsun da benim şiirime iğrenç diyorsun, orospu!

“Hangisi iğrenç, söylesene?”

“Şu küfürler, betimlemeler. Bunların hepsi! Bunların neresi şiir, söyler misin?”

“Pardon prenses, ipek gözlerinize zarar vermek istemezdim”. 

“Dalga geçmiyorum. Ciddiyim.”

Sinirlendim. Yine başardı!

“Ben de ciddiyim! Toz pembe şeyler okumak istiyorsan okuma gruplarına katıl, benden sana hayır gelmez!”

Tabii böyle davranmasının başka bir nedeni de, aşık olduğu adamın bu kadar sözde iğrenç şeyler yazıp başını belaya sokmasından korkmasıydı. Ya da, bu tür şeyler yazan birini yanına yakıştıramadığından, kim bilir. Nedeni her neyse umurumda değildi.

“Bak, Clara” dedim içtenlikle, “Yardımın buysa ihtiyacım yok. Eğer yanımda olmak istiyorsan beni yargılama, anla! Eleştir, ama sakın benden güzellemeler yazmamı bekleme, tamam mı?”

“Bu tür açık saçık şeyler yazıp havaya tehditler, küfürler savurursan başını belaya sokarsın! Senin için söylüyorum.”

“Anlamıyorsun, değil mi? Sence umurumda mı bütün bu söylediklerin? Bunları ben yazmıyorum, anlamıyor musun? Bunlar kendiliğinden yaranıyor! Yönümü buldum ben, sakın beni yolumdan ayartma! Eğer yanımda olup yardımcı olmak istiyorsan, sadece sus!”

İlginç. Yolumu kakamı yaparken bulacağımı yüz yıl uyusam da rüyamda bile göremezdim. İlham tuvalette sıçarken gelmiş ve beni asla bırakmamıştı. Düşündüm. Acaba şu meşhur şairlerin şiirlerinden hangileri tuvalette yazılmıştır? Muhtemel en güzelleri! 

“Böyle davranarak bir okur kaybettin. Ve sana açık söyleyeyim, bunları kimse okumayacak, benden söylemesi!”

Ay çok da sikimdeydi! Şu kancık bütün sinirlerimi alt üst etmek için yaratılmıştı sanırım! Sırf bana inat olsun diye yaratmıştı onu Tanrı. Onun varlığı, Tanrı’nın varlığına inanmamak için yeterli bir nedendi. 

“Öyle olsun. Kahve içeceksen söyle. İçmeyeceksen kalk git, çalışmam gerek.”

Söyledi. Sırf bana gıcık olsun diye ben çalışırken o devasa gözlerini üzerimde gezdirecekti. Hele bir de kahvesini hayvan gibi yudumlarsa, mamma mia! Bazen Clara’nın bay İsidore tarafından çalışmalarımı bok etmek için tutulduğu bir ajan olduğundan şüphelenirim. Diyeceksiniz ki, “Nasıl olur, İsidore piçi çalışmalarını vakti vaktinde tamamlamanı istemiyorum mu?” Hayır efendim, sakın aldanmayın o lağım faresine! Başarısızlığımı görmek için sabırsızlanıyor o! Bu yüzden bu kadar heyecanlı. Gelgelelim, kahvesi geldi Clara’nın. Yudumladı. Gırtlağını sıkmak geçti içimden. Bu gürültüyü tek başına nasıl çıkarabiliyor? Çalışmamın içine etti. Şiiri tamamlayamadım. Tüm perilerim dağıldı. Kalkıp gitmek istedim, fakat yapmadım. Bir hafta evvel yapmıştım bunu, tekrara düşüp onu da fazla kırmak istemem. Keşke o da beni anlayabilse. Tek umursadığı şey yanımda olmak. Aslında ne yazdığımı, nasıl zor bir durumda olduğumu hiç önemsemiyor. Tek umursadığı şey öylece önümde dikilip boktan suratımı seyretmek. Yok efendim gözlerim ne kadar güzelmiş, bilmem nasıl bu kadar tatlı olabilirmişim falan. Sana ne amına koyayım, Tanrı vergisi işte! Hayır ille de seyredeceksen fotoğrafımı çek ve uzaklaş işte. En azından kalan iki haftayı bana dar etme! Tam da böyle devamlı bir ivme yakalamışken! Kahvesinden büyük bir gergedan yudumu alıp yine çene vurmaya başladı. 

“Sesli okusana, belki yardımcı olurum”.

