Ortada bir gün yoktu. Sabahı hatırlamıyordu. Artık sadece önceki sabahlar vardı, önceki akşamlar ve gecelerle birlikte. Aylardan neydi? Kafasında ya bir gün böyle olursa diye kurduğu bir ihtimal değildi şimdi bu. Kontrol etmişti. Eli ıslak zeminde kayıyordu. Islaktı. Titriyordu. Başını kaldırmadan ve hiç çevirmeden yerden kalktı ve tuvalete gidip ellerini yıkadı. Üzerindeki gömleği çıkarıp atletini sıkıştırdığı pantolonundan kurtardı. Kıyafetlerin içine sığamıyor gibiydi. Kendisini son bir kez kontrol ettikten sonra cüzdanında kalan son parasını alıp evden çıktı. Kapıyı kapattığı anda anahtar almadığını anlık bir şokla anımsadı ama artık bir anahtara ihtiyacı olmadığını da hemen hatırladı. Ağlayacak gibi oldu. Sonra yere düşecekmiş gibi, çığlık atacakmış gibi, bayılacakmış gibi, kahkaha atacakmış hatta zamanı geri alacakmış gibi oldu. Olmasını beklemediğiniz ani bir şokla gelen şeylerden sonra her şey gerçekleşmesi kolay bir ihtimaldi. Yürüyüp gitmek kolay göründü.
Yürüdü.
Hep geçtiği caddeler sesleri şimdi daha az bir şekilde karşısında uzanıyordu. Terden ensesine yapışmış saçları rüzgârla birlikte kurumaya başlamıştı bile. Yüzüm kadar kuruyamaz, diye düşündü. Üzerinde gözyaşının kuruduğu deri sanki her şeyden daha ince ve kırılgan oluyordu. Bir ucundan tutup çekse yüzü kâğıt gibi yırtılabilirdi belki. Birden derisinin de etinin üzerine aslında tutkalla yapıştırıldığını hayal etti. Dünyaya baktı. Saçmalayabilirmiş gibi hissetti. Yola atlasa ya da oturup ağlasa beklenilen bir şeyi yapmış olurdu, komik bile sayılmazdı. Beklenilen sonları veren kitaplardan hep nefret etmişti. Beklenilen şekilde bir insan olmamak için dil dersleri çok iyi olsa da beceremediği matematiğe kafayı takmıştı. Başka bir şey olmaya bu kadar açken şimdi böyle bir sonun içinde amaçsızca süzülüyordu. Hikâyelerin ya da kitapların sonunda karakterler ölmüyorsa başlarına gelen buydu.
Önünde beliren parlak sarı ışıkların yansıdığı cama baktı. Yine geçerken hep göz gezdirdiği avize dükkânıydı bu. Evlerinde hiç avize olmamıştı. Bir keresinde ilk defa bir duya lambayı yerleştirip ışığı yakınca kendini mühendis sanmıştı. Mühendis ne yapar bilmiyordu, bir avize dükkânı günde kaç avize satar kestiremiyordu ama güzel bir dükkândı. İnsanın bakarken mutlu olası geliyordu. İç içe geçmiş bir sürü lambanın verdiği hiçbir amaç ve hiçbir anlam yoktu ama güzeldi; tıpkı matruşkalar gibi. Hatta çok ünlü bir şairin matruşkalardan ve avizecilerden bahsettiği bir şiiri yok muydu?
“Matruşkalar, matruşkalar
Kırılınca bile bir sonraki kabuktan sırıtırlar
Mutluluk masalarda değil
Koltuklarda ve yataklarda
Mutluluk yol kıyısındaki ışıkçının
İkinci katındaki dekor lambasının tavanında
Sümüklü bir çocuk ağlarken kendini nezle sanıyor
Matruşkayı sarı saçlı Rus bir kadın diye biliyor…”
Aklı karıştı. Belki böyle bir şiir yoktu. Yoldan gelip geçerken her gün havadan bir cümleyi toplamış, sonunda bu gece hepsini yan yana koymuştu. Belki gelecek için inançlı biri olarak kalmış olsaydı ileride şair, yazar olacağını düşünebilirdi o an. Akım, ölçü bilmezdi. Kafasına göre yazar, illa bir çatının altına sıkışırdı. Bir tek noktasız edebiyatı yapamazdı. Koşuşturma tarzı hikâyeleri okurken bir türlü aklı almıyor, gözleri yoruluyor, nefesi kesiliyor, başı ağrıyordu. Belki o satırlar okunmak için değil de sadece söylenmek içindi. Gözleri bulanıklaşırken o da bir söylence tutturdu içinden ama seslice;
çocuk der annem öldü bizim de mahalledeki bütün köpekler kısır doğdu zaten kimse de sevmezdi geceleri yükselen enik sesini yan tarafta ikinci kattaki alamancı zuhal ekmeğe bozuk sütle fare zehri koyup karşı inşaattaki köpeklere yedirmişti ben bir şey diyemedim zaten yaşım tutmuyor tutturabilene de aşk olsun benim kafam matematiği hiç almıyor yazık cebimdeki para sanata da yetmiyor sofra balık ve kılçık üçü aynı satırdayken kolonya kokuyor perdelere de kokular ve anılar siner yıkansa da çıkmaz yazık küçük ayşe bugün derste öğrendiklerini sesli söyleyerek kaldırımda sekiyor babası işten gelince lunaparka gidecekmiş –an –ası –mez –ar –dik –ecek –miş stor perdeler kokuyu geçirmez tozu da üstünden silinirmiş bizim ayyaş tekelci pamukçukları var diye en güzel ağacı kesti evsiz çocuklar hemen büyüdü ayşe’yi izleyen kâğıtçı sırtındaki arabasını düşürdü balkondaki kuş yuvası bu sene döküldü çocuk der annem öldü yazık.
