Kapının yıkılır gibi çalınmasıyla aynı anda yataklarımızdan fırlıyoruz. Elimle işaret edip geride durmasını istiyorum annemin. Evin içinde, cılız sokak lambasının yetişemediği, aydan yüz bulmuş bir mavi aydınlık hakim. Sabah ayazı, kapının altından kıvrılarak çıplak ayaklarımın üzerinden geçiyor ve pijamamın en derinlerine kadar yükseliyor. Vücudumdaki tüylerin hepsi benden daha uyanık şimdi. Kapıyla aramızdakini gizliyor kenarı püsküllü perde. Aralayıp bakınca tanımadığım bir adam ve at arabası görüyorum. Kapının yanında, soğuk havanın zıp zıp zıplattığı muhtarı sonra fark ediyorum. Hayırdır inşallah. Kaygıyla anneme bakıyorum. Karanlıkta kalan yüzümü seçince, dualarla kıpırdanan ağzı geriliyor. Gayriihtiyari sağ eli kalbinin üzerine gidiyor. Soğuktan yerinde duramayan muhtar, görmüyor beni ve kapıya tekrar vuruyor. Gönülsüzce, ama merak içinde açıyorum.
"Günaydın Hasan."
"Aymadı ama..."
"Valla işimiz acil olmasa çalmazdık bu vakit kapını."
"Neymiş bu kadar acil olan?"
"Tabut... Bir tabut yapılacak acele tarafından."
"Ne anlarım ben tabut yapmaktan?"
"Ne demek anlamam? Bizim köyün tabutlarını da sen yaptın ya!"
"O bir seferdi. Hiç de hoşuma gitmedi. Marangozum ben, anlamam tabut işinden!" diyerek kapıyı kapatmaya yelteniyorum.
Ben yaşlarda olan muhtar, hızlı davranıp gövdesinin yarısını sokuyor kapı ile arama. Bir muhtarın beyaz nefesi kalıyor havada, bir benim.
"Tamam işte, marangozsun diye geldik sana, başka kim yapacak ki?"
"Ne oldu tabutlara, yine mi dellendi bizim Deli Ziya?"
"Yok... Bu komşu köyden sipariş," dediğinde, at arabasında oturan sakallı adam, bana doğru dönüyor ve başıyla selamlayıp arabadan iniyor. Kapıya yanaşınca tanıyorum civar köyün papazını.
"Neden Dikran Usta yapmadı tabutu?" diyorum.
Lafın uzayacağını anlayan annem sırtıma bir hırka getiriyor içeriden.
"Tabut zaten Dikran Usta için. Yapacak başka kimsemiz yoktur köyde. Üstelik ölmeden önce son isteğiydi tabutunu senin yapman."
Ölmüş demek...
Sabahın ayazına rağmen ateş basıyor bedenime. İçimdeki sıkıntı yüzümden okunuyor. Muhtar arayı bulacak illa...
"Allah'tan hava soğuk. Birkaç gün saklayacaklar mevtayı senin için."
Benim için...
"Sen de elini çabuk tutarsın artık."
Bendeki sessizliği kabul sayan muhtar, papazın omzuna dostça iki el vurup bana dönerek:
"Bir el at da keresteleri indirelim," diyor buyurgan bakışlarla.
"Ne kerestesi?" Bakıyorum şaşkın şaşkın.
"Maun," diyor papaz, "maundan istedi tabutunu. Hasan, nasıl yapacağını bilir dedi." diyerek indiriyor gözlerini yere.
Bilirmişim demek...
At arabası sokağın tozunda kaybolurken ayaklarımın dibindeki maun kerestelere bakıp ağlamaya başlıyorum. Gözyaşlarım yanaklarıma inmeden donuyor, bedenim eski bir şimendifer gibi sarsılıyor. Soğuktan titrediğimi sanan annem, zorla içeri sokuyor beni ve nasıl ısıtacağını bilemez hâlde, bir odunluğa bir sobanın başına koşup duruyor. Ne uzanıp kolundan tutabiliyorum, ne ağzımı açıp bir laf edebiliyorum. Tek yapabildiğim, dönüp duran odanın içinde düşmeden kalabilmek. Uyandığımda her şeyin rüya olduğunu sanıyorum ancak, seğiren bedenim olmadığının işaretini veriyor hemen. Annemin kaygılı bakışları da onaylıyor tüm olanları.
Babamın ölümündeki gibi, sessiz bir kahvaltı bekliyor bizi. Anneme göre yemek yemezsen, acını bile hissedemezsin. Her şey insanlar için. Ne kadar da kolay kabulleniyor kaderi. Oysa benim bir yanım hep eksik. Şimdi diğer yanım da...
Babamdan devraldığım marangoz tezgahının başında, maunun pembe çizgilerinin arasına sıkışmış gibiyim. Planyadan çıkan her şerit, ağacı değil de beni azaltıyor sanki. İnce ince bedenimi rendeliyor. Vücudumun her deviniminde pespembe bir sayfa açılıyor önümde, zamanla kararıp koyu pembeye çalıyor, sonraları da bordoya... Bazen de gözyaşlarım yardımcı oluyor ağacın vaktinden önce kararmasına. Maunun tanıdık kokusunu çektikçe içime, sahne sahne beliriyorsun zihnimde.