Oysa buna ihtiyacım olup olmadığını bile bilmiyordu. Daha doğrusu, onun yardımlarına ihtiyaç duyduğuma o kadar yürekten inanıyordu ki, bu haftaları beni kendinden mahrum bırakmamak için her yerde önüme çıkıyordu. 

“Clara, bana engel oluyorsun, lütfen” dedim. Nasıl bu kadar sakin kalabildiğimi ben de anlamıyordum. 

“İtiraz dinleyecek durumda değilim. Oku hadi”. 

Hay ben böyle işin... Çevirdim sayfayı, okumaya başladım. Şiir bittiğinde yüzünde yine ekşi bir ifade vardı. 

“Eski tarzına dönmelisin, benden söylemesi” dedi bilgece. Uzatmak istemiyordum. 

“Clara, ben gidiyorum, sana iyi günler”. 

“Ne o, alındın mı? Ama kusura bakma, bir okur olarak aslında ben de bir eleştirmen sayılırım”. 

Hemingway’in bir eleştirmeni dövdüğü olay geldi aklıma. Zorladım kendimi aynısını yapmamak için, bu yaşta “feministlerin” kancasına takılmak istemiyordum. Eşitlik, Clara’nın kafamı sikerken oturup öylece bakmam ve gık çıkarmamam olamazdı, dayandım yine de. Daha doğrusu, kalktım ve izin isteyip çıktım lokantadan.

Graben caddesine daldım. Tıklım - tıklım hediyelik arayan, karınlarını şişiren, ayakkabı beğenemeyen, mikroplu, boklu ağızlarıyla birbirini şımartıp göklere yücelten konuşmalarıyla kahve yudumlayan insanların mekanıydı burası. Veba Sütunu anıtının önünde durdum. Çıkardım defteri, yazmaya başladım. XVII. yüzyıl havasına geçiş yaptım önce. Ülkeden kaçan koca yürekli, koca taşaklı imparatoru da ekledim. Barış ve sevgi günlerinde kolaydır halka sahip çıkmak. Gerçek taşaklılar her durumda halkına arka çıkar! Gerçi, kim bilir, belki ben de aynısını yapardım. Neyse, sonraki şiirimde kendime de geçiririm. Anıtın önünde on beş dakika kadar durup şiiri tamamladım. Kapadım defteri. Adım adım ulaşıyordum amacıma. Arka sokaklara daldım. Fazla tehlike yoktu, yine de çöp kutularından, lağımlardan, dilencilerden ve s türlü türlü karanlıklardan bir şeyler yazabilirdim. Yazdım. Bir yirmi dakika da orada geçirdim. Gözüm istemsizce etrafı kolaçan edip Clara’yı arıyordu. Buraya da gelmezdi herhâlde! Gelir miydi? Clara değil, o gelir miydi? Agnes. Zor ihtimal. Neyse, o konu kapandı! Kimse gelmeyecek, yalnızım. Olmam gerektiği gibi, olmam gerektiği kadar. Etrafımdaki her şey yazmak için en elverişli durumda. Aklım ve kalbim tıkır tıkır işliyor. Eski sevgilinin özlemi de eklendi: Bir şair daha ne ister ki içindeki balgamı dünyanın suratına tükürmek için? Gerçek altın oran! İdeal vaziyet. O zaman, saldır Reynaud, saldır! 

İkinci haftanın bitişi. Elli sayfa tamam. Son hafta. Clara’yı okul dışı hiçbir mekanda görmüyorum. İdeal durum varlığını pürüzsüzleştirerek koruyor. Okulda bile bulaşmıyor artık bana. Sanırım sonunda anladı beni. Ya da, benim onu anlamadığımı anladı. Artık ne derseniz. Sınıfın önündeyim. Herkes içeride öğretmeni bekliyor. Bense izin isteyip gideceğim. Son hafta, okuldan birkaç gün yemem gerek. Öğretmene derse katılamayacağımı söyleyip izin için müdürün odasına ineceğim. Birkaç dakika sonra belirdi öğretmen. Karşıladım onu. 

“İyi günler, bay Hannes.”

“Ne arıyorsun burada, hemen içeri geç!”

Otorite sevdalısı piçin ağzından salyalar akıyordu beni azarlarken. Sanki burada durmam cebinden para eksiltiyordu orospu çocuğunun! Ağzının üzerinde tam dayaklık bir yer ilişti gözüme. Sakinliğimi korudum. 

“Müdürün odasına inmem gerek, haber vermek için sizi bekliyordum.”

“Nedenmiş o?”

“Hastayım. Derse katılamayacağım.”

“Beni ilgilendirmez. Yok yazacağım ben.” 

