İnsanların gerçek bedenlerinin kablolarla bir ana bilgisayara bağlandığını ve zihnimizin de bilgisayar simülasyonunda üretilen imgeleri izlediklerini anlatan bilim kurgu filmidir. 


Filmde esas alınan konu, hiçbir şey gördüğümüz gibi olmayabilir. Bir simülasyonun içinde olduğumuzu varsayıyor. Neo karakterinin “Uyanık mısın, yoksa hâlâ rüyada mısın diye kuşkuya düştüğün oldu mu hiç?” sorusuyla başlıyor film. Matrix dünyasında bir yazılımcı olan Neo, Morpheus adlı kişinin yaptığı çılgınlıkları araştırmasıyla ve ardında Matrix’in ne olduğu sorusunun yanıtını aramaya başlamasıyla Matrix’in ajanlarının dikkatini çekiyor. Morpheus'la tanışıyor ve “Kırmızı mı, mavi hap mı?” sorusuyla devam ediyor. Konusu bakımından Platon’un “Mağara Alegorisi”nin bir nevi yansıması. Ben kısaca size mağara alegorisini anlatayım. (Platon'un hocası Sokrates’tir. Ve bunun temelinin ona dayandığı da söyleniyor.) 


Bazı insanları zincirlere bağlanmış bir şekilde kafalarını ne sağa ne sola döndürebildikleri bir mağaranın içerisine koyalım. Bu kişiler doğduklarından beri bu mağaranın içindeler. Yani dış dünyayı (aydınlığı) hiç görmediler. Mağaranın giriş kapısından içeriye sızan ışıkla nesnelerin varlıklarının bir kuklacı tarafından oynatılışını gördüler, mağaranın dışından gelen seslerin yankılarını işittiler ve artık bir zaman sonra gerçek onlar için sadece kuklacının onlara verdikleri oldu. Bir gün içlerinden birisi vurulduğu prangayı çözüp mağaranın içerisinde dolanmaya başladı. Ve ilk defa ateşi gördüğünde gözleri yanmaya başladı çünkü daha önce hiç gözlerini kullanmamıştı. (Tıpkı Neo karakterinin kapsülden çıkışında olduğu gibi.) Dışarıya çıktı ve gördüğü atın aslında hiç mağaradakiyle alakası yok, hatta sesi bile farklı. Nesneler de keza aynı şekilde. Bu durumdan diğer arkadaşlarına da bahsetmek için mağaraya geri döndüğünde arkadaşları onu inkâr ettiler. Çünkü gerçekler acıdır, kabullenmesi zordur, inkâr edilmesi kolaydır. Filmde şöyle geçer bu konu: Mağara, Matrix’tir. Matrix’te yaşayan insanlar ona körü körüne bağlıdırlar, bazıları gerçekleri sezse bile kabullenmeye yeltenemeyecek kadar korkaktır. Ve Matrix’in elinden alınmaması için gerekirse savaşabilirler. Tıpkı aydınlanan kişinin mağaraya döndükten sonra aldığı tepki gibi. Burada Platon bize idealar kuramını verir. İdealar gerçek olan, yani asıl olandır. İnsan dünyaya gelmeden önce idealar dünyasındadır. Oradaki her şey gerçektir. Ancak dünyaya geldiğimizde gördüğümüz, dokunduğumuz, tadını aldığımız her şey aslında bir yanılsamadır. Burada da “doxa” ve “epistemoloji” ortaya çıkar. Doxa, görünenin bilgisidir. Gördüğümüz nesneler değişime açıktır. Bu nedenle gerçeğin bilgisine ulaşma imkânı tanımaz. “Duyularımızla algıladığımız gerçek bizi yanıltabilir.” Nesnelerden elde edebileceğimiz bilgi sınırlıdır ve ideaları sadece onların dünyasına geri döndüğümüzde öğrenebileceğiz (öldüğümüzde). Ve bunu bizlere bölünmüş çizgi analojisiyle anlatmaya çalışır. Bunun dört evresi vardır: 

1. En altta fiziksel dünyanın tasvirleri var. (At portresi) 

2. Asıl obje (atın kendisi) 

3. Duyularımızın ötesindeki kısım. (Portrenin içerisindeki atın boyutları, renkler vs.) 

4. Daha derin kavramlar (Güzel at portreleri görsem de güzelliğin kendisini göremem, onu ancak kavrayabilirim.) 

Yani kısacası Platon'a göre ne gördüğün, gördüğün gibidir; ne duyduğun, duyduğun gibi. 


Thomas Hobbes, tüm bilginin kaynağının fizik ve madde olduğunu öne sürdü. Her şeyi de maddenin hareketiyle açıklayabileceğimizi. Ve maddeleri de sadece duyumlar ve deneyle açıklayabileceğimize inandı. Dış dünyayı algılamamızı sağlayan, onun için zıtlıklardı. Mesela karanlık olmasa aydınlığın anlamı olmaz. Zaten karanlık da aydınlığın olmaması durumu değil midir? Zaten olan her şey buradadır, der ve metafizik ve dinî olan şeylerin birer düş olduğunu söyler. Yani ona göre simülasyon yoktur. 


Descartes’ın “Cogito ergo sum”, “Düşünüyorum, öyleyse varım.” önermesi aslında simülasyonda olmadığımızı, yaşadıklarımızın var olmadan ileri sürülemeyeceğini gösterir. Descartes dünyayı algılamamızı sağlayan duyuların bizi yanıltacağını ve bu nedenlerden dolayı onlara güvenemeyeceğimizi söyler. Bu yüzden her şeyden şüphe ederek başlar. Descartes’ın şüpheciliği geçicidir; amacı, kesinlikle kendisinin bulduğu bir bilgiye inanmaktır. Bu sırada onun şeytanı ortaya çıkar (uğursuz şeytan).

“Eğer beni aldatıyorsa öyleyse var olduğuma hiç kuşku yok, istediği kadar aldatsın beni, ben bir şey olduğumu düşündüğüm sürece bir şey olmadığımı sağlayamayacaktır. Öyle ki her şeyi iyice düşünüp özenle inceledikten sonra, BEN’im, VAR’ım önermesini her ileri sürüşümde onun zorunlu olarak doğru olduğu sonucuna varmak ve bunun değişmez olduğunu kabul etmek gerekir.” 

Descartes’a göre her şeyden şüphe edilebilir ancak şüphe ettiğinden şüphe edilemeyeceğini anlarız.  


Bunlarla birlikte Matrix filmini düşününce gerçekten bir simülasyonun tam göbeğinde olabiliriz. Bilgisayarların (yapay zekanın) gelişimiyle sanal oyunlar, sanal gerçeklik simülatörleri falan bunu bana düşündürtüyor. Bir yandan da içimi kemiren simülasyon içinde bulunmayı insana yakıştıramıyorum. Her şeyin ölçüsü ve düşünebilen bir şeyler icat edebilen tek canlının şu anki verilere bağlı olarak insan olduğunu görünce insanın bu dünyada özel bir yeri olmalıdır diye düşünüyorum. Kendi ürettiğimiz bilincin esiri olamayız yani...