Bu tezgah babamdan emanet. Daha hızarla alışmamışız birbirimize, sessizce yerinde otururken bile korkulu rüyam. Her kabusumda alıyor bir parmağımı. Uyurken ellerim yumru yumru, uyanınca ilk işim parmaklarımı seyretmek. Bir de akşamları yıkarken ellerimi bir, üç, beş, beşte burada tamam. Parmaklar tamamsa, tamamdır masa iskemle, tamamdır tel dolap... Hızara da alışırım zaman içinde.
İşimin bunlardan ibaret olduğunu düşündüğüm bir gün, Deli Ziya talan ediyor camideki tabutları. Üçünü de paramparça edip avazla ağlıyor üzerlerinde. Kimse anlam veremiyor olanlara. Köyün yarısı delinin yanan evini seyre koşarken diğer yarısı camideki tabutları parçalayan zavallıyı seyre dalıyor. Daha havadaki duman uçmadan, üç tabut sipariş ediyor gassal ile imam. Ne anlarım ben tabut yapmaktan dememle, komşu köye gönderilmem bir oluyor. Tutuşturuluyorum ağaçtan nasır bağlamış ellerine. Benimkiler henüz o kadar sert değil. Gözlerin. Gözlerin de ellerin kadar sert değil. Kimselerde olmayan bir şefkat var sende, babamdan bile bilmediğim.
Bedenimdeki yorgunluk dinip yüreğimdeki heyecan yatışınca köyde olanları anlatıyorum bir bir. Gözlerimin en derininde duruyorsun beni dinlerken. Olan biteni bildiğini anlayıp susuyorum, cümlenin noktasız yerinde. Hâlime gülüyor gözlerin, ama nedense gücenmiyorum. Kalınlığına rağmen sıcacık sesinle dört bir yanımda dolaşıyorsun. Biraz sonra anlıyorum ki farklıyız birbirimizden. Biz toprağa girene kadar yatıyoruz tabutta, siz ebediyete kadar. Bu yüzden bizde işler kesat. Gülüyorsun çınlayan sesinle. "Ah, keşke ben de sadece masa sandalye yapsam."
Tek tek dolaşıyoruz kerestelerin arasında, hepsini koklayarak selamlıyoruz. Kavağın hafifliğinden bahsediyorsun, zeytin ağacının deseninden. Akça ağacın masumiyetinden, gülün budağından, çamın reçinesinden. Elindeki reçineyi, kirli bir bezle temizlerken ustan geliyor aklına, dönüp tekrar dokunuyorsun gülün budağına. O budaklardan biri almış ustanın gözünü. "Eee," diyorsun "bizim iş tehlikeli biraz..." O vakit sayıyorum parmaklarını, içim rahatlıyor. Akşamları yol uzak diye erken salıyorsun beni köye, kendi ellerimi yıkarken göremiyorum senin ellerini. Ancak sabahleyin ona tamamlayınca içim rahat ediyor, bunu da alışkanlık ediniyor yüreğim.
Babam gibi değilsin sen, çalışırken anlatıyorsun sürekli. Sizden, bizden, eskilerden, güzel günlerden... "Bir insan seçebiliyorsa tabutunun ağacını, modelini, şanslıdır," diyorsun, "sevdikleriyle vedalaşacak vakti kalmıştır."
Bizim kalmamış demek...
Zamanla akşamları eve dönmez oluyorum. Senin, annem için endişelerin daha kuvvetli. "Dükkanın bir ucunda kıvrılıp yatarım." diyorum, maksadım evini barkını öğrenebilmek. Çoluk çocuğunu... Niyetimi anlayıp deyiveriyorsun birden: "Kimsem yoktur benim." Duyulacak sanıyorum, karnımda uçuşan kelebeklerin sesleri. Çayları doldururken karıştırıyorum bardakları her seferinde, bilerek. Dudaklarıma değdiriyorum dudaklarının izini. Bunu fark ettiğin bir gün "Yeter bu kadar," diyorsun, "size lazım değil tabutun daha iyisi." Çok kırılıyorum bu sözüne. Saymadan parmaklarımı ellerimi yıkıyorum. Köye nasıl döndüğümü hatırlamıyorum.
Annem iş öğrenmemden ve eve dönmemden memnun, kız bakıyor bana hevesle. Ahmet Emmi ölmüş, bütün köy cenaze için beni bekler. Acelesinden yapıyorum büyük boy tabutu, budağına cilasına bakmadan. Orta boyla küçüğü de yaparım nasıl olsa.
Senden habersiz birkaç mevsim geçiriyoruz. İstemiyorum annemin bulduğu hiçbir kızı. Fotoğraflarına bile bakmıyorum. Yine çabucak kabulleniyor kaderi, "Kısmet," diyor "ne yazdıysa o."
Yazılanları mı beklemeli insan, silinenleri mi?
Otuz üçlük tespih yapıyorum, senden kalan pembe maundan. Ben 'Ya sabır' çektikçe yüreğim kabarıyor, yüreğim kabardıkça onlar koyulaşıyorlar.
Tanrıgöz 2020