Ne yazarsan yaz, orospu çocuğu! Kafamı senle meşgul edemem.

“Elinize sağlık. İyi günler” dedim ve uzaklaştım. Yok yazılacaktım, bu yüzden müdürün de odasına inmedim. Merdivenleri indim ve çıktım robot üreten fabrikadan. Köpekler gibi sevinçliydim tekrar yazılarıma döneceğim için. Görürsünüz, kalkmış götünüzü ben indireceğim, göreceksiniz! Eve vardım. Açtım defteri. Saldırdım beyaz sayfalara, ırzlarına geçtim, kirlettim hepsini! Etrafta bunca kan ve vahşet varken, her gün türlü türlü oyunlar dönerken, asrın insanı yeni bir türe dönüşürken onların beyaz ve bakire kalmaya hakları yoktu! Yitiyordu insanlık! Ve insanlık yiterken buna karşı bıçak bileyen tüm sanatçılar sansürlenmiş, hapse atılmış ve ayaklar altında ezilmişti. Henry Miller‘in Yengeç Dönencesi’ni fırlattığı gibi fırlatacağım şiirlerimi suratlarınıza! Gerekirse otuz yıl, hatta ömrüm boyunca yasaklı ve lanetli kalırım, fark etmez! Alis Harikalar Diyarında bile hayvanlara fazla insan özelliği yüklendiği için yasaklanmış. Zıkkım olsun. Bu nasıl bir gerekçe lan? Yok ahlakmış, yok müstehcenlikmiş. Yasaklayın lan, hangi biri sonsuza dek yasaklı kalacak? Yasaklayanlar değil, yasaklananlar hatırlanacak sonunda! Zaman her şeyi halleder. 

Eve vardığımdan bu yana ikinci şiiri tamamlayacaktım ki, telefonum çaldı. Tüm haşmetiyle Bay İsidore yazıyordu ekranda. Açmamayı düşündüm. Açtım. 

“Müsait misin?” diye başladı uzatmadan. Severim ben böyle insanları. 

“Aslında çalışıyordum. Bir sorun mu var?”

“Sen söyleyeceksin. Çalışmalarını da al yayınevine gel. Bekliyorum”. 

Konuşma bitti. Uzun zamandır bu denli bir merak hissine kapılmamıştım. Çalışmaları ne yapacaktı? Eserin yetişip yetişemeyeceğini mi kontrol edecekti? Saçmalık. Bay İsidore uyarısını bir kere yapar, sonra işin neticelenmesini bekler. Hayrola o zaman, gidelim bakalım neymiş derdi. 

Genel itibariyle bay İsidore diğer tipik iş adamları gibi “sözüm senettir” kafasında takılıyordu. Söylediğini yap insana baba kesilir bir anda. Eğer söylediklerini umursamazsan kabuslarına bile girer şerefsizim. Bu yüzden onunla konuşurken dikkatli olmak gerekirdi, yoksa her an bir şey isteyebilir ve seni o isteğe zincirlerdi. 

Kapıyı kırıp daldım içeri. Sonra gözlerimi açtım ve güldüm. Bu sefer iki kez vurup açtım kapıyı. 

“Girebilir miyim?” dedim. Ne olurdu “Hayır, giremezsin!” deseydi. Evime döner, tekrar daktilomun başına dikerdim heykelimi. Ama hayır. 

“Gel, gel” dedi şerefsiz. Keşke kapıyı kırsaydım, o zaman kovardı beni belki. Oturdum, kağıtları önüne bıraktım. 

“Nasılsın? Çalışmalar ne durumda?” dedi telefon kulağında iki kahve söylemeye hazırlanırken. 

“İyi, iyi. Her şey yo...”

“Odama iki kahve gönderin” dedi sekretere. 

“...lunda.”

Ahizeyi yerine gömüp parmaklarını masanın üstüne bırakıp kenetledi.

“Evet, Reynaud, kahveni orta şekerli mi seversin şekersiz mi?”

“Şekerli.”

Dudak kenarlarını çenesinin kenarlarına doğru gererek koltuğa yayıldı. 

“İlginç. Oysa yazdıklarına bakılırsa seni azılı bir şekersiz sevdalısı olarak tanımlamak pek mümkün.”

Anlamamıştım. Kimse anlamazdı. 

“Bay İsidore, esas meseleye gelebilir miyiz? Daha bir sürü şey yazmalıyım. Bir haftam kaldı. Her saniye benim için değerli bu sıralar.”

“Gelelim, gelelim Reynaud”.

Kağıtları alıp kurcaladı. Hiç de memnun gibi görünmüyordu yazılanlardan. 