Arkadan biri hızla ittiği için bindiği minibüsün basamaklarından düşer gibi indi. Kalabalık caddeye doğru süzüldü. Islak gözlerini kırpmadığı için bulanık bir bakışla geçti ışıklı sokaktan. Cam fanusun içindeki balık gibi; sürekli zıplayan, düşünce ara yolluğun tozuna bulanıp tekrar cam fanusu bırakılan. Aklım neden bu kadar duru, içim neden bu kadar sakin diye suçladı kendini. Cebindeki parasıyla tatlı bir kahve istedi karton bardakta olanlardan. Yumuşak içim ister mi diye sordu 21. Yüzyılın dilek babası barista ve sadece başını salladı, peşinden oturdu karşı kaldırıma.
Devrik ve sakin. Devrik ve sakin bir cümle, neredeyse huzurlu biri gibiydi. Sonra birden göğsünde cam kırılmış gibi nefesi içinde tükendi ve öylece bekledi. Yazık olmuş değil; yazık edilmiş gibi hissetti. Hayata alet edilmiş gibi. Ortada daha hiçbir şey yaşamamışken, kendisi için bir kere bile yorulmamışken hiç pahasına harcanmış, üstü kalsın edilen bozuk para gibi savrulmuştu. Yaşadığım bir Ortadoğu kaderi de olabilir diye düşündü. Dünyanın tamamı kocaman bir Ortadoğu’ydu. Yanına bir adam oturdu. Bunu ona da söylemek istedi. Hatta konuşmak istedi.
“sizin bir suçunuz yok aslında ya da var ama benim de sizden farkım yok. ben de bekledim ama bekledim işte. bir hastalığın geçmesini bekler gibi, korkuyu ve felaketi bekler gibi bekledim. korktum. korkmamalıydım aslında. gencim ama hep çocuk olmak istedim. gerçekten çaresiz, bilgisiz olacak yaşta olmayı istedim. onu bunu, konu komşuyu dinledim, aza kanaat edip iki üç güzel anı için… iki üç güzel sabah için bekledim. şu kahveyi birlikte içebilmek için bekledim. ben bir gece annemle korkudan dört saat bir karakolun önünde bekledim. sadece bu akşam beklemedim. hemen geldiniz… beklememeliymişim.” demek istedi ama konuşamadı. Adam kolunu yavaşça omzuna atıp birkaç saniye öylece durdu ve sıktığı kâğıt bardağı elinden aldı. “Baban hayatta” dedi peşinden, sesi tanımadığı iyi bir niyetti. İçinden bir hıçkırık düşerken sadece “Annem öldü” diyebildi kız, eli cayır cayır yanıyordu. Polis eline kelepçe takmadan omuzlarından sarılarak kızı yerden kaldırdı. Hiç görmediği bu şefkatin sonunda hıçkıra hıçkıra ağlarken birkaç kişi kahve masalarından kıza baktı ama kimse ne olmuştur diye konuşmadı. Bir yaşlı kadın köpeğinin bandanasını düzeltirken kızın yaza alerjisi var sandı, bir kâğıt arabası çöpün kıyısındaki birkaç kristali düşen avizeyi sırtladı. Gün gece olmuştu. Sıcak bir yağmur yağarken fanusun içindeki balık gibi süzüldü her şey. Yaşadığım bir Ortadoğu kaderiyse durduramaz zamanı tek tek eksilen hiçbir şey, dedi içinden kız ya da
ben,
belki
bir gün sen.
Hazirandı.
F. Aybüke Gürsoy
2022-11-27T15:10:20+03:00Teşekkür ederim. <3
ceresaki
2022-11-21T00:48:54+03:00çok özgür bir metin olmuş. tadı çok çok farklıydı, çok sevdim Aybüke. :) 🤍