“Yalnız anneme geçirmediğin kalmış. Bu ne, oğlum? Bu nasıl şiir? Buna şiir mi diyorsun sen? Şeytanın Kutsal Satırları koyarız kitabın ismini tam olur, ne dersin? Ne olmuş sana? Eski yazıların böyle değildi. Bir şey mi geldi başına? Zaten pek hevessizdin yazmaya. Kasten mi yapıyorsun yoksa? Oğlum, ne zorun var senin? Anan baban mı ölmüş? Genç yaşta çalıştırılmak zorunda mı kaldın? Uyuşturucu bağımlısı mısın? Yaşayıp tecrübe etmediğin şeyleri ne diye kaleme alıyorsun?” 

Şaşırdım. Biraz sürdü şaşırmam. Sonra, aklımda iki soru peyda oldu. Yönelttim ilkini.

“Nereden duydunuz yazı tarzımı değiştirdiğimi? Ve daha da önemlisi, yalnızca kendi yaşadıklarını yazan bir yazar, affedersiniz ama, bencil ve depresif bir ergenden öte bir şey olabilir mi sizce? Nereye kadar güzellikten konuşup gerçeklikten kaçacağız? Romantik bir şair olduğumu kabul ediyorum, ama bununla beraber realizmi de önemsiyorum. Hatta, romantizm yalnızca yazı stilimi oluşturuyor, ama realizm anlattıklarımda hep saklı olmuştur. Anlamıyorum sizi, sırf argo var ya da gerçekleri yansıtmış diye bir kitap, bir eser, bir yaratı neden dışlanır? Neden yasaklanır?”

Kahveler geldi. Sekretere teşekkür edip gönderdik. Yudumladık. Ortam yumuşadı. 

“Bak, Reynaud.” dedi. Bilgece nasihatler verme hazırlığı yapan herkes böyle başlar lafına. 

“Sen daha gençsin.”

Şut ve gol! Aman ne güzel!

“Yani? Daha iyi değil mi? Ömrümü gerçeklere sunacağım ve hiç de az değil kalan zamanım. Ne mutlu bana!”

“Hayır, Reynaud. Sen daha gençsin, ve kalan zamanını hapislere ve davalara harcamanı istemem. Hem kendimi de düşünmek zorundayım. Yayınevinin başına iş alamam. Bunları asla yayınlayamam ben! Daha doğru düzgün şiirler yaz. Birini sevmedin mi sen hiç? Onun hakkında yaz işte”.

Oysa bilemezdi bu yazıların temel kaynağının o kız olduğunu. 

“Beni dinleyin, bay İsidore.” diye kalktım koltuktan kağıtlarımı almak için elimi uzatarak. Verdi. 

“Ben hiçbir şey değiştirmeyeceğim. Basacaksanız tek harfini bile değiştirmeden basacaksınız! Kitap yayınlamak pek umurumda değil zaten. Ölünce temiz bir hayat bırakmak istiyorum arkamda. Beni anlayışla karşılarsanız sevinirim. Kendinize yeni bir şair bulun ve bırakın istediğiniz şeyleri yazsın size. Ölünceye dek tekrar yayınlanmasam bile gerçekleri söylemekten vazgeçemem ben. Sözleşme feshi için ne yapmam gerektiğini bana iletirseniz sevinirim. İyi günler.”

“Reynaud, dur...”

Dinlemedim. Tam da yolumu bulmuşken kurtulmuştum haftalar öncesinden kurtulmaya çalıştığım şeyden. Sanırım, Clara’ya teşekkür borçluydum. Çünkü o hariç kimse bilmiyordu neler yazdığımı. Ve ben hariç kimse desteklemiyordu...

İnsanlar götleri ile yaşıyorlar. Kimse yaşamın ne ifade ettiğini anlamıyor. Kimse yaşamın hiçbir şey ifade etmemesinin doğal olduğunu anlamıyor. İçimde yıllarca sıkışıp kalan pisliği dışa vurma şeklim ilgilendiriyor onları, ne söylediğim umurlarında değil. Çin malı ahlak zırhlarını kuşanıp medeniyet şövalyeliği taslamak tek bildikleri. Fakat kimse etrafına göz atıp olanları görmek niyetinde değil. Toz pembe rüyalar içinde çürüyüp gidiyoruz ölüme. Bir şeyleri değiştirmek değil artık mesele: Herkes olanı koruma çabası içinde. Koruyun bakalım, nereye kadar sürecek bu, göreceğiz hep birlikte! Göreceğiz!